Sosyallik İslam’ın Gereğidir / Şenel İlhan Beyefendi’nin Sohbetinden

 İnsan, yaratılışı icabı içtimâî/sosyal bir varlıktır ve tek başına karşılaması mümkün olmayacak kadar çok çeşitli ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla insanlar, toplum halinde yaşamalı, birbirleriyle sevgi ve saygı bağlamında kaynaşmalı, yardımlaşmalı ve Allah’a (C.C.) olan kulluklarını dahi beraberce yapmalıdırlar.

“Topluca Allah’ın ipine (Kur’ân ve Sünnet’e) sımsıkı sarılın, bölük pörçük olmayın…” (Âl-i İmrân, 3/103) ayeti gibi birçok ayette de görüldüğü gibi, Rabbimiz hem kalben sevgi ve saygı ile hem bedenen yardımlaşma ve dayanışma ile bir ve beraber olmayı ve ayrılıklardan uzak kalmayı biz kullarından ısrarla istemektedir…

Peygamber Efendimiz’in de (s.a.v.) hem ibadetlerde hem de sosyal münasebetlerde bir araya gelmenin ehemmiyetinden bahseden hadisleri bir hayli fazladır. Mesela: Cemaatle namazın önemi, Cuma namazı, bayram namazları, hac, zekât, infak, kurban gibi ibadetler; sıla-ı rahim, cenaze merasimleri, düğünler, hasta ziyaretleri gibi beşerî muameleler insanları hep sosyalliğe teşvik eden ibadetlerdir.

Şu hadis-i şeriflere bakalım:

“Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” (Buhari, Ezan 30)

“Allah’ın eli (yardımı) cemaatle birliktedir. Cemaatten ayrılan, cehennem yoluna ayrılmış olur.” (Tirmizî, Fiten, 7/2167)

“Şeytan insanın kurdudur. Tıpkı sürüden ayrılan koyunu kapan kurt gibi… Sakın gruplara bölünmeyin! Cemaatten, toplumdan ve mescitlerden ayrılmayın!” (Hâkim, I, 73/59)

“Mü’min başkalarıyla ülfet eder/hoş geçinir ve kendisiyle ülfet edilir. Kimseyle ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyen kişide hayır yoktur.” (Ahmed, II, 400, V, 335)

“Ben size yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız.” (Müslim, Îmân 93-94)

“Allah’tan kork ve hiçbir iyiliği küçümseme. Bu, su isteyen birisine kovandan su vermek veya Müslüman kardeşini güler yüzle karşılamak dahi olsa.” (Müslim, “Birr”, 144)

“(Mümin) kardeşine tebessüm etmen sadakadır.” (Tirmizî)

“Güler yüzle insanlara selâm vermen sadakadır.” (Câmiü’s-Sağîr, 4/1513)

“Allah yumuşak ve güler yüzlü kimseyi sever.” (Câmiü’s-Sağîr, 2/503)

Hem birlik beraberliğin önem ve ecrini hem de bunu sağlamanın kolay yollarını haber veren bu ve daha bunun gibi bir hayli hadis-i şerif gösteriyor ki sosyal olmaya önem vermeliyiz. Şeytana veya nefsimize uyarak yalnızlığı tercih etmemeliyiz.

Tabiî, insanlarla birlikte olmanın onlarla birlikte yaşamanın ve hareket etmenin getirdiği birtakım sıkıntılar olacak, Allah için onlara da tahammül etmeli, katlanmalıyız. Nitekim “İnsanların arasına karışıp onların ezalarına katlanan Müslüman, onlara karışmayıp, ezalarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507) buyuran Efendimiz (s.a.v.) ümmeti arasında böyle yaşadı ve bizlere de bu konuda örnek alınacak çok muhteşem bir hayat bıraktı…

Evet, şu bir gerçek ki İslam’ın emrettiği veya bizlerden istediği manada sosyallik hem dini yaşantımız için olsun hem de dünyevi işlerimiz için olsun illaki akıllı her insan tarafından sevilen, aranan ve özenilen bir değerdir. Zira sosyal insanlar hem kendileriyle hem de çevreleriyle barışık insanlardır ve bu nedenle ilişkilerinde sıcak, samimi, yardımsever ve sevecendirler. Aynı zamanda mutlu insanlardır ve çevrelerine de güler yüz ve samimiyetleriyle huzur ve mutluluk dağıtırlar. Bu nedenle dinimiz, müspet anlamda sosyal olarak çevremize sağlayacağımız müspet katkılarla Allah katında da yüksek ecir ve mükâfatlara nail olabileceğimizi haber verir.

