“...İzzet, Allah’a Rasulü’ne ve müminlere aittir.” (Münafikûn 63/8) ayeti Müslüman’ın zelil olması, kendini küçük görmesi diye bir şeyin olamayacağını düşündürüyor ve aslında iman nimetinin ne kadar özellikli olduğunu fark ettiriyor. İman öyle bir nimet ki sahibine Allah’ın ona izzet ikram ettiğinin bir göstergesi. Öyle ya, iman bizimle inanmayanlar arasındaki çizgimiz.
Biliriz ki insan yaratılmışların en şereflisi. Sırf insan olmamız hasebiyle bile hayvanattan, nebatattan veya diğer yaratılmışlardan şeref bakımından ayrılıyoruz. Bu noktada kâfir mümin ayrımı da yoktur üstelik. Yani Allah’a inanmayan da üçleyen de beşleyen de tek bir Allah’a ve Rasulü’ne inananla, insan olarak yaratılma noktasında aynı ayardadır.
İşte tam buradan sonra iman ettiği ile insan farklılaşır. Biz farklılığı Hristiyan, ateist, Yahudi, Budist gibi isimlerle adlandırırız. Evrensel olarak bu böyledir ve herkesin hayat tarzı, doğruları, yanlışları iman ettiğine göre az ya da çok şekillenir.
Mühim olan iman ettiğinizin ne olduğudur. Yaratanın oğlu olduğuna da iman edebilirsiniz, makama da iman edebilirsiniz, Ay’a da Güneş’e de. Bir ineğe dahi bu noktada saygı ile eğilenler var. Hakeza paraya iman ediyorsanız onu kazanmak için her şeyi mübah görürsünüz. Tabi bunların akıllı insan işi olmadığı da aynı zamanda hepimizin malumu. Akıl, nefsin emrine girdiğinde bu manzaralar insanın karşısına çıkıyor işte. Her neyse…
Bizim mevzumuz her türlü inançtan çok, insana değer katan iman üzerine. Ta ilk insandan bu yana insana değer kazandıran inanç, tevhid inancıdır. Bunu Kur’an’dan biliyoruz. Evet, “La ilahe illallah Muhammedün Rasulullah” diyorsanız imanınız çok kıymetli. Daha doğrusu size değer katıyor. Zaten izzet, kelime olarak büyüklük, ululuk, değer manalarına geliyor.
Ama tabi ki iman tek başına yeterli değil. İşin başı. Yeterli olmadığını Rasulullah’a (sav) bakarak anlamak mümkün. Rasulullah kul ve insan olmanın haysiyetini tam manasıyla; imanıyla, ahlakıyla, ilmiyle, sosyal yaşantısıyla yani insana dair tüm maddi ve manevi hasseleriyle tüm insanlığa bizatihi göstermiştir. O, izzetin müthiş modelidir. Allah hem bizden izzetli olmamızı istemiş hem de “Nasıl izzetli olunur?” sorusunun cevabını Efendimiz ile aşikârlaştırmış ve O (sav) insanlık için haysiyet meşalesi olmuştur.
Efendimiz Mekke’de Erkam’ın evinde ‘insan haysiyetini koruyan’ ilk ilkelerini tespit edip görüşlerini açıkladığında Mekkeliler çılgına dönmüşlerdi. Çünkü söyledikleri Mekkelilerin seçtikleri çarpık yaşam tarzını tepe taklak ediyordu. Sadece onlar değil o zamanda var olan diğer toplumlar da çarpık bir yaşam tarzı içinde idiler. Bu ilkelerle Efendimiz hem devrine hem de kıyamete değin geleceklere şerefli insan olmanın dersini vermiştir. O ilkelerin şimdi bile millet ve milletlerarası yaralara merhem olabileceğini görmemiz hiç de zor değil. Bakın Efendimiz ne diyor:
1- İnsanlar doğuştan eşittir ve bu eşitliği üstünlük ideası ile kimse bozamaz.
2-Kadınlar da erkeklerle eş yaratılmıştır ve onlarla eşit haklara sahiptir. Onların farklı hizmet ve davranışları eşitlik ilkesini bozmaz. Özellikle evlenmede kadının hür iradesi şarttır. Kadınlar mutlaka okuyup yazmalı, ekonomik haklara sahip olmalıdır.
3-Kimse kimseyi, ekonomik güçle sömüremez. Her türlü haksızlık sona erdirilecektir.
4-Tüm yanlış adetler, puta tapmalar, uğursuzluk düşüncesi, evladını gömmek gibi çirkin çarpıklıklar hemen terk edilecektir.
5-Toplumları çökerten her türlü ahlaksızlığa, özellikle yalana son verilecektir.
Aslında görüyoruz ki dünya sahnesindeki aktörler değişse de şeytanın onları kandırma, birbirine düşürme, sapıklığa düşürme yönteminde farklılık yok.
O halde Efendimizin izinden gitmek tek reçete. O dünya hayatını en nezih ve en asil şekliyle yaşamış ve kendi yaşantı tarzının hem fert, hem toplum hem de toplumlar arası ilişkiler açısından ne kadar özellikli olduğunu da kâinata göstermiştir.
Mesela Efendimiz yanlış davranışını gördüğü hiçbir kimseyi hatasını yüzüne vurarak mahçup etmemiş “Filana ne oluyor ki şöyle söylüyor” dememiş. Genel bir ifade kullanarak “İnsanlara ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyorlar” diyerek ikaz etmiştir. Hatta ayıpları örtenin, kıyamette kendi ayıplarının Allah tarafından örtüleceğini de müjdelemiştir.
“Güçlü kimse güreşte yakınını yenen değildir. Asıl güçlü, öfke anında kendine sahip olandır.” (Buhari, Müslim) diyerek öfke kontrolünün insan haysiyetinin gereği olduğunu ortaya koymuştur. Kendisine karşı zalim olanların cezasını verme imkânı eline geçtiği zamanlarda af yolunu seçmiş; kin O’nun kapısının önünden bile geçmemiştir. “Ben lanet edici olarak gönderilmedim, âlemlere rahmet olarak gönderildim.” diyen Efendimiz (sav), lanet etmekten hep uzak durmuştur.
O’nun sabrına, hüsn-ü zannına, alçak gönüllüğüne kısacası ahlakına baktığımızda ne kadar nezih olduğunu anlarız. Ahlakı, bir arada yaşama prensibi olarak değil de ibadet bilinciyle ortaya koyması onun asaletinin göstergesi idi. Efendimize göre ahlak, ibadetin özündeki en değişmez davranış biçimidir. İtikadı ve ahlakı birbirinden ayırmak bizim inancımızda mümkün değildir. Çünkü ahlak, Allah’a karşı sorumluluğumuzdur aynı zamanda. Eşref-i mahlûk olan insan, Allah’ın halifesi olma makamına uygun davranmaya mecburdur. Yani biz kendi kafamıza göre ya da hayat şartlarının getirilerine göre yaşama lüksüne sahip değiliz. Şimdi “Zalim olmazsan, birilerinin üstüne basıp geçmezsen, çalmazsan, bir yerlere gelemezsin.” gibi lafızların hiçbir geçerliliği yok.
Kısacası biz yukarıdaki ayette geçen “izzetli mümin” vasfına haiz olmak istiyorsak, izzetin en mükemmel temsilcisi olan Peygamber (sav) Efendimizin izinden gitmeye mecburuz. Nitekim Allah, bizi en büyük lütfu olan iman ile şereflendirerek, en çok da mümine yakışan izzet elbisesini giymemizi dilemiştir.