“Kalbi imanla dolu olduğu halde zorlanan kimse hâriç, inandıktan sonra Allah’ı inkâr eden ve böylece göğsünü küfre açanlara Allah’tan gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl, 16/106)
Tefsir kaynaklarımızda yukarıdaki ayetin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir olay anlatılır: İlk Müslümanlardan olan Ammar b. Yasir (r.a.), Mekke’de İslâm’la şereflenen ilk kırk kişiden, Müslümanlığını ilan eden ilk yedi kişiden biridir. Babası Yasir ve annesi Sümeyye (r.anhüm), evlatları Ammar’ın İslâm’ı kabulünden hemen sonra Müslüman olmuşlardır. Ammar bin Yasir’in annesi ve babası, Hazreti Peygamber’in akrabaları ve yakın dostları dışında, İslam’ı kabul eden ilk kişilerdir. Bu İslam ailesi, sırf “Rabbimiz Allah’tır.” dedikleri için akla hayale gelmeyecek derecede Ebu Cehil ve arkadaşları tarafından ağır işkencelere maruz bırakılmışlardır. Mekke müşriklerinin işkencesi sonucunda Ammar’ın babası Yasir ve annesi Sümeyye (r.anhüm) şehit olmuşlardır. İslam’ın ilk şehitlerinden olan annesini ve babasını gözünün önünde kaybeden Ammar, müşriklerin yaptığı ağır işkencelere dayanamayarak, onların istediği Lât ve Uzza putları lehine, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in aleyhine sözleri söyler. İşkenceden kurtulunca soluğu Hz. Peygamber’in huzurunda alan Ammar b. Yasir, “Perişan oldum!” der ve başından geçen olayı Resul-i Ekrem (s.a.v.)’e bir bir anlatır. Bunun üzerine Allah’ın Resulü: “Kalbini nasıl buluyorsun Ey Ammar.” diye sorar. O da: “İmanla dopdolu buluyorum Ey Allah’ın Elçisi.” deyince, Resulullah Efendimiz şöyle buyurur: “Eğer bir daha seni yakalarlarsa aynı şekilde davran!” İşte bu olay üzerine Nahl suresinin 106. âyeti nazil olmuştur. (Bkz. Mâtürîdî, Ebû Mansûr, Te’vîlâtü’l-Kur’an, (Tahk. H. İbrahim Kaçar), İstanbul: Dâru’l-mîzân, 2006, VIII, 203)
İlk Müslümanlardan Ammar b. Yasir ailesinin yaşadığı durum ve bu durum üzerine inen bu âyetten hem İslam fıkhında ve hem de İslam Kelamında ikrah-ı mülci, azimet ve ruhsat gibi terimler geliştirilmiştir. İkrah, sözlükte; “bir şahsı hoşlanmadığı bir işi yapmaya zorlamak” demektir. İkrahtan söz edebilmek için, zorlayanın yaptığı tehdidi yerine getirebilecek güçte olması gerekir. Zorlanan kişinin de, tehdit eden kişinin tehdit ettiği şeyi yapacağına dair içine korku düşmesi ve bu korkunun etkisiyle fiili işlemesi gerekir. Tehdidin, zorlanan şahsın canına, malına ve yakınlarına yönelik olması ve zorlanan fiilin yasak veya zorlanan kişiyi külfet/meşakkat altına sokan bir eylem olması şartı vardır. İkrah, ikrah-ı mülcî ve ikrah-ı gayr-i mülci diye ikiye ayrılır. İkrah-ı mülci, ölüm veya bir uzvunu kesmek gibi kişinin canına veya bir organına yönelik bir tehditle zorlamadır. Bu, ihtiyarı bozar ve rızayı ortadan kaldırır. İkrah-ı gayr-i mülci ise, öldürme veya bir organı yok etme tehdidini içermeyen, dövme, hapis, bir kısım malı telef etmekle tehdit etmek gibi zorlamalardır. Ancak mülci ikrahın fiillere etkisi bakımından fiiller üçe ayrılır: (Bkz. Dini Kavramlar Sözlüğü, Ankara: DİB Yayınları, 2010, s. 304-305).
