Kur’ân ve sünnete göre insanların kemâl açısından değerlendirilmeleri ve velâyet konusu nasıl ele alınmaktadır? Konuya ilişkin ilk sûfîlerin görüşlerinden bahseder misiniz?
İnsanın kemâli konusuna geçmeden önce, insan nasıl bir fıtrata sahiptir? Yaratılış itibariyle insanın mahiyetinde hangi özellikler bulunmaktadır? İnsanda kemâle erme potansiyeli mevcut mudur? gibi soruları îzah etmek gerekmektedir. Öncelikle insanın doğasına ve yaratılış sürecine kısaca değinmek yerinde olacaktır. İnsanın doğası (fıtratı) A’râf sûresi 172. âyete göre, bezm-i elestte Rabbini tanıyıp, O’na söz vermesi ile başlamaktadır. Ebû Hanîfe, Fahreddin er-Râzî ve İbnü’l-Arabî gibi âlimler insanın fıtratını, bezm-i elestte Allah’ı tanımak ve bu îman ile dünyaya gelmek olarak tanımlamışlardır. İnsanın bu fıtrat üzere yaratıldığı âyet-i kerimede şöyle bildirilir: “Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur.” (Rûm, 30/30). Hz. Peygamber de (s.a.v.) “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzere doğar.” (Buhârî, Cenâiz, 92), buyurmuştur. Mâtürîdî, Allah’ın varlığını anlamaya yönelik olan bu duygunun (fıtrat), her insanın özünde mevcut olduğunu söyler. Diğer yandan insanın yaratılış aşamasında, Allah’ın ruhundan üflemesi (Secde, 32/9) nedeniyle insan, ilâhî yönlü bir tabiata sahiptir. Özetle denilebilir ki insan, kendisinde olan bu hakikati idrak etme ve kemâl derecesine yükselme yetisiyle dünyaya gönderilmiştir.
Arapça olgunluk anlamına gelen kemâl kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de daha çok bir şeyi tamamlamak anlamında kullanılmıştır. Müfessirlere göre, bazı âyetlerin bâtınî mânâsı insanın kemâline işâret etmektedir. Örneğin Beyzâvî, Şems sûresinde Allah Teâlâ’nın 9. âyete kadar yemin etmesinin sebebini; insanın nefsin çirkin isteklerinden kurtulup kemâle ermesini murad ettiği için, olduğunu söylemektedir. Hadislerde ise kâmil îman ehli kimselerden söz edilmiş (Buhârî, Îmân,1), ayrıca erkeklerden birçoğunun kemâle erdiği, kadınlardan ise kemâl sahibi olanların az olduğu (Buhârî, Enbiyâ, 32) bildirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’e göre insanlar arasında kemâl ve Allah’a yakınlık bakımından derecesi en yüksek olanlar peygamberlerdir. Konuyla ilgili âyetlerde peygamberlerin Allah tarafından seçilip âlemlere üstün kılındığı (Âl-i İmrân, 3/33) ve aynı zamanda peygamberler arasında da derece farkının olduğu (Bakara, 2/253) haber verilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlerin dışındaki insanların da amellerine göre derecelerinden (En’âm, 6/132), delalette olanlardan, hayır ve fazilette önde olan sabikunlardan, Allah’a yakınlaştırılmış mukarrebûnlardan (Vâkıa, 56/7-11), Allah katında seçkin kimselerden (Sâd, 38/47), nebîler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerden (Nisâ, 4/69) bahsedilmiştir. Âyetlerde nebîler, sıddîklar, şehidler ve özellikleri zikredilen diğer mü’minler mukarrebûnun alt dalları olarak açıklanmaktadır. Kâşânî’ye göre bunların arasında derecesi en yüksek olanlar, mukarrebûn ve sâbikūndur. Bununla birlikte âyet ve hadislerde Allah’ın sevdiği ve kendisine dost seçtiği kimselerden söz edilmiştir. Bazı âyetlerde Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah, inanların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.” (Bakara, 2/257). “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yunus, 10/62). Resûlullah da (s.a.v.): “Allah Teâlâ bir kulu sevdiği zaman Cibril’i çağırır ve Ben falanca kulumu seviyorum, sen de sev buyurur ve onu Cibril de sever. Sonra Cibril sema ehline seslenerek, Allah (c.c.) filanca kulunu seviyor, onu siz de sevin, der. Sema ehli de hemen onu severler. Sonra onu yeryüzü ehli de sevip kabul eder.” (Müslim, Birr, 48) buyurarak velîleri yer ve gök ehlinin sevdiğini haber vermektedir. Kudsî bir hadiste de Allah Teâlâ, farz ve nâfile ibâdetlerle kendisine yaklaşıp, Allah’ın sevgisini kazanan kulunun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olduğunu (Buhârî, Rikâk, 38) bildirmektedir. Bu kudsî hadis hakkında Şevkânî şöyle der: “Allah bir kulu sevdiği zaman onun bütün bedenini ilâhî nurla kaplar, bu nedenle o kul, kimsede olmayan mânevî bir güce, amele, ilim ve ferâsete sahip olur. Yine bu nedenle kul, mânevî âleme ve derecelere yükseltilmektedir.” Bu kimselerin, ihsan derecesinde Allah’a yakın olup insân-ı kâmiller olduğu belirtilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen ve hayırlarda önde olan mukarrebûn sınıfındaki velî budur. Bu niteliklere sahip bir velî ise Allah’ın halîfesi olmakla yani velâyetle yetkilidir.
