Bir Gönüle Girdin İse / İsmail Karakaya Hocaefendi

Tebliğden daha önemli bir görev yok gibidir, tabi tebliğin çeşitleri vardır. Asrımıza da iletişim asrı diyorlar, ancak iletişim araçlarından en az Müslümanlar yararlanıyor. Gelişen teknolojiye ayak uyduramadık, belki de önemini çok geç kavradık. Doğrusu Peygamber Efendimiz (sav) her şartta tebliğ ediyordu. Zulüm gördü, yasaklandı, Mekke döneminde Müslümanlar işkence gördü yine de Erkam’ın evinde gizli gizli tebliğe devam etti. Her türlü meşakkate katlanıyordu. Bizzat Rasulü Ekrem ve Nebiyyi Muhterem (sav) Efendimiz müşriklerin çok ezasına ve cefasına katlandı. Hatta Taif’te çektiği sıkıntıdan sonra şöyle demişti: “Peygamberler içinde kavminden en çok işkence gören kardeşim Musa’dır. Fakat ömür boyu çektiği işkence ve sıkıntı benim Taif’te çektiğim kadar etmez.” Ama hicretten sonra o günkü imkânlarda yapılabilecek en hızlı tebliği yaptı. Krallara mektup gönderdi, elçiler gönderdi, çok düzgün üsluplarla, incitmeden, kırmadan, tehdit etmeden onlara İslam’ı anlattı. Genellikle de mektuplarını “...Esselâmu alâ menittebea’lhüdâ” (Selâm, doğru yola uyanlara olsun.) (Tâ-Hâ 20/47) ayet-i celilesiyle bitirdi. İstiyordu ki hidayete ersinler ve selamete erişsinler. İnsanlara düşman nazarıyla bakmadı, hep tebliğ etti. 

Günümüzde iletişim vasıtaları çok hızlandı, sizinle yaptığımız şu sohbeti imkân olsa şu anda altı milyar insana ulaştırmak mümkün, ki tercümeler yaparak, bütün dünyada televizyon vericileriyle irtibat kurarak bu söylediğimi yapabiliriz. İmkândan bahsediyorum yani mümkün diyorum, kolay bir şey demiyorum ama mümkün. Müslümanlar gelişen imkanların her türlüsünü kullanarak tebliğ yapmak mecburiyetinde. Uzun süre belki korkudan belki baskıdan insanlar “ben Müslümanım” demeye korktu… İslamî yayınlar neredeyse yok denecek kadar azdı. Hocalarsa başıma bela alırım diye İslam’ı anlatmaktan korktular. Zaten bilselerdi yaparlardı, böylece bir devre cahillik hâkim oldu. Şimdi tebliğ hayatı yeniden başladı ama halen hocalar bu görevi yapmıyor. Önce Müslüman’ın böyle bir derdi olacak. Böyle bir görevi yapmak için iyi yetişmek, bilmek lazım, biraz da zamanı tanımak lazım. Yetiştiğimiz devirde kalırsak işe yaramayız. Hazreti Ali’nin “Çocuklarınızı sizin yaşadığınız döneme göre değil, onların yaşayacakları döneme göre yetiştirin.” fermanı son derece önemli. Mesela bu devri tanıyan biriyim; cep telefonuyla konuşuyorum, bilgisayarım var ama ben bilgisayardan torunumun faydalandığının yüzde biri kadar faydalanmıyorum. Torunum benim gibi kalırsa biter, geri kalmış olur. Daha ileride yaşayacağı devre göre yetiştirmek işte bu demek. 

Doğrusu günümüzde tebliğ imkânları varken beceremedik, Müslümanlar hem birbirleriyle hem de karşı düşmanla kavga etti. Hâlbuki İslam’ın tebliği kavgayla değil muhabbetle olur. Ebu Cehil, Peygamberimizi (sav) öldürmek istiyordu, Ömer İbni Hattab da Peygamberimizi öldürmek istiyordu ama Peygamberimiz onlar hakkında “Ya Rabbi, iki Ömer’den biriyle İslam’ı şereflendir.” dedi. Bu zalimi kahret, demedi. Dolayısıyla tebliğde karşıdaki adamın hali değil bizim halimiz mühim. Türkiye’deki duruma gelince insanımız bilmiyor, cahil kalmış, cahil bilmediğinin düşmanıdır... Biz önce anlatmalıyız.

