Bilimi her zaman temel referans kabul etme veya her şeyi bilime çek ettirme kaygı ya da takıntısı nereden kaynaklanmaktadır hiç düşündünüz mü?
Bilim, maddesel evrenin yapısını ve davranışlarını deney ve gözlemler aracılığı ile inceleyen entelektüel çalışmalar bütünüdür. Bilim filozoflarınca bilimin şu özelliklere sahip olduğu belirtilir:
Bilim, somut olgulara yönlenerek doğrulanabilir olan ifadeleri inceler.
Bilim mantıksaldır. Bilimsel ifadeler, mantıksal açıdan çelişkisiz ifadeler olmalıdır.
Bilim objektiftir. Bilim, öznel ifadeler ile değil nesnel ifadeler ile ilgilenir.
Bilim eleştireldir. Bilimdeki mevcut her kuram çürütülebilir veya değiştirilebilir; her kuram yerini başka bir kurama bırakabilir.
Bilim genelleyicidir. Bilim, tek tek bütün olgular ile ilgili gözlem yapmaz; bunlar ile ilgili genel kurallar ve bağıntılar bulmaya çalışır.
Bilim seçicidir. Bilim, her türlü olguyla değil yalnızca ilgi alanına giren olgularla ilgilenir.
Bu özelliklerin dışında bilimin bir takım inançlara dayandığı da ifade edilir:
Bilim realisttir. Buna göre dış dünya, özneden bağımsız ve gerçektir.
Bilim rasyonalisttir. Buna göre dünya, anlaşılabilir ve akla uygun bir dünyadır. Bu nedenle olguları akıl yolu ile kavramaya elverişli bir düzeni vardır.
Bilim nedenselcidir. Buna göre doğadaki her şeyin bir nedeni vardır, doğadaki bütün olgular arasında neden-sonuç ilişkisi bulunur.
Bilim sayısalcıdır. Buna göre var olan her şey ölçülebilirdir.
Bilimde bulunması gereken bir diğer nitelik de bilimsel bilginin “yanlışlanabilir” olmasıdır. “Yanlışlanabilirlik İlkesi”, Popper’in bilim kuramının temelidir.
Onun bilimsel yöntem görüşü, “Bütün sistemleri zorlu bir sınamadan geçirerek, sonunda nispeten elverişli”sistemi seçmek amacıyla, her kuramı yanlışlamaya tabi tutmaya” dayanır. Çünkü Popper’e göre, tümevarım ilkesinin geçersizliği nedeniyle, kuramlar hiçbir zaman deneysel olarak doğrulanamaz. O halde, bir teorinin bilimsel olabilmesi için yanlışlanabilir olması gereklidir. Popper, hangi kuram olursa olsun bilimselliğin ampirik destek sağlamada değil, kuramın hangi koşullar altında yanlış olduğunu belirlemeyi esas almıştır. Eğer bir kuram yanlışlanabilir ise, bilimseldir. En iyi kuram “zamana bağlı olarak yanlışlanabilir, çürütülebilir olan kuramdır” demiştir Karl Popper.
Örneğin suyun 100 santigrat derecede kaynadığının bilimsel bir yasa olduğuna inanmakla işe başlarız. Doğrulayıcı durumlar ne denli çok olursa olsun, bunu kanıtlamaya yetmez; ama geçerli olmadığı durumları arayarak bunu sınayabiliriz. Hayal gücümüzü yeterince işletirsek, çok geçmeden, suyun kapalı kaplarda 100 santigrat derecede kaynamadığını keşfederiz. Böylelikle her zaman geçerli bilimsel bir yasa sandığımız şeyin öyle olmadığı anlaşılır. Yine, İnsanoğlunun, Dünya`daki yerçekimine ayarlı ağırlığı da değişebilmekte, gezegenlerin kendilerine özgü çekim kuvvetleri nedeniyle örneğin, 45 kilo ağırlığındaki biri, Merkür ve Mars`ta 17, Venüs ve Uranüs`te 40, Satürn`de ise 47 kilo ağırlığında olabilmektedir.