Birinci kısım fiillerde, kişinin ikrah-ı mülci halinde hem dünyevî ve hem de uhrevî cezası kalkar: “Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da, istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Bakara, 2/173) âyeti buna delildir. İçki içmeye zorlanan kişi gibi. Bu durumda zorlanan, fiili işlemediğinden öldürülürse günah işlemiş olur. (Dini Kavramlar Sözlüğü, s. 304-305)
İkinci kısım fiillerde, yasaklık ortadan kalkmamakla birlikte, zorlanana işleme ruhsatı doğurur. Allah’ı inkâr için zorlanmak böyledir. Tam ikrah ile Allah’ı inkâra zorlanan kişi, bunun tesiriyle, kalbinden inanmaksızın Allah’ı inkâr ederse kâfir olmaz. (Bkz. Nahl, 16/106). Bu, ruhsatı kullanmaktır. Çünkü iman, kalbî tasdiktir. Sahabeden Ammar b. Yasir’in durumu buna örnektir. Ancak inkâr etmeyip de ölürse sevap kazanmış olur. ( Dini Kavramlar Sözlüğü, s. 305) Bu da azimet yolunu seçmektir. Buna da Ammar b. Yasir’in babası ve annesinin şehadeti tercih etmeleri örnek gösterilebilir.
Üçüncü kısım ise, zorlanan kimsenin işlemesine ruhsat verilmeyen fiillerdir. Zorlanan bunları yaparsa günah işlemiş olur. Başkasını öldürmeye veya anne-babasını dövmeye zorlanmak böyledir. Bunları işleyen günahkâr olur. Ancak ikrah bulunduğundan, dünyevî cezası tam olarak tatbik edilmez. Mesela ikrah sebebiyle adam öldüren kişiye kısas tatbik edilmez. Adam öldürmenin cezası, zorlayan kimseye uygulanır. (Dini Kavramlar Sözlüğü, s. 305)
Öte yandan, inanan kimsenin imanından dolayı tehlike altında olması haline, düşmanlarına karşı ruhsatı kullanması “takiyye” olarak da ifade edilmiştir. Takiyye sözcüğünü Sünnilerden ziyade Şia zihniyeti kullanmıştır. Sözlükte korunma, korkma, gizlenme, sakınma anlamına gelen takiyye, terim olarak “kişinin canına veya malına yönelik bir tehlike karşısında inancını gizleyip gerektiğinde aksini söylemesi” anlamında kullanılmaktadır. Bu kavram zaman, mekan ve şartlara göre, kişinin itikat ve inancını, olduğundan farklı bir biçimde ifade etmesi, kalbiyle inanmadığı bir şeyi dili ile ifade etmesi anlamını taşımaktadır.
Müminlerin, kafirlere karşı kalbî bir bağlanma ve derin bir muhabbet olmaksızın, mevcut bir tehdit veya tehlikeye karşı onlardan sakınıp korunma halinin ifadesi olan (Âl-i İmrân, 3/28) ayeti ile, “Kalbi iman ile dopdolu olduğu halde zora gelen müstesna, inandıktan sonra inkar edip gönlünü küfre açanlara Allah katından bir gazap vardır.” mealindeki (Nahl, 16/106) ayetinden hareketle kişinin sözü edilen tehlike karşısında asıl inancını gizleyebileceği belirtilmiştir. Yukarıda anlatıldığı gibi İslam’ın ilk yıllarında Mekke müşrikleri, Ammar ile babası Yasir ve annesi Sümeyye’yi dinden dönmeye zorlamış, babası ile annesi bunu reddedince öldürülmüş, Ammar ise eziyetlere dayanamayıp sözle inkârda bulunmuştu. Daha sonra durumu Hz. Peygamber’e bildirdiğinde Rasulullah cebir karşısında böyle davranılabileceğini belirtmişti. Bu ayetin Yasir ailesinin müşrikler tarafından reva görülen işkence üzerine nazil olması nedeniyle, benzeri durumlarda takiyye uygulamasına başvurulabileceği âlimlerin çoğu tarafından kabul edilmiştir.