İnsanlar günaha düşmüş olabilir onlara yumuşak bir üslup ile yaklaşmalıyız. Peygamberimizin (sav) şöyle bir sözü var: “Zalim olsun mazlum olsun kardeşinize yardım edin.” “Peki biz zalime nasıl yardım edelim” sualine karşı da “Onu kötülükten, zulümden vazgeçirmeye çalış.” buyuruyor. Veliyullahtan biri diyor ki: “Tebliğ görevimizi bitirdik, bütün insanlar Müslüman oldu, sadece Müslüman olmakla kalmadı her biri ehl-i cennet oldu. Ama bilsek ki dünyada cennete gitme ihtimali olmayan bir tek kişi kaldı. Onu da ehl-i cennet yapıncaya kadar uğraşmak cihaddır.” İşte tebliğ budur. 

Feyz Dergisi İslam’a Hizmet Ediyor

Zamanında insanlara İslam’ı güzel sunamadık. Şimdilerde ise yeni yeni yapmaya başladık, gazeteler çıkardık, televizyonlar kuruldu. Bir kısmı kendi gayesi içinde kaldı. İslam’ı sadece kendi görüşünden aktarmaya çalışıyor, bu da çok yanlış. Bir kısmı da ilahilerle, sanat yoluyla İslam’ı tebliğ etmeye çalışıyor ama maalesef bunlar da sanattan mahrum. O kadar ilkel şeyler sunuyorlar ki yaptıkları sanat değil ama her şeye rağmen tebliğ var. Söz uçar gider. Tebliğ; gazeteyle, dergiyle, kitapla daha çok olur. Feyz Dergisi’nden ilk sayısından beri haberdarım. İlk sayısı bizim binada dizilmişti de oradan haberdar olmuştum. O zamandan beri İslam’ı anlatıyor. İslam’ı anlatan dergiler zaman zaman çıkmıştır, tirajı yüz binlere varanlar da olmuştur ama onlar kaybolup gitmişlerdir. Ama bugün işte böyle anlamlı bir gayret var. 

 

Dergi Çıkarmak Bir Cihaddır

Tebliğde her türlü gayret mübarektir, herkes kendi takatince sorumludur, kim hangi işi yapıyorsa onu kullanarak tebliğ etmeli. Onun için dergicilik kanaatimce çok önemlidir, çünkü bu tebliğdir. Ayetlerde evlatla, malla, bedenle cihad var. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şerifinde: “Kaleminizle de cihad edin, sözünüzle de cihad edin.” buyuruyor. Dergi çıkarmak bir cihaddır.  Allah yolunda cihaddan daha faydalı bir şey yoktur.  Bir adam sadece Allah yolunda cihad edeceğim diye dergiyle, yazıyla, sözle uğraşıyor da farz olan şeyleri terk ediyorsa o zaten cihad değildir. En mühim amel vaktinde kılınan namazdır. İtikad sağlam olacak, farz olan ibadetler yapılacak. Bunun yanı sıra tebliğ görevini de yaparsa, yazdığı her harfin karşılığında Allah yolunda cihad ediyor gibi sevap alır. Bu şuurla, İslam’ın kurallarına riayet ederek tebliğ etmelidir. İslamiyette esas olan Ehl-i Sünnet itikadında olmaktır. Ameller de ona göre olmalıdır.

Tebliğci İnandığı Gibi Yaşamalı ve İnandığı Şekilde Amel Etmelidir

İnsanlar inandıkları gibi yaşarlarsa etkili olurlar, inandığı gibi yaşamayanın etkisi olmaz, bunun tersinin olması mümkün değil. Toplum için de böyle, aile için de böyle. Namaz kılmayan bir baba oğluna “namaz kıl” dese o söz geçerli olur mu? Tebliğcinin görevi de bu. Yani İslamî bir hayat yaşayacak ama İslamî bir hayat yaşamak kolay bir iş değil… İnsanı sevecek, kimseye düşman nazarıyla bakmayacak… Bilecek ki Hz. Muhammed geldikten sonra bütün insanlar onun ümmetidir, “bir kısmı ümmet-i davet” “bir kısmı ümmet-i icabet”. Bunların içerisinde ağır olan vazife ümmet-i icabet olandadır. Kabul etmeyenlere İslam’ı tebliğ etmek zordur. Zaten, esas olan tebliğin hedefi budur. O halde tebliğcinin tam olması lazım, kendi içinde inancıyla barışık olması lazım, inandığı gibi yaşamaya çalışması lazım. Burada tasavvuf ehli devreye giriyor. Tasavvuf, şeriatın emirlerini gönül rızasıyla yaşamanın eğitimidir. İntisab eden kişi bütün gayreti ile şer’i emirlere uygun yaşamak arzusundadır. En azından öyle olmayı istemiştir diyebiliriz.