Sûfiler açısından insanın kemâli ve velâyet konusuna kısaca değinecek olursak, kemâl ve kâmil kelimeleri özellikle Gazâlî’den îtibâren önemli tasavvuf kavramları arasında yer almıştır. Gazâlî’ye göre, insanın tabiatında kemâl aşkı ve özlemi bulunduğu için insan kemâl sıfatına ulaşmak ister. Sûfiler insanın içinde bulunan kemâl özlemini, bezm-i elestte Allah’ı tanıyıp, ardından dünyaya gönderilişlerinden hareketle aslî vatandan ayrı kalmak olarak yorumlamışlardır. Cüneyd-i Bağdâdî şöyle der: İnsanlardan kimisi dünyaya gönderiliş amacını unutmuş, kimisi de ezelde (mîsâkta) Allah’a verdiği sözü hatırlayıp, ezeldeki ana vatanlarına özlem duymuş ve aslî kimliğine dönme gayreti içinde istikametini belirlemiştir. İbnü’l-Arabî’ye göre de her şey aslına dönmek ister. Ona göre aslî vatan demek, insanın kendi kemâline ve aslında Allah’a ulaşmaya duyduğu özlemdir. Sûfîlere göre bu özlem, Allah’a kavuşunca nihâyet bulur ve insan kendi kemâline ulaşır. Buradan hareketle insanın kemâle ermesi düşüncesi, velîlik ve velâyet konusunu ortaya çıkarmıştır. Sûfîler, insanın kemâlini ve velâyeti, fenâ kavramı ile açıklamışlardır. Sûfîlere göre insan, benlik iddiasını aşıp fenâ haline ulaşması sonucunda kemâl sahibi olur. İmâm-ı Rabbânî’ye göre, o kimse kalbini Allah’a teslim eder. Perdelerden kurtulur ve gayb âleminin sırları kendisine açılır. İmâm-ı Rabbânî fenâ halini, velâyet mertebelerinin ilk aşaması ve işin başında meydana gelen bir kemâl derecesi olarak görmektedir. Gazâlî’ye göre bu makamda, velîlerin kalbinden melekût âlemine bir kapı açılır ve bu kapıya mârifet ve velâyet kapısı denilir. Burası nübüvvetin başlangıcı, velâyetin ise son noktasıdır. Buradan hareketle sûfîlere göre velâyet, nübüvvet nazariyesi ile bağlantılıdır. Şöyle ki nübüvvet, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vefatıyla sona ermiştir ancak velâyet, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vârisleri olan evliyâullahla devam etmektedir. İbnü’l-Arabî’nin görüşüne göre de, nübüvvetin bâtını olarak kabul edilen velâyet devam etmekte ve velâyet mertebesi de feyzini kıyamete kadar hakîkat-i Muhammediyye’den almaktadır. Netice olarak ilk sûfîlere göre insan, kemâl derecesine ulaştıktan sonra velîlik mertebesini elde etmektedir. Velâyet ise bütün insân-ı kâmillerde bulunan bir vasıftır. Velâyet vasfına sahip olan bir velî, Hakk’ın tecellîlerinin mazharı olup, Allah ve âlem hakkındaki hakîkatleri müşâhede etmekle birlikte kendisine tasarruf yetkisi verilmektedir.
