“Allahım! Beni amellerin ve ahlâkın en güzeline kavuştur. Onların en güzeline ancak sen ulaştırabilirsin. Beni kötü işlerden ve kötü ahlâktan muhafaza et. Bunlardan ancak sen koruyabilirsin.” (Nesâî, İftitâh, 16)
Bu dua Efendimiz’in yaptığı kısa ama çok kıymetli dualardan bir tanesidir. İyice bakılırsa bu duanın çok büyük anlamlar içerdiğini fark edeceksiniz. Öyle ki adeta İslam’ın yüce gayesini özetleyen, amacını içeren, onun gönderiliş hikmetini anlatan bir dua...
Efendimiz (s.a.v.) öncelikle “Amellerin en güzeline kavuştur.” diyor...
Şu bir gerçek ki Kur’ân gibi semavi kitaplar gelmese ve Resuller aracılığı ile bu kitapların bilgileri bize ulaşmasa, amellerin en güzelini yalnız akılla bulmamız mümkün olmayacaktı. Aynı şekilde ahlakın en güzelini de. Zira kültürlere göre güzel amelin de güzel ahlakın da içerikleri çok değişebilmektedir.
Amellerin en güzeli diye neyi kastettiğini anlamak istersek hasenattan ve salihattan olan bütün güzel amelleri ifade ettiğini söylemek gerekir elbette.
Salihat ve hasenat ameller nelerdir, arasında nasıl bir fark vardır, belki burada küçük bir açıklama yapmak gerekecek.
Hasenat ameller, insanların şahsî olarak yaptıkları ihlaslı güzellikler, amel, ibadet ve iyilikleridir. Salihat ise hasenattan çok daha geniş manada, tüm ibadetleri yerine getirmekle birlikte, insan ve diğer mahlûkatın maddî manevî hukukuna da tam riayetten ibarettir.
Güzel ahlakın en güzeli de ancak Kur’ân’la ahlakını tezyin etmiş, süslemiş olan Efendimiz’in (s.a.v.) ahlakıdır. Bu ahlakı da akılla, felsefeyle, cehtle, gayretle bulmak, buna ulaşmak mümkün değildir. O nedenle bu konuda Efendimiz’i örnek almaktan başka çıkar yol yoktur. Zira O’na da bu ahlakı Yüce Rabbi öğretmiş, O Yüce Nebi’yi Yüce Rabbi terbiye etmiştir. İşte bu gerçek nedeniyledir ki “Ey Rabbim, Amellerin en güzeline ve ahlakın en yücesine ancak sen kavuşturabilirsin.” diye Efendimiz (s.a.v.) bu hakikati duasında dile getirmiştir.
Güzel amellerin ve güzel ahlakın zıddı ise kötü işler ve kötü ahlaktır. Bunların künhünü bulmak, tespit etmek de beşerin takatini, kapasitesini çok aşar.
Güzel amellerin ve güzel ahlakın temeline ise kesinlikle Allah ve ahiret inancını koymak gerekir. Bu iki haslet olmadan en güzel olan işlere ve en güzel ahlaka ulaşmak asla mümkün değildir. Yani İslam imanı ve inancı olmayan başka din ve görüşlerden, fıtraten “güzel ahlaklı” kişiler çıkabilir ama “en güzel, en yüce ahlaklı” kişiler asla çıkamaz.
İman, İslam ve ihsanı tarif eden şu meşhur hadisi okuyucularımızla birlikte hatırlayalım.
Bir gün Allah Resulü (s.a.v.) ashabıyla sohbet ederken bir adam çıkageldi. Elbisesi bembeyaz, saçları simsiyahtı. Kimse onu tanımıyordu. Uzaktan gelmiş olmalıydı. Ama üzerinde hiçbir yolculuk belirtisi yoktu. Peygamberimiz’in yanına oturdu ve “Ya Muhammed! Bana İslam’ı anlat.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “İslam, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik etmen; namazı kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve eğer gücün yetiyorsa haccı yerine getirmendir.” Gelen kişi “Doğru söyledin.” dedi. Ashâb-ı kirâm, adamın hem soru sorup hem de cevabı tasdik etmesine şaşırdı. Sonra adam, “Bana imanı anlat.” dedi. Peygamberimiz, “İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmandır.” şeklinde cevap verdi. Adam yine, “Doğru söyledin.” diye onayladı. Sonra da “Bana ihsanı anlat.” dedi. Peygamberimiz, ihsanı şöyle tarif etti: “İhsan, Allah’ı (C.C.) görüyormuşsun gibi O’na kulluk etmendir. Çünkü sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” Adam, kıyametle ilgili bazı sorular da sordu ve yanlarından ayrıldı. Sevgili Peygamberimiz olaya şahit olan Hz. Ömer’e şöyle buyurdu: “O, Cebrail idi. Size dininizi öğretmeye gelmişti.” (Buhârî, Îmân, 37)
Bu hadis-i şeriften özellikle şu son cümleyi ayırarak burada değerlendirmek istiyorum.
“İhsan, Allah’ı görüyormuşsun gibi O’na kulluk etmendir. Çünkü sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” Bu hadis-i şerif İslam’ın ve samimi bir kulluğun muhteşem bir özetidir.
Bir Müslüman’a “Allah (C.C.) seni görüyor mu?” desek, “Ne biçim söz, tabii ki görüyor.” der.
“Her zaman ve her yerde mi?” desek, “Elbette.” der.
“Günah işlerken de mi?” desek boynunu büker, yine “Evet.” der.
Arkasından da cevabı hazırdır: “Ne yapalım nefsimize söz geçiremiyor, ona uyuyoruz, Allah bizleri affetsin.”