Tasavvuf Gönüllerde İslam’ı Yaşama isteğidir

İnsana hayır yolunda en çok kim karşı gelir? Nefsi karşı gelir, şeytan karşı gelir. Nefse ve şeytana rağmen nefsin eğitimi tasavvufla olur. Zahiri bilgileri aklımızla alırız, inancı ruhumuzla gönlümüzle alırız; tasavvuf gönle hitap etme sanatıdır. İnsanın aklına hitap ettiğinizde ben ondan akıllıyım, ben ondan bilgiliyim diye düşünür ve tebliğinizi kabul etmeyebilir ama gönlüne hitap ettiğinizde olay biter. Gönle hitap ederseniz, bir de yakalayabilirseniz olayı tamamlamış olursunuz. Zaman zaman misal veririm, ben şahsen fıkıh alanında gençlikten beri çalışan bir insanım. Son beş yüz yılda yetişen âlimlerimizin en büyüklerinden biri Ömer Nasuhi Bilmen’dir. Pek çok eseri vardır. “Istılahat-ı Fıkhiyye Kamûsu” devasa bir eserdir. Beş yüz yılda yetişmiş bir âlim, dâhi, lisan konusunda muhteşem bir adam... Hatasız Türkçe arıyorsanız Ömer Nasuhi’nin eserlerini okuyunuz; lisana o kadar hâkim, o kadar güzel ama hiç kimse “Ömer Nasuhi okudum da hidayete erdim” demiyor. Bir ümmi şeyhin eteğine yapışıyor, hidayete eriyor, bu işin karakteri budur. Ömer Nasuhi şeriatı, sağlam kuralları nakletmek için akla hitap etmek mecburiyetindedir. Veliyullah ise gönle hitap eder. Yakaladığını da bırakmazlar zaten, yakalanan da ayrılmak istemez, bu sevgi işidir. Gönlünden yakalandı mı mürid mürşidini artık o kadar sever ki “fenâ fişşeyh” makamına erer. Onu elde edince de şeyhi yolunu açar “fenâ firrasule” çıkar. Ama fenâ fişşeyh makamındayken Peygamberi sevmez mi, çok sever. Allah’ı sevmez mi, çok sever ama onlar hal olarak kalır, onların makam olması seyr-i sülûkte epey zahmet çekmesini gerektirir. Ama müride o zahmet aşk gelir, muhabbet gelir, rahmet gelir… Zaman zaman söylüyorum Hz. Mevlana vefat edeli sekiz yüz yıl olmuş, Hz. Yunus öyle… Bunların zamanında devasa âlimler de vardı, hepsi unutuldu. Ama Yunus unutuluyor mu? Bırakın unutulmasını halen tebliğe devam ediyor, halen insanları irşad ediyor, halen insanları ıslah ediyor...

Doğrusu Tasavvuf Ehli Tebliğin Üstadıdır

İnsanî tebliğ tasavvuf yoluyla olur. Dikkat edin tasavvufî eserler de akla hitap eder. Sadece mürşidler gönle hitap eder veya mürşidlerin yetkili kıldıkları gönle hitap eder. Tarikatta âlim olmanız yetmez, mürşidinizin sohbet izni vermesi lazım, izin verdiğini de kontrol eder.