Ricâlü’l-gayb kavram olarak nedir? Kur’ân ve sünnetteki yerine dair neler söylenebilir?
Ricâl, Arapçada “erkek; mert, yiğit” anlamlarına gelen racül kelimesinin çoğuludur. Gayb ise göz önünde olmayan, bilinmeyen, gizli olan mânâsına gelmektedir. Ricâl ve gayb kelimelerinden oluşan ricâlü’l-gayb tabiri, Arapçada gayb adamları veya gayb erenleri anlamında kullanılmaktadır. Tasavvufta ise herkes tarafından kolaylıkla tanınmayan, âlemin idaresi ile görevli ve kendi aralarında hiyerarşik bir düzen olan gizli velîler zümresini ifade etmektedir. Ricâlullah, ricâl-i ilâhiyye ve abdal gibi bâzı kavramlar da ricâlü’l-gayb anlamında kullanılmıştır. Sûfîlere göre ricâlü’l-gaybın arasında erkekler olduğu gibi kadınlar da bulunmaktadır. Ancak çoğunluğu erkeklerden oluştuğu için bu zümreye ricâlullah ve ricâlü’l-gayb gibi isimler verilmiştir. Türkçede bu kavram; gayb erenleri, üçler, yediler, kırklar şeklinde ifade edilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de ricâl ve gayb kelimeleri ayrı ayrı geçmekle birlikte, ricâlü’l-gayb şeklinde bir terkiple kullanılmamıştır. Ricâl kavramının geçtiği âyetlerde Allah’ın günahtan temizlenen erleri sevdiği (Tevbe, 9/108), ne ticâret ne de alışverişin onları Allah’ı zikretmekten alıkoymadığı (Nûr, 24/37), Allah’a verdiği ahdi yerine getiren erlerin olduğu (Ahzâb, 33/23), vahyin erlere geldiği (Nahl, 16/43) belirtilmiştir. Bundan dolayı tasavvufta ricâl (erlik) kavramına ayrı bir önem verilmiş ve velîlere Allah’ın erleri anlamına gelen “ricâlullah” denilmiştir. Bununla birlikte sûfîler, bazı âyetlerin bâtınî mânâsının ricâlü’l-gayba işâret ettiğini ifade etmişlerdir. Örneğin “Eğer Allah’ın insanların bir kısmıyla diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzü bozulurdu.” (Bakara, 2/251) âyeti, ricâlü’l-gaybın insanlardan belâları bertaraf etmesi olarak yorumlanmıştır. “Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilmez.” (Müddessir, 74/31), âyetinin ise Allah dostluğunun gizliliğine, yani ricâlü’l-gayba işâret ettiği belirtilmiştir. Abdurrahman es-Sülemî’ye göre, “Yeryüzünü yaydık ve oraya sâbit dağlar yerleştirdik.” (Hicr, 15/19) âyetinin zâhirî mânâsı, Allah’ın yeryüzünü döşediği ve sâbit tutmak için üzerine dağları yerleştirdiği anlamına gelse de hakîkatte âyetin bâtınî mânâsına göre, yeryüzü yaratılanlara, dağlar da Allah’ın velîlerine işâret etmektedir. Buna ilaveten sûfîlerin, Allah’ın özel olarak seçtiği velîler zümresine delil olarak, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) atfettikleri hadîs-i şeriflerden bazıları şöyledir: Resûlullah (s.a.v.): “Allah’ın öyle kulları vardır ki, onlar peygamber veya şehit olmadıkları halde, Allah katında olan derecelerinden dolayı şehitler ve peygamberler onlara gıpta ederler.” “Ey Allah’ın Resûlü! Kimdir bunlar? Amelleri nedir?” diye sorulduğunda Resûlullah (s.a.v): “Onlar, aralarında hiçbir akrabalık bağı olmadığı, ticarî münâsebetleri bulunmadığı halde, sırf Allah rızâsı için birbirini seven kimselerdir. Allah’a yemin olsun ki, onların yüzleri nurdur. Onlar nurdan minberler üzerindedirler. İnsanlar korktuklarında onlar korkmazlar, üzüldükleri zaman onlar üzülmezler.” (Tirmizî, Zühd, 53) buyurmuştur. Bir diğer hadîs-i şerifte Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın kulları arasında üç yüz velîsi vardır ki, kalpleri Âdem’in kalbi üzerinedir. Kırk velîsi vardır ki, kalpleri Musa’nın kalbi üzerinedir. Yedi velîsi vardır ki kalpleri İbrahim’in kalbi üzerinedir. Beş velîsi vardır ki kalpleri Cebrâil’in kalbi