İnkâra göre elbette daha iyi bir yerde durur bu tür Müslümanlar.
Ama asıl yapılması gereken ise bu gerçeği imanımıza uygun şekle dönüştürmek, yani inandığımız, ikrar ettiğimiz gibi bir hayat sürmektir. Fakat bu zordur, çok çaba ister. Hatta şu şaşaalı dünyadaki yaşam amacımızın yönünü, istikametini tamamen değiştirmek ister.
Evet, bu söz doğru, kişilerin yaptıkları nefse tabi olmaktır. Zira iman var ama gücü zayıf, belli belirsiz bir etki alanı var. Özellikle çok arzuladığı, nefsin çok hoşuna giden günah işlerde ise etkisi sıfıra yakın. Bu durumda imanın etkisini artırmak, ışığını çoğaltmak lazım ki günah arzularına baskın gelsin, o kişileri nefsin ve şeytanın tesirinden kurtarsın.
Şöyle bir örnek verelim: Bir büyüğün yanında iken ona karşı edepsizlik yapabilir miyiz? O’nun huzurunda çirkin günahları işleyebilir miyiz? Hayır, yapamayız, çünkü onun huzurunda olduğumuzu hem aklen hem fiziken biliyor, görüyoruz. Bu şekilde utanır, hayâ ederiz veya en azından riyamız devreye girer. Evet, nefs böyle durumlarda bizlere sorun çıkarmaz. İşte aynı etkiyi Allah (C.C.) bizi görüyor, melekler bizi kameraya alıyor, hayatımızı arşivliyor diye inanırsak da görebiliriz. Böyle bir durumda nefs yine aynı tepkiyi verecek ve bizden günah işleri istemeyecektir.
İşte özde Müslümanlık ile sözde Müslümanlık arasındaki fark budur. Allah’ın (C.C.) bizi gördüğünü, gözetlediğini, her anımızdan, her günümüzden, her saatimizden haberi olduğunu, vücudumuzda kaç hücre var, kaç atom, kaç molekül var bildiğini bilmemiz ve buna yürekten iman etmemizdir.
Ama şu bir gerçek ki aklen bizi yarattığına ve her an yaşattığına imanınız inancımız tam olsa özde Müslüman olmamız sadece bu bilgilerle mümkün değildir. Burada devreye başka güçler girmeli; mesela ruhumuz, mesela duygularımız bu konuda aklımıza eşlik etmeli. Ruhu ve duyguları devreye sokmak demek ise nefs ile cihada tutuşmadan mümkün değil. Yani aklen tasdik ettiğin bir hakikate nefsini ve duygularını da inandırıp mutmain etmek istiyorsan, bunun ilacı bilgi değil, maneviyattır. Bu maneviyatı elde etmek için savaş ise cidden çok büyük bir savaştır ki bir Müslüman’ın her gününü, her saatini hatta her anını kuşatan bir savaştır. Öyle ki başka türlü bu savaşın gerçek bir mücahidi ve kazananı olmak da mümkün değildir.
Bu hadis açıkça bu savaşı bizden istemekte, zira bu konuda başarılı olursak iman bizlerde vicdanileşir. Akıldan kalbe, tüm duygulara siner ve bizler öte âleme gitmiş gelmiş gibi oluruz. Zira ahiret âlemini, kabir âlemini, meleklerin ve peygamberlerin ruhlarını görmek, onlarla konuşmak aslında bu âlemde de mümkün. Binlerce, yüz binlerce Allah dostu buna şahitlik etmekte, bunun mümkün olduğunu kendi tecrübeleriyle söylemektedirler. Bu Allah dostlarının tecrübeleriyle söylediklerine inanmak istemeyen bir kişi eğer kasten inkâr etmiyorsa, paranoyak bir ruh hastasından başka bir şey değildir kanaatimce kusura bakmasın.
Yalnız bu hakiki iman, nefsle yaka paça olmadan, yani anne-babadan gördüğümüzle yetinip o ayarda yaşadığımız Müslümanlıkla asla olmaz. Şu kısacık dünya hayatında, makam mansıp sahibi olmak için adeta çırpınan insanoğlunun ahiretteki makamlara karşı bu duyarsızlığı hiç anlaşılır gibi değil. Bu Müslümanlık aslında Rabbimiz’in merhametinden hoş gördüğü, idare ettiği Müslümanlıktır.
Bu nedenle Efendimiz savaştan dönen ashabına “Küçük cihattan büyüğüne geldik.” demişti.
İşte nefsin şehvet ve arzuları ile savaşmak ve her an her saniye vesvese ve iğvalarıyla sana sataşan şeytanla savaşmak, gerçekten de büyük cihattır.
Düşmanla savaşmak ve bu savaşlarda can vermek çok kıymetli ise de nefsle savaşın yanında Efendimiz’in güzel tabiri ile ancak küçük savaştır işte.
Büyük Allah dostlarından biri ne kadar haklı söylemiştir: “Nefsiyle savaşa tutuşan insanın her saniyesine şehit sevabı verilir diye…” Zira düşmanla savaşta bakıyorsun, hayatında secdeye başı değmemiş bir asker de başarılı olabiliyor. Ama nefisle savaş ölene kadar dur durak bilmeyen bir mücadele istiyor.
Evet, son söz olarak diyelim ki aklen bildiğimiz imanî doğruları nefse ve duygulara tasdik ettirirsek bu dünyaya geliş amacımızı büyük bir başarıyla tahakkuk ettirmiş oluruz. Yoksa en fazla sınıfı kurul kararıyla geçen talebelerden oluruz ne diyelim…
Allah’a (C.C.) emanet olun.