Yukarıda naklettiğim bilgiler, bilimin ne olup ne olmadığına yönelik temel bilgilerdir. Bilimselliğin parametreleri yalnızca bunlardan ibaret değildir. Yeri geldikçe bilimsel bilginin kritiğini yapmaya devam edeceğimizi belirtmiş olalım.
EVRENİ, EŞYA VE OLAYLARI AÇIKLAMADA BİLİM TEK BAŞINA YETERLİ MİDİR?
Algılarla olgular birbirinden farklıdır ve çoğu zaman birbirleriyle karıştırılır. Bu karıştırmalar bilgisizlikten kaynaklanabileceği gibi ‘kasıt’ saikiyle de söz konusu olabilir. Din ve bilim de bu karıştırmalardan ziyadesiyle nasibini almış iki hayati konudur. Hayati diyorum çünkü insanlar; dünya, ölüm ve ölüm sonrasını bu iki referans doğrultusunda dizayn etmektedirler.
Tarih boyunca bu iki fenomen insanlığın temel ilgi alanı olmuştur.
Modern bilim, tarihsel açıdan 16. yüzyıla kadar geriye gider. Nitekim bilim felsefesi ya da tarihine ilişkin eserlere bakıldığında modern bilim ifadesinin, batıda Rönesans ile başlayıp 18. yüzyılda aydınlanma çağıyla gelişen, 19. yüzyılda pozitivizm sayesinde yaygınlaşarak tüm dünya da etkisini hissettiren, 20. yüzyıla gelindiğinde bu yüzyılın egemen felsefe akımı pozitivizmle zirve noktasına ulaşan belli bir paradigmayı belirtmek için kullanıldığı görülür. Postmodernizmle birlikte ise metafizik olanı bilimin dışında bırakmaya imkan kalmayacağı, metafizik veya dinsel olan açıklamaların da bilimsel açıklamalarla eş değerde toplumun kabulüne sunulması gerektiği anlayışı ortaya çıkmıştır.
Bilimsellikle ilgili bu genel bilgilerden sonra sorumuzu tekrarlayalım: Bilim gerçekten her şeyi açıklayabilme gücü ve imtiyazına sahip biricik yol ve yöntem midir? Sınırları var mıdır? Bilimsel bilgi nerede başlar nerede biter?
Analitik anlamda bilimsel temel kabulleri sorgulayarak konuyu kritize edelim:
-Bilim deterministtir doğru, ne var ki bu yargı kuantum mekaniğinde geçerliliğini yitirmektedir. Mikro kozmozda, atom altı boyutlarda bu kural işlememektedir. Çünkü parçacığın noktasal mı yoksa dalgasal mı hareket edeceği önceden öngörülememektedir. Temel enstrüman madde olmakla beraber makro boyutlarda geçerli olan klasik fizik yasaları ‘nedensellik, kozalite’ gibi özelliklerini mikro ölçekte kaybetmektedir. O halde bilim determinist ise indeterminist olanı nasıl ve ne ile açıklayacağız?
-Olayların aydınlatılmasında temel iki soru vardır: “Nasıl?” ve “Neden?”. Nasıl sorusunun cevabı; olayların işleyiş mekanizmasını, kanun, kural ve formüllerini ortaya çıkarır. Objektif ve nesneldir. Fotoğraf çekmek, keşif yapmak, tutanak tutmak gibi bir şeydir. Evrende “nasıl?” sorusuna bulduğunuz her yeni cevap “bilim külliyesi”nin inşasına bir tuğla daha eklemek demektir. İnsanlığın binlerce yıllık bilim yolculuğu sonucunda elde ettikleri müktesebat, işte bu “nasıl?” sorusuna verilen cevaplar bütünüdür. Ancak ikinci bir soru daha vardır ki esas can alıcı noktayı bu soruya alınacak cevaplar teşkil etmektedir. O da “neden?” sorusudur. Evrendeki her bir olayın “nasılı”, konunun bilimsel boyutunu ihtiva eder. Önemlidir, açıklanmalıdır. Ama her şeyi açıklamada yeterli değildir. Çünkü insan beyni, aklı “neden?” sorusuna cevap bulamadığı müddetçe asla rahat edemeyecektir. Asgari bir zekaya sahip kişi dahi şunları soracaktır: Evren neden var? Ben neden varım? Bütün bu olayların nedeni nedir? Nasıl? sorusuna imkanlar ölçüsünde cevap bulabiliyorum ancak bunca olayın, varlığın var olma nedeni nedir? Neden doğdum, neden ölüyorum?...