üzerinedir. Üç velîsi vardır ki kalpleri Mîkâil’in kalbi üzerinedir. Bir velîsi vardır ki, kalbi İsrâfil’in kalbi üzerinedir. Eğer bu tek velî ölürse, Allah onun yerine üç velîden birini koyar. Eğer üç velîden biri ölürse, Allah onun yerine beş velîden birini koyar. Eğer beş velîden biri ölürse, Allah onun yerine yedi velîden birini koyar. Eğer yedi velîden biri ölürse, Allah onun yerine kırk velîden birini koyar. Eğer kırk velîden biri ölürse, Allah onun yerine üç yüz velîden birini koyar. Eğer üç yüz velîden biri ölürse, Allah onun yerine halktan birini koyar. Yaşam ve ölüm, yağmurun yağması, bitkilerin yetişmesi, belâların def edilmesi ancak onların vesîlesiyle olur.” (Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, I: 26). Abdullah b. Mes’ûd’a bu velîlerin vesîlesi ile nasıl ölünüp dirildiği sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Çünkü onlar ümmetin sayısının artması için duâ ederler, zâlimlere bedduâ edip onları yok ederler. Yağmurun yağması, ekinin yeşermesi ve belâların ortadan kalkması onların duâları vesîlesi ile olur.” Hz. Peygamber’den (s.a.v.) rivâyet edilen bir diğer hadis şöyledir: “Bu ümmet içerisinde kırk kişi İbrahim meşrebi üzerinde, yedi kişi Musa meşrebi üzerinde, üç kişi Îsa meşrebi üzerinde, bir kişi de Muhammed meşrebi üzerinde bulunurlar. Bunlar meşreblerine göre insanların efendileridir.” (Müsned, V, 322).
Ricâlü’l-gayba delil olarak zikredilen bir diğer hadiste Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Issız bir arazide, birinizin hayvanı ürküp kaçarsa, ‘Ey Allah’ın kulları! Onu tutun. Ey Allah’ın kulları! Onu tutun.’ diye çağrıda bulunsun. Çünkü Allah’ın yeryüzünde hazır olan kulları vardır, onu sizin için tutup alıkoyacaklar.” (Mecmau’z-Zevâid, 10:132) Bunlara ilaveten sûfîlerin ricâlü’l-gayba dayanak olarak kabul ettikleri abdal, evtâd, nücebâ ve nükabâdan bahseden hadisler de bulunmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Abdallar kırk erkek ve kırk kadındır. Erkeklerden biri vefat ettiğinde Allah, bir başkasını onun yerine geçirir. Kadınlardan biri vefat ettiğinde Allah, bir başkasını onun yerine geçirir.” (Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, I: 25). Ebü’d-Derdâ’ya göre, Allah’ın özel olarak seçtiği “abdal” denilen bâzı kulları vardır ki bunlar peygamberlerin halefleri ve yeryüzünün direkleridir. Hz. Muhammed (s.a.v.) vefat edip nübüvvet sona erince Allah Teâlâ, Muhammed ümmetinden bâzı kulları onların yerine koymuştur. Ebü’d-Derdâ, onların otuz veya kırk kişi olup, Hz. İbrahim’in kalbi gibi bir kalbe sahip olduklarını ve onlardan biri vefat edince, Allah Teâlâ’nın yerine başkasını halkettiğini ifade etmektedir. Hz. Ali’den rivâyet edilen bir diğer hadîs-i şerifte Resûlullah (s.a.v.): “Her peygambere yedi nücebâ verildi; bana ise on dört nücebâ verildi.” buyurmuştur. Hz. Ali’ye, onların kimler olduğu sorulunca, “Ben, Hasan, Hüseyin, Cafer, Hamza, Ebu Bekir, Ömer, Mus’ab b. Umeyr, Bilâl, Selman, Miktad, Huzeyfe, Ammar ve Abdullah b. Mesud’dur.” demiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 30)
Bunlara ilaveten Suyûtî (ö. 911/1505), el-Hâvî li’l-Fetâvâ adlı eserinde, ricâlü’l-gayb anlayışını benimseyenlerin bu görüşlerini Ömer b. Hattâb, Ali b. Ebû Tâlib, Enes b. Mâlik, Huzeyfe b. Yemân, Ubâde b. Sâmit, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes’ûd, Avf b. Mâlik, Muâz b. Cebel, Vâsile b. el-Eska’, Ebû Saîd el-Hudrî, Ebû Hureyre, Ebu’d-Derdâ ve Ümmü Seleme gibi sahâbelerden rivâyet edilen hadislere dayandırdıklarını belirtmiştir.