İşte Feyz Dergisi yıllarca insanları tasavvufa meylettirdi. Bu meyil çok önemlidir. Biz çocukluğumuzda ve gençliğimizde Necip Fazıl okuduk, hâlâ da çok severiz. Necip Fazıl yoluyla tasavvufa muhabbet başladı bizde. Sonra İmam Hatip okulu bitti, Diyanette hocalık yaptık, daha sonra yüksek tahsil de bitti. Tasavvuf yoluna girmemiz için birçok kez tavsiye aldık. Ama hocalıktaki enaniyet var ya, “Ben hele şimdilik düşünmüyorum, ben hepsini seviyorum.” faslına başladık. Sonunda nasip oldu bir mürşidin elini tutmak... O nasipten dolayı Rabbimize hamdediyoruz. Şimdi şunu söylemek istiyorum, gönle hitap eden tebliği mürşidler yapar. Tasavvuf namına dergi çıkartmak takva sahibi mürşidlere muhabbeti artırmanın vasıtasıdır, onun için Feyz Dergisi’nin hizmeti çok güzeldir. Ben Necip Fazıl’ı tanımasaydım muhtemel ki diğer meslektaşlarım gibi tasavvufa uzak dururdum, hakaret etmesem bile tasavvuf hakkında susardım… Ama Necip Fazıl’ı tanıdıktan sonra, Nurettin Topçu’yu tanıdıktan sonra, Ali Fuat Başgil’i tanıdıktan sonra tasavvufun lüzumuna inandım. Cenab-ı Hak tasavvuf yolunda mürid olarak bulunmayı, hizmet etmeyi nasip etti, hudutsuz hamdolsun. 

Tebliğ metodu olarak tasavvuf ehlinin ki en mantıklı yol, evvela insana İslam’ı sevdiriyor. Zaten sevdirdi mi yetiyor... Nasıl sevdiriyor? Kabalaşmadığı için sevdiriyor, insanlara Allah sevgisini, muhabbetini anlatıyor.

Tasavvuf ehli, Allah’ı sadece cezalandıran bir Allah değil, merhametli ve affedici bir Allah olarak bilir. Hiçbir tasavvuf ehli çocuğuna “Aman yapma! Allah seni taş eder. Aman yapma! Yüz bin sene yanarsın, şunu yapma yüz bin sene yanarsın...” diye Allah’ı tarif etmez, gerçek tasavvuf ehliyse tabi…

Tebliğ Gayretsiz ve Sabırsız Olmaz

Tasavvuf ehli hata görecekse nefsinde görmeye çalışır, Peygamberin (sav) sünnetine uygun yaşamak ister… Çirkinliği görmez tasavvuf ehli. Tıpkı ashabıyla yolculuk esnasında kenarda duran bir köpek leşinden dolayı herkes burnunu tıkarken Allah Rasulünün “Ne güzel dişleri var!” demesi gibidir. Tasavvuf ehli, kokmuş köpek leşinde güzel diş gören adamdır; hata aramaz, hata arayacaksa nefsinde arar. Çok kızacağı ve düşman olacağı bir adam ararsa aynaya bakar, kendi yaptıkları hataları ve nefsinin hilelerini görür. Çünkü aynada gördüğünün günahını başkası işlememiştir. Tasavvuf ehli biraz Hz. Ebu Bekir gibidir, biraz Hz. Ömer gibidir, biraz Hz. Ali gibidir. Yaptığı, Allah adına hoş görmektir, hüsn-ü zan etmektir. İşte bu fikri yaymak da tasavvuf ehlinin tebliğ yolu olmalıdır ki zaten öyledir. Böyle bir tebliğ insanları önce dine ısındırır. Ne güzel şeyler söylüyorlar. Bunlar kim diye alaka duyarlar, size gelirler, siz de insanları ehl-i kamil, ehl-i irfan, ehl-i takva insanlara götürürsünüz. İşte onların elinde gönülleri coşar insanların…

Nefsini Bilmeyen Nefsinin Esiridir

Zamanın birinde Erzurum’da genelevde bir cinayet işleniyor, olayı gören orada bulunan kadınlar var… Hâkim şahit olarak birini çağırıyor, yemin teklif ediyor. Doğruyu söyleyeceğine namusun adına yemin eder misin deyince, kadıncağız diyor ki: “Benim mesleğim malum, kabul ederseniz yemin edeyim.”  O kadının yaptığı tebliğ muhteşem bir tebliğ… Bir insanın ben günahkârım demesi kolay değil ve ondan rahatsız olması hiç kolay  değil, ben kötü bir iş yapıyorum demek kolay değil. 

