Bediüzzaman Said Nursi Hz. bir risalesinde “Allah’a giden yollar nefesler adedincedir.” der; sonra da kendi tarîkini şöyle özetler: “Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şefkat ve tefekkür.” Allah’ın rızasını kazanmaya talip kimseler için bu yolun çok kısa kestirme bir yol olduğunu ifade eder.
Acz-i mutlak, insanın mutlak aciz olduğunu ifade eder. Acizlik; güçsüzlük, bir şeye gücü yetmemek anlamlarına gelir. İnsanoğlu gerçekten aciz bir varlıktır ve kendi aczini belki en iyi şu örneklerde görür: Bebeklik yılları, yani doğduğu ve bütün ihtiyaçlarını annesinin karşıladığı yıllar… Öylesine aciz ve güçsüzdür ki bu yıllarda, süt kovasının içinde, ziyafet sofrasının yanında olsa ihtiyacını gideremez. Yaşamını devam ettirebilmesi için kesinlikle dışarıdan bir güce ve yardıma ihtiyacı vardır.
Emrinde hizmetçiler veya askerler olan, hatta halkına “Ben sizin Rabbinizim” diye iddiada bulunan firavunlar, dünyaya hükmetmiş krallar da dâhil her insan bu dönemleri yaşar. İşte yüce Rabbimiz böyle bir bebekken, ihtiyaçlarımızı görmesi için annelerimizin sevgi ve şefkatini bizlerin hizmetine memur kılmıştır. Bu şekilde en aciz durumlarımızda bizlere ikram etmiştir. Bunu hiç unutmamak gerekir. Nitekim Hakka ve yaratıcısına karşı kibirlenen insanlara yüce Rabbimiz insanın geçirdiği bu dönemleri Kur’an’da sıklıkla hatırlatır: “Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey değilken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi.” (Nahl, 16/78)
Yine bir can alıcı örnek ihtiyarlık halleridir. İnsan ihtiyarlık hallerinde tekrar bebeklik yıllarındaki aciz haline döner. Vücudundan bütün gücü kuvveti alınır, çevikliği gider, yürümekte, ihtiyaçlarını gidermekte zorlanır. Birilerinin bakımına muhtaç hale gelir.
“Allah O’dur ki, sizi zayıf bir nutfeden yarattı; sonra bu zafiyetin arkasından bir kuvvet (güçlü bir insan) yaptı; sonra bu kuvvetin arkasından (yine) bir zafiyet ve ihtiyarlık meydana getirdi. O, dilediğini yaratır. O, Alîm’dir (kulların bütün hallerini bilir), Kadîr’dir (bütün değişikliklerini yapmağa gücü yeter).” (Rum, 30/54)
Sıklıkla başımıza gelen hastalık halleri de insanın aczini derinden hissettiği dönemlerdir. Nitekim Hazreti İbrahim, Kur’an’da zikredilen samimi bir duasıyla bu durumda bizlere örnek gösterilmiştir:
“Bana yediren ve içiren O’dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O’dur.” (Şuara, 26/79-81)
Bu örneklerden çıkarılacak ders insanın aslında Rabbine karşı son derece muhtaç olduğudur. Buna rağmen insanın kendisine emanet verilen güç ve kuvveti kendi malı sanması ve sonra o gücünü Yüce Yaratıcı’ya muhalefet ve düşmanlıkta kullanması, bir bebeğin annesine karşı açtığı savaşa benzer. Veya yatalak vaziyette hasta bir adam düşünün. Bu kişinin, tüm ihtiyaçlarını karşılayan bir yakınına veya bakıcısına hakaretler etmesi, diliyle durmadan onu incitmesi nasıl şaşılacak bir durum, ne büyük bir akılsızlık ve nankörlük ise insanın Rabbine karşı isyankâr tutumu da aynen öyledir.
İkinci olarak insan fakirdir. Fakirlik, ihtiyaçlarını karşılayamamak demektir. Bir insan dış görünüşte ne kadar zengin ve servet sahibi olsa da aslında çok fakirdir. İnsanın yaşamı için gerekli olan hava, su gibi tüm besin ve gıdalar yeryüzünden kaybolsa onları tekrar meydana getirmek, topraktan çıkarmak ve yaratmak imkânına sahip değildir. Paraları, altınları hiçbir işe yaramaz. Nitekim nesli tükenen bir hayvanı veya bir bitkiyi yeniden icat etmek, bulmak, çıkarmak imkânına sahip değiliz. Bu durumdaki bir insan nasıl zenginlikten bahsedebilir? Bu anlamda insan mutlak fakirdir. Fakirliğini gidermek için bütün yaşamı için gerekli olan şeyleri yaratana sonsuz muhtaçlığı vardır. Bu gerçeği tefekkür etmek, bunun bilincinde olmak, insanın aczini ve fakirliğini giderebilecek olan yegâne varlığa, yani yaratıcısına karşı onu sevgi, saygı ve itaate götürecektir.
İşte insanlar düşünmedikleri, akıl etmedikleri, tefekkür etmedikleri için nankör ve saygısızdırlar. Ve aslında bu tutumları ile de sadece kendilerine zarar vermektedirler.