Sosyal Olamamanın Nedenleri

Peki, bu kadar önemli olmasına rağmen niçin sosyal olamıyor, kabuklarımızı kırıp çıkamıyor da küçük dünyalarımıza mecbur ve mahkûm yaşıyoruz?

Bunun nedenlerini kısaca 3 ayrı şıkta mütalaa edebiliriz.

1) Asosyallik: İnsanları değersiz görüp, kibirden beslenen ve büyüklenmek duygusunun itmesiyle yalnızlığı tercih eden insanlar asosyal kişiler grubuna girerler...

2) Antisosyallik: İnsanları değersiz görmenin de daha bir aşağısında, yani bir hiç olarak gören ve onlara zarar verip yok etmeyi isteyen kişiler de bu gruba girerler.

3) Sosyofobi: İnsanları büyük, kendini küçük gören zilletli insanlar da bu gruba girerler. Bu gruptaki kişilerde aşağılık kompleksi dediğimiz eziklik psikolojisi baskındır.

Aslında bu kişilik bozuklukları teker teker bir insanda olabildiği gibi üçü bir arada bir insanda da bulunabilir. Veya bazen ikisi bir arada olarak da kişilerde bulunabilir. Yalnız, bu kişilik bozukluklarının hangisi daha baskınsa kişi onunla anılır. Ya da zaman zaman biri, zaman zaman diğeri baskın olur ve o duygular kişileri etkisi altına alırlar. Yani böyle bir çeşitlilik hali de kişilerde gözlemlenebilir.

Bunları biraz daha açacak olursak:

Asosyallik

Bilerek, isteyerek, sosyal olmama halidir. Kendinden başka diğer tüm insanları basit, değersiz görür. Manevi hastalığı da kibirdir. İlacı ise: insanları gözünde değerli, kıymetli ve sevmeye layık görmektir.

Bu duyguyu kazanmak için Allah’ın yarattığı kulları üzerinde yine Allah’ın tecellilerini, güzelliklerini görmeye çalışmak, en kötüsünde bile sevilecek, takdir edilecek yönlerini görmek ve illaki olmazsa olmaz “sevmeyi sevmek” ve merhamet, vicdan ile yola çıkmak önemlidir…

Nefsimize demeliyiz ki: “Biz kim oluyoruz ki Allah’ın kullarını muhatap almıyoruz! Tabiri caizse Allah bile sonsuz azametine rağmen bütün kullarıyla muhatap oluyor da biz kibirden burun kıvırıyoruz.”

Bakın Rabbimiz’e! Namaz kılarken, Kur’ân okurken veya her çeşit ibadetleri yaparken kullarını kale alıp onları dinliyor; dualarına, yalvarışlarına, tazarru ve niyazlarına maddi manevi karşılık veriyor. Kullarının bu konulardaki eksik ve kusurlarına, hata ve günahlarına, isyanlarına rağmen onlardan rahmetini ve ilgisini kesmiyor da bize ne oluyor?.. Evet, o çok Yüce Rabbimiz kulları ne kadar kötü olursa olsunlar onları kale alıp acıyor, şefkat ediyor, yardım ediyor. Peki biz nefsimizde gördüğümüz, her türlü manevi maraza, hastalığa ve ahlaki düşüklüğe rağmen nasıl kendimizi karşımızdakinden daha büyük görebiliyoruz?