1991’de Hacca gidiyorum, Erzurum hacılarını İstanbul’dan götürüyorum. Mahiyetimde altı görevli var, onlar da başka başka illerden. Hem görevlilerle hem hacılarla İstanbul hava alanında bir araya geldik, işlem yapıldı ve uçağa bindik. Uçakta konuşma yapıyorum, bu sırada uçağımız Hicaz vilayetine girdi. Medine’ye yaklaşıyoruz, duygusal bir hâle geldim. Bir hostes kız elinde bir bardak suyla geldi, “Hocam su alır mısınız?” dedi. O dönemde hostesler çok açık saçık giyiniyordu. Manevi havam bozulmasın diye ‘alayım kızım’ dedim, alayım da bir an önce çıksın gitsin diye düşünüyorum. Kızın elinden suyu aldım, o da geçti karşıma oturdu. Uçakta dokuz hostes varmış, bir iki dakika içinde hepsi geldi. Kimi “Meyve suyu alır mısın?” diyor, kimi bir şey vermek istiyor.  Çok fazla uzatmamak için de konuşmayı tamamladım “el-Fatiha” dedim.  Hostesler hemen yanıma geldi, her biri bir şey söylüyor; iki çocuğum var, kocamdan ayrıldım, çalışmam lazım, bu halimi normal görmüyorum… Kimi diyor ki annemi babamı umreye gönderdim, kimi diyor ki ne yapalım hocam böyle istiyorlar, emekli olur olmaz kapanacağım gibi birçok söz söylediler bana... Nihayet hosteslerden birisi dedi ki: “Hocam dört yıldır İstanbul-Cidde arasında çalışıyorum, eğer uçak Cidde’de bir gün kalmayacaksa 5–6 saat kalacaksa bu ayaklarımla o toprağı kirletmeyeyim diye uçaktan bile inmiyorum.” Dehşete kapıldım, ondaki imanın bende olmasını o kadar arzu ettim ki… Hâlâ unutamıyorum, aradan yirmi yıl geçmiş. Halen o hanımdaki imana hayranlık duyuyorum. Tebliğ gönlü yakalama işidir, bundan ibarettir, bundan sonrası gelir. Ben o kıza halen dua ediyorum, kurtulmuştur inşallah, o rahatsız olduğu hali atabilmiştir inşallah. İnsanlarda iman var, günah da var, biz imanlarını görüp ona hitap etmeliyiz. İnsanlar zaman içinde günahlarını bırakabilirler, tövbe edebilirler. Allah (cc) tövbeleri kabul edendir. İnsanlara tövbeyi teklif etmek ve bir af ümidi vermek gerekir.

Cahilin Tebliği Yanlıştır

Tasavvufta mürşidler bazı müridlerine ‘konuşma’ derler. Çünkü bilgisini aktarmaya kalkarsa yanlış olabilir. “Konuş” dedikleri kendisinin manevi terbiyesinden geçmiş insanlardır. Camiye gidersiniz dinden nefret ettirir bazı hocalar. Gelenlerde hep bir kusur bulurlar. “Efendim niye kısa kolla camiye geldin!..” vb. Hâlbuki “Evladım sen eli öpülecek birisin, maşallah senin yaşındayken ben caminin yolunu bilmezdim, ne güzel insansın ki şu yaşta camiye geliyorsun.” demesi lazım. Neden kısa kolla geldin dediği zaman çocuk utancından bir daha camiye gelmez. Hoca vaaz eder “Ey ramazan Müslümanları!” diye… Ya da bayram namazında “Bayram namazı vaciptir, neden gelip farzı kılmıyorsunuz” der… Bunlar tebliğ değil insanları soğutmaktır. Tebliğ sadece bayram namazına geleni Cuma namazına da  getirebilme sanatıdır. Dolayısıyla bizim bugün en büyük meşakkatimiz, ehil olmayanların da tebliğe kalkmasıdır bir bakıma. 