İlk sûfîlerin konuya ilişkin görüş ve değerlendirmelerinden bahseder misiniz? Allah-insan ilişkisi ve seçilmişlik bağlamında konuyu değerlendirir misiniz?
Sûfîlere göre âlemin idaresi için görevlendirilmiş melekler (Nâziât, 79/5) olduğu gibi, Allah’ın sevdiği kulları arasında da âlemdeki düzenin sağlanması, hayırların te’mîni, kötülüklerin bertaraf edilmesi için, Allah’ın seçip görevlendirdiği kimseler bulunmaktadır. Sûfîlere göre velîler, bir devlette görevli ordular gibidir. Bu velîler hiyerarşisinin en üstünde kutub olarak isimlendirilen bir halîfe bulunur. Bu zümrede bulunan velîler, kutbun idaresindedir ve her birine ayrı ayrı görevler taksim edilmiştir. Velîlerin sayısı ve mertebeleri hakkında bazı farklılıklar olsa da genel anlamda sûfîler görüş birliği içindedirler. Manevi güç sahibi olan bu zatların duâları makbul olup, sıkıntıda olan ümmetin yardımına koşarlar. Konu hakkında ilk sûfîlerin bazı görüşleri şöyledir: Zünnûn-ı Mısrî’ye, abdâlların özellikleri sorulduğunda şöyle demiştir: Onlar Allah’ın celâlini bildiklerinden dolayı, Rablerini tâzim ederek kalpleriyle O’nu zikrederler. Onlar Allah’ın yarattıkları üzerine hüccetleridir. Allah’ın muhabbetinin nuruna bürünmüşlerdir. Allah, onlara kulluğun en üst seviyesini nasip etmiş, kulluktan ayrılmamaları için onlara sabır lütfetmiştir. Allah, murâkabesiyle bedenlerini temizlemiş, onları güzelleştirmiş, muhabbetiyle sarmış, kendisine ulaşmaları için gayb hazînelerini ihsan etmiştir. Böylelikle onlar Hakk’tan gayrısını düşünmemiş, gözleri O’ndan gayrısını görmemiş, O’nun kapısında nâzır olmuşlardır. Allah Teâlâ da onları mârifet ehlinin makamına yerleştirmiştir. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî de, “Kul tedbiri terk ettiğinde evtâddan olur.” demiştir. Yine ilk sûfîlerden Cüneyd-i Bağdâdî, abdâldan otuz kişinin kendisine “Senin halkı Hakk’a davet etmen uygundur.” diye işaret etmeden, halka sohbet etmediğini belirtmektedir. Bu konudaki görüşleriyle bilinen en önemli isimlerden biri de Hakîm Tirmizî’dir. Tirmizî, sayıları kırk olan velîler topluluğundan ve velâyet sisteminden söz etmiştir. Bu konuda Tirmizî şöyle der: Resûlullah (s.a.v.) vefat ettiğinde Allah onun ümmetinden kırk sıddîk ortaya çıkarmıştır. Âlem onlarla ayakta durur, insanlar onların hürmetine yağmur duâsına çıkar. Onlardan biri öldüğünde yerine bir başkası geçer. Bu kırk kişi ümmet için temînattır. Buna ilaveten Tirmizî, bu konuda Ali b. Ebû Tâlib’in şu sözlerini nakleder: “Ey Allah’ım! Yeryüzünü ilâhî delili ayakta tutacak birinden yoksun bırakma! Onların sayıları azdır ama Allah katındaki değerleri büyüktür. Kalpleri en yüce makama asılı bulunmaktadır. Onlar, Allah’ın kulları ve memleketleri içindeki halîfeleridir. Ah! Onları görebilmeyi ne kadar da çok isterdim.” Tirmizî, onların bazı özellikleri hakkında şunları söyler: Onlarda Hakk’ın gücü vardır ve kimse onlara güç yetiremez. Duâları makbuldür. Tayyi mekân olmak, su üzerinde yürümek ve Hızır’la konuşmak gibi kerametlere sahiptirler. Benzer şekilde Gazâlî de onların yeryüzünde diledikleri gibi dolaştıklarını ve Allah’ın izniyle yeryüzünün onlara bir adımlık mesafe gibi olduğunu ifade eder.