Yukarıdaki soruları kim yanıtlayacaktır? “Nasıl?” sorusuna bilim cevap verebilirken, bilimin yanıtlayamadığı “Neden?” sorusunun cevabını nereden bulacağız?
-“Bilimsel bilgi ‘yanlışlanabilir’ bilgidir.” Bilimsellik parametrelerinden olan bu yargıyı da hem literal hem de içerik olarak sorgulayalım:
Bilimin yanlışlanabilir olması mutlaklık iddiasında bulunan bilimsel materyalizmi ve pozitivizmi kökten sarsmış ve çatırdamasına yol açmıştır. Bilim felsefecisi Popper, bilim ideologlarına büyük bir darbe indirerek hayırlı bir sonuca imza atmış ancak bu anlayış, başka türlü komplikasyonların bilim istismarcıları tarafından kullanılmasına engel olamamıştır.
Bilim her zaman yanlışlanabiliyorsa bu durumda bizler “yanlışlanamayan, her zaman doğru olan bilgi”ye bilimsel yöntemlerle hiçbir zaman ulaşamayacağız demektir. Şimdi ontolojik ve epistemolojik bazı sorular soralım: Yanlışlanamayan bilgi yok mudur? Bilgi sadece bilimsel bilgiden mi ibarettir? Başka türlü bilgi kaynakları yok mudur? Yanlışlanabilen bilgi mi, yoksa her zaman ve mekanda geçerli olan, sürekli doğrulanan bilgi mi üstündür?
Bu noktada bilimsel bilgiyi putlaştıran bilimciler şöyle tuzak bir argüman ileri sürerler: “Bilimsel bilgi sorgulanabildiği için yanlışlanabilmektedir. Oysa din dogmadır, tabudur, sorgulanamaz. O nedenle de yanlışlanamaz.”
Bu ifade tam bir tuzaktır. Çoğu kişi bu klişeyi hiç sorgulamadan alır ve kabul eder. Oysa işin aslı hiç de öyle değildir. Anlatmak istedikleri şudur: “Dindarlar sorgulamaya yanaşmadıkları, korktukları için inançlarını bir ön kabul olarak benimser ve içselleştirirler. Dolayısıyla da inandıklarının doğru mu yanlış mı olduğunu çek etme şansları olamaz, hep doğru olduğuna kendilerini şartlarlar.”
Burada yine bazı sorular soralım: İnanan kişi inandığı değerlerin doğruluğunu test etmiş, sağlamasını yapmış, doğruluğunu kanıtlamışsa iddianız çökmüş olmayacak mıdır?
İnancın yanlışlanamaz olması iki nedene bağlı olabilir: Kişi, ya gerçekten bilimcilerin iddia ettiği gibi inancını sorgulamaz, dogmatik ve fanatik bir şekilde inanır -nitekim milyarlarca insan hiç sorgulamadan ineğe, dağa, taşa, yıldızlara… daha bir sürü toteme inanır da acaba bu inandıklarım doğru mu diye bir kuşkuculuğa yer vermez- ya da inandıklarını akıl süzgecinden geçirerek ve ideolojik olmayan objektif bilimle tahkik ederek inanmış olabilir.
Eğer insanlar inanç referanslarını kritik etselerdi çoğu dinini değiştirirdi. Bu anlamda bilimcilerin iddiaları doğrudur. Kişi dogmatik bir şekilde ineğe tapıyor, ne diyebilirsiniz ki?