Dini Kullanarak İnsanları Korkutmaya Kimsenin Hakkı Yoktur

Ben televizyonlarda dinî programları izlemiyorum, gençliğimden beri izlemiyorum, gençliğimden beri vaaz da dinlemiyorum. Geçenlerde bir rahatsızlıktan dolayı uyuyamadım ve televizyonu açtım. Televizyonda bir adam “Kutsal gün yoktur.” dedi. Karşısındaki kadın açık bir hanım olmasına rağmen “Kadir gecesi var hocam” dedi. Adam mecbur kaldı, “Evet o Kur’an’da geçiyor, mübarek bir gecedir ama Mevlit, Miraç hiçbiri kutsal gece değil” dedi. Din adına vaaz ediyor. Hâlbuki evliyaullah öyle demez, Miraç’ta Peygamberimizin (sav) neler yaptığını söyler. Mesela der ki: Miraç’ta Cenab-ı Hakk’a, “İmanı olan cehennemde ebediyen kalmasın diye yalvardı, Allah da kabul etti.” Bunu derseniz herkes muhabbet eder, elhamdülillah imanım var, cehennemde ebedi kalmayacağım der. Tebliğ son derece önemli bir şeydir. Hz. Muhammed’in (sav) dinini kabalaştırmaya kimsenin hakkı yoktur. Dini kullanarak insanları korkutmaya da kimsenin hakkı yoktur. Hâşâ Allah’ı zalim bir mabudmuş gibi tanıtmaya da kimsenin hakkı yoktur. Onun için tebliğin merhamet ağırlıklı, iyi niyetle yapılması lazım.

Geçenlerde okudum, Sami Efendiye müntesip bir zat pastacılık yapıyor, lüks bir pastanesi var. Lüks pastane olduğu için de geç kapanır. Adam ömrü boyunca pastaneyi kapatınca civardaki meyhanelere teker teker uğrar, sızıp kalmış biri varsa araba tutar evine gönderir, parasını veremediği için kalan biri varsa içkisinin parasını verir evine gönderirmiş. Adamın hizmet anlayışı bu, ömür boyu bu hizmeti yapmış. Ama öyle bir insan dostu olmuş ki çoğu insan bunun hiçbir sözünü işitmeden davranışına vakıf olarak hidayete ermiş. Meyhanedekine bir tekme de siz atarsanız adamı kurtaramazsınız. Ya da içki haram sen cehennemliksin demeye hakkın yok…

Tövbe Kapısı Açıktır

Tokat’ta yaşanmış bir olay.  Tokat’ın bu asırda yaşamış müftülerinden biri, onu tanıyan birçok adam var. Bir taziyeye gitmiş, çok yağmurlu bir gün, oradan da geç kalkmış. Gecenin geç vaktinde eve giderken bakmış ki sarhoş bir kişi yalpalayıp duruyor, etrafta kimse yok. Müftü Efendi haline bakmadan sırtına almış sarhoşu evine götürmüş, sarhoşun hanımına demiş ki: “Kızım kocan galiba biraz rahatsız oldu, yolda buldum, onu rahat ettir.” Hanım tabi tanıyor müftüyü, telaşa kapılmış. Sabah adam ayılınca “Ne rezil adamsın sen, koskoca müftü seni sırtında getirdi.” demiş. Adam kalkmış gusletmiş, müftünün elini öpmeye gitmiş, azarlanmayı da bekliyormuş… Yüzüme vuracak, rezil edecek beni, aman efendim kimseye söyleme diye yalvarmaya gitmiş. Müftülüğe varıyor, içeri giriyor, “Efendim bir kötülüktür işledim, ne olur kimseye haber vermeyin.” deyince, müftü: “Oğlum ne kötülüğü! Galiba biraz rahatsızdın, ben de sana yardım ettim, her Müslüman’ın vazifesi. Ne kötülüğün var ki kötülüğünü söyleyeyim, hadi sen işine bak, hiçbir kötülüğün yok.” demiş. Adam müftüye “Seni seviyorum...” diyor ve çıkarken tövbe ediyor. Şimdi, “Be hey zalim, niye içki içtin?” diye tekmelemek tebliğ değildir. İşte bu hoşgörüyü de ancak mürşidler yapıyor. 

İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sani

Onlar tasarruf gücünü yüzlerce yıl ötesine taşıyabiliyor. İmam-ı Rabbani, Müceddid-i Elf-i Sani diyoruz, ikinci bin yıla etkisi olacak biri yani. Müceddid-i Elf-i Sani kolay bir isim değil. Biz kendimiz tebliğde bulunmuyoruz, kendimiz irşad etmiyoruz, Allah Rasulü bin dört yüz yıl evvelden irşad ediyor, onunla addederek yapıyoruz görevimizi. Dolayısıyla din adına kabalık yanlıştır. Din adına enaniyet de yanlıştır, bencillik de yanlıştır. İşte Feyz Dergisi insanlara İslam’ı sevdirerek, gönüller kazanma aracıdır. Şeriatın emirlerini gönül rızasıyla yaşamanın eğitimidir bu yol...