Daha öncesinde sûfîler arasında bu anlayış olsa da sistematik olarak ricâlü’l-gaybı tasnif eden ilk sûfî Muhammed b. Ali el-Kettânî’dir. Kettânî’nin ricâlü’l-gayb tasnifine göre en başta kutub bulunur. Serrâc’a göre ise bu velîler ahyâr, sâbikūn, ebrâr, mukarrebûn, büdelâ ve sıddîklar şeklinde grup gruptur. Onlar, Allah’ın yeryüzündeki eminleri, ilminin ve sırlarının bekçileri, takvâ ehli ve sâdık dostlarıdır. Serrâc’a göre bu kimselere, Hakk’ın emrine riayet etmeleri sebebiyle velâyet tâcı ve hidâyet libâsı giydirilmiştir. Ebû Tâlib el-Mekkî ise güneşin battığı her gün mutlaka abdallardan birinin Kâbe’yi tavaf ettiğini; fecrin doğduğu her gece de mutlaka evtâddan birinin Kâbe’yi tavaf ettiğini nakletmektedir. Sülemî, Allah’ın velîleri görevlendirerek onlara âlemi ve yaratılanları idare etme yetkisi verdiğini ve Allah’ın, mahlûkatı onlarla muhâfaza ettiğini bildirir. Bununla birlikte Sülemî, velîler zümresini en üstte kutub, sonra revâsî ve evtâd şeklinde sıralamış ve insanların sıkıntılı zamanlarda duâ için mürâcaat edeceği makamın evtâd olduğunu söylemiştir. Evtâdın mürâcaat edeceği zat ise revâsidir. Revâsiden daha yetkili olan ise kutubdur. Kutub, bütün evliyâların direği olup hepsinden üstün bir konumdadır. Bu konuda Hücvîrî, kimsenin tanıyıp bilmediği gizli olan dört bin kişilik bir velîler topluluğundan söz etmiştir. Hücvîrî’ye göre, “ehl-i hal ve akd” denilen, yani bir işin yapılıp yapılmamasında yetkili olan komutan velîler vardır. Bu velîlerin sayısı üç yüzdür. Bunlara ahyâr denilir. Ayrıca kırk tane abdal, yedi tane ebrâr, dört tane evtâd, üç tane nükabâ, bir tane de kutub ve gavs denilen velîler vardır. Bu velîleri Allah Teâlâ, âleme vâli olarak görevlendirmiş, mülkünde tasarruf yetkisi vermiş ve onlara nefsin isteklerine tâbi olma yolunu kapatmıştır. Bu nedenle gökten yağmur onların hürmetine yağar, bitkiler onların hürmetine biter, Müslümanlar onların yardımıyla kâfirlere karşı galip gelirler. Ayrıca Hücvîrî, bunların doğruluğu hakkında ehl-i sünnetin icmâ-ı olduğunu belirtir. Hücvîrî’ye göre kutub, zâhirde ve bâtında, maddî ve mânevî bütün varlıkların odak noktasıdır. Her şey onun etrafında döner ve kutub herkese feyiz verir. Allah Teâlâ, âlemdeki düzeni kutub vasıtasıyla devam ettirmektedir. Hücvîrî şöyle der: Sûfîler arasında meşhurdur ki evtâd her gece âlemi dolaşır. Âlemde bir aksaklık olup olmadığını kontrol ederler. Eğer gözden kaçan bir yerde bir aksaklık meydana gelirse, bu durumu kutba bildirirler. Kutbun vasıtasıyla Allah Teâlâ bu aksaklığı ortadan kaldırıncaya kadar, kutba müracaat etmeye devam ederler.