Bu konu tarihi süreç içinde Ehl-i Sünnet ve Şia arasında farklı şekillerde değerlendirilmiştir. Ehl-i sünnet ekolu, takiyyeyi mal ve cana yönelik ciddi hayati tehlikelere karşı başvurulabilen savunma amaçlı bir ruhsat olarak değerlendirdiği için temel kaynaklarında müstakil olarak yer almamış, sadece konuyla ilgili ayetlerin yorumlarında ve fıkıh kitaplarının ikrah bölümlerinde zikredilmiştir. Şia’ya göre ise, itikadi esaslardan biri olarak görülmüş ve temel kaynaklarında müstakil başlıklar altında yer almıştır. Özellikle İmamiyye’de muhaliflerin baskısından kurtulmak, isyan etmeye elverişli bir durum ortaya çıkıncaya kadar toplumun ve yöneticilerin dikkatini çekmemek için ilk dönemlerden itibaren azimet (zorunluluk) vasfıyla takiyyeye başvurulmuş ve bu özellik, Şia’yı diğer mezheplerden ayırt eden ve onların diğer insanlara ve özellikle de idari yönetimlere karşı genel tavrını yansıtan temel bir davranış şekli olarak kaynaklarda yer almıştır. Takiyye, Şia fırkaları içinde, kendilerinden olmayan iktidarları gayr-ı meşru, zalim ve günahkâr olarak tasavvur etmenin aracı olarak uygulanmış ve on ikinci imamın ortaya çıkıp bütün dünyayı hâkimiyeti altına alacağı devirle sona ereceği belirtilmiştir. (Bkz. Küleynî, el-Usûl mine’l-Kâfi (nşr. Ali Ekber el-Gaffari) Beyrut, 1401, II, 217; İbn Bâbebeyh, Risâletü’l-İ’tikadai’l-İmamiyye:Şii İmamiyye’nin İnanç Esasları (trc. Ethem Ruhi Fığlalı), Ankara, 1978, s.127; Öz, Mustafa, “Takiyye”, DİA, İstanbul, XXXIX, 453, 454)
Ehl-i Sünnet âlimlerine göre takiyye can ve mala yönelik ciddi bir tehlikeye karşı, eyleme dönüştürülmeden, dille başvurulabilen bir ruhsat olarak kabul edilmiştir. Bunun yanında baskı ve zorlamaya karşı, takiyye yapmadan hakikati ortaya koymanın daha faziletli ve üstün bir davranış olduğu belirtilmiştir. Cana veya mala yönelik baskı ve zorlamanın olmadığı bir ortamda, farklı gerekçelerle takiyyeye başvurmanın meşru olmadığı başta İmam Gazali olmak üzere, birçok âlim tarafından dile getirilmiştir. (Bkz. Gazali, Ebu Hamid Muhammed, Fedâihu’l-Batıniyye, nşr. Abdurrahman Bedevi, Kahire, 1383/1964, s. 161) Bu çerçevede Müslümanlar arasında takiyye yapmak doğru bir davranış değildir.
Sonuç olarak, İslam’da “Zaruretler, haramları mübah kılar.” ilkesi mevcuttur. Bu ilkeden hareketle, insan hayatını korumak adına, nasıl ki, kişi haram olan yiyeceği yemediği ya da haram olan içeceği içmediği takdirde öleceği kesinse, aynı şekilde hem yaşam hakkını ve hem de manevi hayatı korumak için, kişi imanî konularda inkâra zorlandığında can tehlikesi de kuvvetle muhtemel ise, bu durumda diliyle inkârda bulunmasına ruhsat verilmiştir. Çünkü iman kalbî tasdikten ibarettir. İslam’ın yayılış tarihinde hem ruhsat ve hem de azimete dayalı din anlayışı yaşanmıştır. Sünni anlayış Şia gibi, imanı ve Müslümanlığı cana yönelik tehdit algılamasından dolayı gizlemeyi “takiyye” olarak nitelendirir. Ancak Sünni anlayış “takiyyeyi” Şiilerde olduğu gibi kendi mezheplerinden olmayan Müslümanlara karşı bir silah olarak kullanmayı meşru görmez. (Bu makale “Sana İtikattan Soruyorlar (İstanbul: Kitaparası Yayınları, 2018) adlı eserimizin 139-142. sayfalarından özetlenmiştir.)