Şeriatın emirlerini gönül rızasıyla yaşayan adamın hali hakikattir. “Şeriat tarikat yoldur varana, hakikat marifet ondan içeri” diyor ya. İşte şeriat sabit olacak, Hazreti Mevlana’nın dediği gibi pergelin sivri ucu orada sabit kalacak, tarikat onun emirlerini gönül rızasıyla yapmak. Ezan okununca “Yine mi ezan okundu ya!” diyen de var, camiye ziyafete gider gibi giden de var. İşte tarikat camiye ziyafete gider gibi gitmenin eğitimidir. Mesela bu eğitim oruçta çok kolaydır. Bir insan oruç tutuyorsa iftara yarım saat kala silah çeksen bozmaz orucunu. Çünkü şeriatın emrine uymaktan çok haz alıyor insan. İnsanda gönül vardır, nefs vardır, nefs şeytanın emrindedir, ruh da Rabbimizin emrindedir. Beden gönle ve ruha uygun davranışlardan haz duyar aslında. Mesela cebinizde bir miktar para olsa ve gidip çok lüks bir lokantada yemek yeseniz, helal para ile helal yemek yediğiniz halde, çıkarken “Bu paraya iki kilo et alırdım.” der ve israftan dolayı pişman olursunuz. Ama o paranın bir dirhemini bile yemeden bir fakire verseniz öyle bir mutluluk duyarsınız ki, tarifi imkansız. Çünkü bir fakiri ihtiyaçtan kurtardınız… Tasavvuf  bu aslında. Tasavvuf dünyada mutlu yaşamanın yoludur. Tabi sabır gerekir, tabi sağlam irade gerekir. 

Nefsi Öldürme Şansına Sahip Değiliz

Gönül İslam’a uygun davranışlardan gıdalanır. Nefs de şeytanın saptırmasıyla yapılan aykırı işlerden zevk alır. Arada bir fark var; nefse uyarak yaptığımız işlerde aldığımız sevinç geçicidir, mutlaka pişmanlığa dönüşür. Mümkün müdür kumar oynayıp parasını kaybeden bir adamın “İyi ki kumar oynadım!” demesi?  Mümkün değil, deli olan yapmaz bunu, ama bütün parasını bir hayra sarf eden adam sevinir. İkisinde de para gitti ama birinde mutlulukla gitti. Dolayısıyla zaten Kur’an-ı Kerim’deki mesaj da budur. Nefsi terbiye etmektir asıl olan, yoksa nefsi öldürme şansına sahip değiliz. Terbiye ede ede gönül haline getirmek, ruhla paralel hale getirmektir amacımız. 

Ayet-i kerimede “Yâ eyyetühen nefsül mutmeinneh” var ya, nefsin itminan noktası yani sırasıyla nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne. Nefs-i mutmainne noktasına varan, nefsin çok adi bölümlerini kopartan, oraya düşmeyen, nefs-i mutmainneyi hal değil makam haline getiren, geçiciliklerden kurtaran adam evliyadır. Daha sonra nefs-i râziye, nefs-i merdiye gibi noktalar ki bunlar da derecenin yükselmesidir. Nefs-i mutmainne noktasına varan insan o zaman kötülüğün hiçbirinden haz almaz, ona ancak iyilik mutluluk verir, ruha da iyilik mutluluk verir. İşte tasavvuf insanı bu noktaya götürmeye çalışır. Bu noktaya varan insanın düşmanlık hisleri gitmiştir, enaniyeti kırılmıştır, benlikten uzaklaşmıştır. Dolayısıyla bu noktaya varan insan toplum için de hayırlıdır, kendisini de kurtaran bir insandır. İyilikte sebat etmek lazımdır. Dolayısıyla insanın sürekli değişmesi gerekir.

Allah Yolunda Olanı Kınarlar

Bazen sen değişmişsin diye kınayan insanlar olur. “Tabi canım ben odun değilim ki sabit kalayım, elbette değişeceğim.” Değişimi iyiye doğru giderse gönül zafer kazanır, değişimi kötüye doğru giderse nefs zafer kazanır. Nefse uymak dünyada ve ukbada insana fayda vermez. Dünyada ve ukbada kârlı çıkmak Allah’ın emirlerine uymaktır ki o da ruhun yoludur. Mürşidler gönle hitap ettikleri için başarılıdırlar. Allah’a emanet olun...