Netice itibariyle Tirmizî, Serrâc, Sülemî, Hücvîrî ve Gazâlî gibi ilk sûfîlerde genel olarak ricâlü’l-gayb düşüncesinin mevcut olduğu görülmektedir. Bu konuyu Muhammed b. Ali el-Kettânî’den sonra daha açık olarak Hücvîrî ele almışsa da tasavvuf tarihinde ricâlü’l-gaybla ilgili en kapsamlı bilgileri İbnü’l-Arabî vermiştir.
Allah-insan ilişkisi ve seçilmişlik bağlamında konuyu ele alacak olursak, sûfîlere göre Allah’ın dilemesi üzere, kullarının arasından seçip kendisine dost edindiği birtakım kimseler vardır. “Bilesiniz ki, Allah’ın velîlerine (dostlarına) hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Yûnus, 10/62) âyeti bu dostluğa işaret etmektedir. Ebû’s Suûd’a göre, bu âyette tarif edilen velîler, Allah ile mânevî yakınlık kurmuş seçkin insanlardır. Bazı âyetlerde bu kimselerden şöyle söz edilmektedir: “Şüphesiz onlar, bizim katımızda hayırlı, seçkin kimselerdendir.” (Sâd, 38/47), “Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir.” (Nûr, 24/35), “Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz.” (Yusuf, 12/76). Sûfîlere göre bu âyetler, Allah’ın muradı üzere bazı kullarını seçmesi ve onları ilâhî tecellîyata ve lütfuna mazhar kılması olarak değerlendirilmiştir. Bununla birlikte sûfîler, ricâlü’l-gayba temel teşkil eden velâyeti, “Allah, dilediğini kendisine seçer.” (Şûrâ, 42/13), âyetinde geçen “ıstıfâ” (seçilmişlik) kavramıyla açıklamışlardır. Serrâc, seçilmişliğin yalnızca peygamberlere has olmadığını, ümmet içinde de Allah’ın özel olarak seçip kendilerine belirli ayrıcalıklar verdiği kulların olduğunu söylemiştir. Kelâbâzî, bu velîlerin özelliklerinden şöyle bahseder: “İlimlerini Allah’tan alan, ferâset sahipleri, ruhları arşta dolaşan, nurları karanlıkları aydınlatan, susarak bakan ve gaib oldukları halde hazır bulunan, yamalı elbise içindeki pâdişahlar ve halkın iftiharı olan ve Allah’ın seçtiği kimselerdir bunlar.” Sühreverdî’ye göre ise velîler, iki kısımdır. Bir kısmı gayret ve çaba göstererek, çokça ibadetleri sebebiyle Allah’ın dostu olmuşlardır. Bir kısmı ise kulun çaba ve gayreti olmadan Allah’ın özel olarak seçip kendisine dost edindiği kimselerdir. Bu velîler, ilâhî lütfa mazhar olmuş, kalplerinden perdeler kaldırılmış, yakîn nûrları her yanlarını sarmıştır. Ebû Sâid el-Harrâz, Allah’ın seçtiği velîler hakkında şöyle der: “Hakk’ın dostluğu için seçilenler, murâd olunanlardır. Rableri onları kendisi için seçmiş, nimetine garketmiş, onlar için kerâmetler hazırlamış ve başkalarından bir şey isteme arzusunu içlerinden almıştır.”
Netice olarak sûfîlere göre ricâlü’l-gayb, Allah’ın lütfuyla seçilmiş velîler zümresidir. Bu kimselerin, ilâhî tecellîlere mazhar olmuş, Hakk’tan gayrısını bilmeyen, seçkin velîler olduğu belirtilmiştir. Bunlara ilaveten Allah’ın özel olarak seçilmiş kulları olduğu düşüncesi, hadisçiler arasında da kabul edilmiştir. Meselâ Ahmed b. Hanbel, Müsned’de abdal ile ilgili birçok hadise yer vermiş, İbn Ebü’d Dünyâ, Kitâbü’l-Evliyâ isimli eserinde bu konu için ayrı bir başlık ayırmıştır.