İşte yukarıda tuzak olarak bahsettiğim nokta da burası: Bilimciler dini eleştirirken hiçbir ayıklamaya tabi tutmaksızın bütün dinleri aynı potaya koyarak kıyıma uğratmaktadırlar.
İNANCIN TAHKİKİNE İZİN VEREN TEK DİN İSLAM’DIR
“Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.”
“Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız batınca, batanları sevmem, dedi.”
“Ay’ı doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. O da batınca, Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yoldan sapan topluluklardan olurum, dedi.”
“Güneşi doğarken görünce de Rabbim budur, zira bu daha büyük, dedi. O da batınca dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.” (En’am, 6/75,76,77,78)
Yukarıdaki ayetlerde bildirilen hakikat; Hz. İbrahim’in, tahkiki imana giden yolda, akl-ı selim ve onun ürünü olan doğru bilgiden hareketle sahih bir imana ulaşma yöntemini kullanarak, gerçekten tapılmaya, ibadet edilmeye lâyık tek bir Allah’ın varlığı inancına ulaşmasıdır. Hz. İbrahim, böyle bir mantık yöntemiyle Allah’ın birliğini ispat için, akıl yürütme yoluyla çıkarımda bulunduğu delilleri kullanarak, kavminin “tanrı” olarak taptıkları yıldız, Ay ve Güneş gibi şeylerin tapınmaya lâyık varlıklar olmadığını göstermiş olmaktadır.
“Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut’u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim: Rabbim hayat veren ve öldürendir, demişti. O da: Hayat veren ve öldüren benim, demişti. İbrahim: Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir, dedi. Bunun üzerine kâfir şaşırıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez.” (Bakara, 2/258) Bu ayetle de Hz. İbrahim’in Nemrut’a Allah’ın varlığı hususunda ispat yöntemini kullandığını görmekteyiz.
“Hani İbrahim, “Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” demişti. (Allah ona) “İnanmıyor musun?” deyince, “Hayır (inandım) ancak kalbimin tatmin olması için” demişti. “Öyleyse dört kuş tut. Onları kendine alıştır. Sonra onları parçalayıp her bir parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Sana uçarak gelirler. Bil ki şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara, 2/260)
Hz. İbrahim’in, Allah’ın ölüleri dirilteceğinden, onları diriltmeye gücünün yeteceğinden zerre kadar şüphesi olmadığı ortadadır. Ancak onun, konuya dair bilgisini, dolayısıyla ona dayanan imanını daha da pekiştirmek için, bilip-inandığı bir şeyin hakikatinin bilgisine ayrıca bir de gözlem yoluyla ulaşmak istediği anlaşılmaktadır ki bu, kesin bilgiye dayalı sahih bir imanın önemine vurgu yapması bakımından bizlere de örneklik teşkil etmektedir.
Yukarıdaki ayetlerden anlıyoruz ki İslam ve Kur’an sorgulama, tefekkür ve muhakemeye dayalı imana ruhsat vermekte hatta teşvik etmektedir. İmanda derinleşmeyi ifade eden “ilmel yakîn, aynel yakîn, hakkal yakîn” nitelemeleri de bu hususu tasdik ve teyid etmektedir. Tüm bu açıklamalardan anlıyoruz ki bağnaz bilimcilerin iddia ettiği gibi; “Din dogmatiktir, sorgulanamaz.” tezi İslam için kesinlikle geçerli değildir.
Peki gerçek bu kadar yalın olduğu halde söz konusu iddia neden ısrarla sürdürülmektedir?
Çünkü bilim, bazı çevreler tarafından din hâline getirilmiştir. Ateist pozitivizm, Allah’sız bir bilim üretmiştir. Fakat insan fıtratı, naturası gereği mutlak inanma ihtiyacı ile kodlandığı için vicdanlarda var olan bu inanma ihtiyacı hiçbir zaman yok edilememiş, bastırılarak ters yüz edilmek suretiyle bilim, din hâline getirilmiştir. “Bilim” “din” olunca “tesadüf” de “ilah”ları olmuştur. Maalesef materyalist bilimin serüveni kısaca budur. İster materyalizm, pozitivizm; ister nihilizm, naturalizm veya bu anlayışların ekonomik, sosyal ya da siyasi yansımaları olan Marksizm, komünizm ya da biyolojik tezahürü olan Darvinizm olsun, hepsinin temelinde yaratılış karşısındaki duruşlarında ortak payda “ tesadüf” olgusudur. Tesadüf ise literatürde yer alan bilimsel bir kavram değildir.