Hem nasıl bizim nefis ve şeytana uyma, hata yapma, günah işleme gibi yanlışlarımız olabilirken, nefsimiz adına bunu hoşgörü ile karşılarken, karşımızdaki bir kişide de bunların olabilmesi ihtimalini değerlendiremiyoruz?

Bende başka türlü, onda başka, diğerinde başka türlü tezahürler olabilir niye diyemiyoruz?

Evet, asosyal bir insanın ruh halini biraz daha açacak olursak: Bu tür kişiler kendinden başka kimseye değer vermediği için dış dünyayla iletişime geçmezler. Bu yüzden de kendi iç dünyalarına yönelerek hep kendileriyle meşgul olurlar, zira kendilerince o dünyalarında mutlu ve rahattırlar. Bu rahatlarını bozmak istemedikleri için de insanlarla dertleşmek, sevinçlerini veya acılarını paylaşmak, neleri var neleri yok ilgilenmek gibi bir derde düşmezler. İşte burada sosyalliğe aykırılıkla beraber İslam’a aykırılık da başlamış olur. Zira İslam’ın en makbul, en değerli amelleri, insanlığa hatta mahlûkata, sevgi, saygı, yardım, ihsan üzerinedir. Kişinin nefsine yönelik amellerinin faydası da ecri de mahlûkata olanla kıyas edilemez. Evet, hele özellikle bu zor zamanda Müslümanların maddi, manevi, psikolojik, sosyolojik vs. nice ihtiyaçları ve sıkıntıları çare beklerken, biz sırf kendi rahatımız için, çevremize karşı duyarsız olursak, Allah korusun işte o zaman tam da şeytanın durduğu yerde durmuş oluruz. Yani O’nun bizi kandırmasıyla kabuğumuza saklanıp, Allah’ın razı olmadığı bir noktada durmuş oluruz da üstelik bunun farkında bile olmayız. Hatta kendi iç dünyamızda yaşadığımız birtakım güzel değerlere bakıp “Ben çok merhametli birisiyim, şöyle iyi böyle güzel bir insanım…” vs. gibi hüsnü zanlar ve kuruntularla kendimizi kandırır ve böylece yaşamaya devam ederiz.

Allah’ın razı olmadığı bir yerde durduğumuz halde kendimize karşı beslediğimiz hüsnü zannın sebebi: kendi hayal dünyamızda zaten kendimizce gerekli her şeyi yaptığımıza inanmamızdır. Yani, zamanın birinde verdiğimiz birkaç kuruş sadaka ya da merhamet duygusu, hissettiğimiz birkaç olay gibi anılarımız ile kendimizi yeterince cömert, yeterince merhametli, yeterince mücahit yeterince güzel Müslüman görmemizdir. Bu deliller bizi iyi Müslüman olduğumuza öyle ikna eder ki daha kimseyi dinlemeyiz. Kendimizi böyle kurtulmuş görünce de iletişim kopardığımız insanlardan daha fazla uzaklaşırız, artık hiçbir güç bu insanlarla irtibata geçmemizi tetikleyemez.

Hâlbuki böyle durumlarda yapmamız gereken şey, objektif olup herkesçe görülüp takdir edilen değerlerimizi ve güzel özelliklerimizi kabul edip, bunları diğer insanların üzerinde üstünlük taslayacağımız, dayatma ya da hak iddia edeceğimiz vasıflar olarak değil, sadece onların yararına kullanabileceğimiz, Allah’ın bize fazlından ihsan ettiği güzellikler olarak görmemizdir.

Buradaki incelik kendimizi de tamamen sıfırlamadan hem kendimizin hem de karşımızdakinin güzel değerlerini takdir edip ona göre değerlendirme yapmaktır.

Bu konularda, niyet alıp iyileşme gayretini gösterirsek bu gibi hastalıklardan kurtulmak, kibir, riya, ucub vs. gibi soyut hastalıklardan kurtulmaktan daha kolaydır… Ciddi bir azimle en fazla 2-3 ayda bazen 2-3 haftada bile kurtulmak mümkündür.

Asosyallikten kurtulmanın kolay bir formülü de şudur:

En başta kesin kararlı olarak, kendine artık asla geri dönmeyeceğim diye yemin etmek, söz vermek ve sonrasında asla vazgeçmemek. Çünkü artık bu yola girmişsindir, köprüleri yakmışsındır. Her hastalıkta mücadelede olduğu gibi hiç pes etmeden, bıkmadan usanmadan, tekrar tekrar denemek.

Bu denemeleri yaparken:

1) Tam Organize. 2) Yarı Organize. 3) Balıklama Dalma gibi üç yöntem vardır…

Tam Organize: Kişi düşünüp taşınır, ince eler sık dokur, bir plan ve program dâhilinde hayata geçirir. Bu süreçte tabii ki yorulur, sıkılır ama onca emeğim boşa gider diye bir kez bile taviz vermezse sonuçta başarıya ulaşır.

Yarı organize: Kişi yine zihninde bir plan program yapar, niyetini alır ama bir azmeder bir pes eder, tekrar tekrar dener… Bir ara bırakır sonra yine toparlar ama vazgeçmezse sonunda bu süreci başarıyla tamamlar…

Balıklama dalma: Kişi zihninde uzun uzun planlar yapmaz, hayaller kurmaz, niyet alır Bismillah der ve başlar. Bunlar da başarılı olur. Allah’tan yardım isteyerek, ciddi niyet alınarak yapılan her işte zaten başarılı olmamak söz konusu değildir. Allah da zaten bu süreçte karşımıza bu doğrultuda görüp değişebileceğimiz şeyler yaşatır, yardım eder ve sonunda muvaffak eyler.

Artık sosyal olduktan sonra bundan vazgeçmek ve geriye dönmek mümkün değildir. Çünkü o kişi, eskiden ne kadar kötü bir yerde durduğunu, insanların ve Allah’ın gözünde ne kadar kötü göründüğünü iyice anlamış, idrak etmiştir.

Sosyofobi :

Sosyofobide ise asosyalliğin tam zıddı olarak kişiler insanları değil de kendini küçük görür. Yani aşağılık kompleksi vardır. Kompleksin bildiğiniz gibi farklı tezahürleri vardır. Burada; kendini silik görme, değersiz bulma ve sevmeme olarak ortaya çıkar. Bu durumda yine insanlarla iletişime geçmez, kendine döner. Çünkü iletişime geçerse saçmalamaktan, küçük düşmekten ya da rezil olmaktan korkup çekinir. Bu durum kendisinde bir fobi haline gelir. Bu fobiyi ancak üzerine giderek, yani sık sık iletişim halinde olmaktan kaçınmamak, saçmalamaktan ya da rezil olmaktan korkmadan diyalog halinde olmak ve sık sık tekrarlamakla yenebilir. Ayrıca burada zillet de vardır. Bunun da tedavisi kendindeki haklı değerleri görme, kendini sevme gibi Allah’ın kendisine lütfettiği fakat kendisinin farkında olmadığı güzel değerleri görmeye çalışmaktır. Mesela hepimiz ortak paydaları olan en somut değerlerimizi hatırlayıp şükretmemiz bile bizi kendimize getirecektir. Örneğin: Allah’ın bizi o kadar mahlûkat varken, Hz. İnsan olarak yaratması…

O kadar insan içinde Müslüman olarak yaratması…

O kadar Müslüman içinde Ehl-i Beyt ile tanıştırması…

Bu kadar güzel manevi özelliklerin yanında, az çok hepimize iyi bir aile, evlatlar, arkadaşlar, sağlık ve daha sayamayacağımız pek çok nimetler vermiş olması…

Evet, bunlar şükredilmesi gereken en somut ve en güzel özelliklerimizdir. Bunların yanında içimizde var olan henüz tamamını ortaya çıkaramasak da bunun için çalıştığımız güzel değerlerimiz de vardır.

Tabi şükrümüzü ve değerlendirmelerimizi öncelikli olarak somut değerlerimiz üzerine inşa edeceğiz, aksi halde soyut değerlerimiz henüz ortada yokken bunları değerlendirmek, boş bir temel üzerine bina inşa etmeye benzer. Böyle bir yapı da çok geçmeden yıkılır ve bozulur. O yüzden somut ve objektif değerleri öncelikle görmeliyiz.