Tesadüf iddiası aynen evrim iddiası gibi metafizik bir kilitlenmedir. İddialarının tersiyle sonuç vermesi gerçekten ilginç bir ironidir. Nitekim Karl Popper, evrim teorisinin epistemolojik sorgulamasını yaptıktan sonra şu sonuca varır: “Evrim teorisi bilimsel bir teori olmayıp metafizik bir araştırma programıdır.” Kuantum mekaniği, “akıllı tasarım” (intelligentdesign) çalışmaları, holografik evren modelleri, DNA’nın bulunması… gibi gelişmeler de materyalizme vurulmuş büyük darbelerdir.
Daha önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz şu tespiti burada da tekrarlamakta yarar vardır: “Tüm bu gerçeklere rağmen inkarcılar her zaman var olmuştur, var olmaya da devam edecektir. Çünkü bu dünya imtihan yeridir. İnkarcıların inkarı, hiçbir delile dayanmayan tamamen inat ve taassup eseridir. Bunun adı “körü körüne inkâr etmek”tir. Bu durum ise tam bir “yobazlık” tanımıdır. Patolojidir. Kendi vicdanlarında derin bir yara olarak hissettikleri bu duygudan kurtulabilmek için karşılarındaki inanan insanlara “yobaz, bağnaz” yaftası vurarak projeksiyon yapmakta, rahatlamaya çalışmaktadırlar. Bu da klasik bir “psikolojik savunma mekanizması”dır.
DİN VE BİLİM ÇATIŞIYOR MU ÇATIŞTIRILIYOR MU?
Din ve bilim –ki burada dinden kastedilen İslam’dır– hiçbir zaman çatışmaz. Ancak bağnaz insanlar tarafından çatıştırılır. Problem, materyalist ve pozitivistlerin bilimsel bilgiye yetki aşımı yaparak, alanı ve tanımı dışında anlam yüklüyor olmalarından kaynaklanmaktadır. Bilime ideolojik bir gömlek giydirmek istemektedirler. Ancak son zamanlarda, özellikle de bilimsel gelişmeler nedeniyle her tarafta müthiş bir dine yöneliş başlamıştır. Genelde dinin, özelde de İslam’ın bu kadar dünya gündeminde olma nedeni bilim ile dinin artık buluşuyor ve kucaklaşıyor olmasıdır. “Biz gerek âfakta gerekse enfüsteki delillerimizi, âyetlerimizi sizlere göstereceğiz. Sizler de Kur’an’ın hak olduğunu ve her söylediği şeyin hakikat olduğunu kavrayacaksınız. Şayet bunu yapmazsanız biliniz ki her şeye şahit olarak Rabbiniz Allah yeter.” (Fussilet, 41/53) buyrulması, yaşamış olduğumuz gelişmelerin aslında birer Kur’an mucizesi olduğu hakikatini vurgulamaktadır. İster geçmiş zamanların arkaik inanışları isterse de günümüzün çağdaş görünümlü ve bilim katkılı putları olsun, son kertede hepsi, hakikate gözlerini kapatmış insanların ruhlarına kodlanmış inanma ihtiyaçlarının bastırılmış olmasından kaynaklanmaktadır. “Bilimin dinleştirilmesi” olgusu da her ne kadar kisve değiştirmiş olsa da bu anlayışın modern zamanlardaki sapkın yansımasından başka bir şey değildir.
“Hayır, biz hakkı batılın üzerine atarız da beynini parçalar. Bir de bakarsın yok olup gitmiş. Allah’a karşı yakıştırdığınız nitelemelerden ötürü yazıklar olsun size!” (Enbiya, 21/18)