Sık sık bunları hatırlayıp şükür sebeplerimizi sıralayıp kendimizi ve tüm bunları bize bahşeden Allah’ı sevmeliyiz… Bu sevgiler bizi yüceltip düştüğümüz yerden bizi kaldıracaktır inşallah. Unutmamalıyız ki Allah bizi böyle yaratmamışken bizim kendimizi böyle sıfırlamaya hakkımız yoktur. Mesela kompleksin nasıl bir illet olduğunu anlamak için şöyle çarpıcı bir örnek verelim. Hz. Ali’ye fazla değil sadece 1 gr kadar kompleks enjekte edildiğini düşünsek, Hz. Ali bildiğimiz o cesur, alim, hatip, mücahit vb. daha birçok özelliğe sahip bir Hz. Ali olamazdı. Kompleks böyle illet bir şey işte.

Antisosyallik :

Asosyalden daha ileri giderek, bütün insanları değersiz basit gördüğü gibi bu insanları yok etmeli, öldürmeli vs. gibi daha sert ve tepki veren kişileri ifade eder. Toplum içinde arabaları çizen, etrafa zarar veren kişiler genelde bunlardan oluşur. İnsanlarla arasında bir uçurum vardır. Oysa her halükarda diğer insanlarla mutlaka ortak bir yan bulunabileceğini ya da bulunamazsa da illa ki yapabileceği bir şeylerin olduğunu bilmesi gerekir.

Örneğin, bir aslanı çakalların içine koysanız ve onlarla yaşamak zorunda bıraksanız, lider olan aslan o çakalların içinde onlarla yaşayabileceği bir payda bulur kendine. Çakal postu giyer, onların taklidini yapar, onları yönetir, idare eder, yardım eder… Kendisinin onlar gibi olmadığını bilir, onlardan olmaz ancak kendini onlardan soyutlamaz ve illaki onlarla iletişime geçer. Tıpkı peygamberler, veliler ve liderler gibi. Onlar da kendilerinden çok düşük seviyede olan insanlarla, sırf Allah için kendilerini onlardan soyutlamadan, irtibatta kalırlar ve onlarla ülfet içinde olurlar.

Peki, bu ülfet halinde olmaktan biz de mesul değil miyiz? Yapılan hataları tolere etmek ve gerekirse düzeltmeye çalışmak gibi bir idealimiz yok mu?

Yoksa bile olmalı… Çünkü Allah; yeryüzünde yardım edeceği kullarına, yardıma gönüllü, insanların dertlerini kendine dert edinmiş, ülfet sahibi kişileri gönderir. İki çeşit kul olduğunu düşünürsek, biri sürekli ibadet halinde, inzivada, Allah için ağlıyor, dua ediyor, tek başına Allah’a sığınıyor… Allah bu kullarını sever çok da şefkatini celbederler, ama o kadar… Onların belli bir makamları vardır oradan gayri yükselemezler. Ancak bir de tabii ki emir ve yasaklarına uyan ama bunun yanında Allah’ın yardıma muhtaç kullarını gözeten, derdini dert edinen ve sürekli ihsan üzere yaşamaya çalışan kulları vardır. İşte bunların makamları çok daha yüce ve Allah indinde çok daha farklı yerlerdedirler. Allah, tabiri caizse yeryüzünde işlerini o kullarına yaptırır. Yani yine tabiri caizse Allah’ın işine bu kullar yarar… Diğerleri kendi köşelerinde ve kabuklarında kalıp şefkat dairesinden çıkamazlar. Diğerlerinin Allah’ın gözünde değerleri de makamları da sevgileri de farklıdır.

Evet, Rabbimiz bizi, kullarının ihtiyaçlarını gören, onlara hizmet eden sevdiği kullarından etsin inşallah diyerek noktalayalım.

Allah’a (C.C.) emanet olun.