MÜSTAĞNİLİK ŞEYTANİ BİR DURUŞTUR
Şimdi bu noktada, güzel, Rahmanî bir rüya ve akabinde gelişen olağanüstü bir olayla bu konuya vurgu yapan Şenel İlhan Bey’le ilgili bir hatırayı burada paylaşmak çok yerinde olur. Tokat Feyz çalışanlarından İsmail Eroğlu isimli kardeşimiz anlatmıştı:
“09.03.2011 tarihinde şöyle bir rüya gördüm:
Bir camideyim. İmam namaz kıldırıyor. Ben de onun arkasındaki saftayım ve cami cemaatle dolu. İmam birinci rekâtın kıraatını yaptıktan sonra Allahu Ekber deyip rükûya gitti. Ama rükûya giderken yönünü kıbleden çevirdi. Cemaat de ona uydu, onlar da kıbleden neredeyse 90 derece yana doğru döndüler. Yalnız ben kıble istikametinde kaldım. İmamı yaptığı yanlıştan uyarmak için “Subhanallah” diye imamın duyacağı şekilde bağırdım. İmam oralı olmadı. Sesimi yükselterek tekrar “Subhanallah” dedim. Yine oralı olmadı. Bu defa sesimi güzelleştirerek ve uzatarak tekrar “Subhanallah” dedim ve uyandım.
Bu rüya ilgimi çekti, Şenel İlhan Beyefendiye anlatması için Şenel İlhan Beyefendiyle beraber olduğunu bildiğim arkadaşımız Gökhan’ı aradım. Gökhan, “Tamam, ben anlatırım.” dedi. Daha sonra Gökhan’la görüştük, gelişmeleri şöyle anlattı:
“Şenel İlhan Beyfendi ne zamandan beri odasından çıkıp bizlerle konuşmuyor, görüşmüyordu. Bugün yanımıza geldi ve [Size ‘Subhanallah’ tespihinin ne anlama geldiğini anlatacağım.] dedi. Ben çok şaşırdım. Zira senin rüyanla direkt örtüşüyordu. Sonra Şenel İlhan Beyefendi anlatmaya devam etti. Dedi ki: [Subhanallah demek, Allahu Teala’nın noksanlardan münezzeh olduğunu kulun itirafı demektir. Yani kul Subhanallah deyince, “Ya Rabbi! Sen bütün ayıplardan kusurlardan noksanlardan berisin ve yücesin… Kimseye muhtaç değilsin, bütün kemâl sıfatlar senin.” demektir.
Bu ismin kullardaki yansıması ise şöyle olmalı: Ben acizim, eksiğim, kusurluyum, Allah’a muhtacım. Bir kul bunun farkına varmalı ve her zaman bu idrakle yaşamalıdır. Eğer böyle kendi acizliğinin farkında olmazsa onda müstağnilik hastalığı başlar. Müstağnilik; kulun gurur ve kibir içerisinde yalnız kendine (aklına, gücüne, servetine vs.) güvenerek, başka insanlara ve hatta Allah’a bile ihtiyacı yokmuş gibi bir psikoloji içinde yaşamasıdır. Bu bir anlamda narsizmdir. Müstağnilik ancak Allah’a yakışan bir sıfattır. Allah (cc) bir ayet-i kerimede:
“Ey insanlar, siz Allah’a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız. Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır.” (Fatır, 35/15) buyurmuştur. Yani Allahu Teala Hazretleri kimsenin ibadetine, zikrine, yardımına ihtiyacı olmayan demektir. Ama bu sıfat kullar için geçerli olabilir mi? Kullar hem Allah’a her yönü ile muhtaçlar hem de birbirlerine muhtaçlar.
ALLAH’IN SEVMEDİĞİNİ SEVMEMEK EN BÜYÜK İBADETLERDENDİR
İşte bir kulun kendini müstağni sanması; nefsin firavunluk iddiası, ilahlık iddiasıdır. Bu hastalıktan Allah muhafaza buyursun. İnsanın kendine tapması, egosunu şişirmek suretiyle kendini ululaması gibi şeytani bir duruş çıkar. Bunun için kul hiçbir zaman böyle bir yanlışa düşmemeli, bunun için de acizliğini, fakirliğini, muhtaçlığını hiçbir zaman aklından çıkarmamalıdır. Evet, acizlik ve fakr duyguları içinde olmalı bir kul. Acizlik ve fakr kısaca şu demek: Bir kul emellerine bu dünyada hiçbir zaman ulaşamaz, fakirliği ise hiç bitmez. Bu iki duyguyu hissetmeyenler, yalnız kendilerini sevip kendilerine taptıkları için hâşâ Allah’ı tanıyıp sevmek istemezler. Peygamber’e ve müminlere karşı sevgi hissetmezler. Narsist bir şekilde ancak kendilerini severler.
Bu halden kurtulup Allah sevgisini, Peygamber sevgisini elde etmenin ilacı; acizliğini ve fakirliğini kulun idrak etmesi ve bunu her zaman kendine hatırlatmasıdır. Kul, Allah’a karşı acizliğini muhtaçlığını farkederse onda otomatikman Allah sevgisi oluşur. Çünkü kullar fıtratları gereği kendine iyilik yapanı severler. Allah’ın iyiliklerini düşünen kişide Allah’a karşı sevgi oluşur, Peygamber’in iyiliklerini düşünen kişide Peygamber’e, müminlerin iyiliklerini düşünen kişide müminlere karşı sevgi oluşur.
Peygamberimiz “Ya Rabbi! Sevmediğin insanların bana iyilik yapmalarını nasip etme ki kalbimde senin sevmediklerine karşı bir sevgi oluşmasın.” diye dua edermiş...
Allah’ın sevmediğini sevmek çok büyük günahtır. O sebeple Allah’ın sevmediğini sevmemek, hatta buğz etmek, öfke duymak da en büyük ibadetlerdendir. Allah’ın sevmediği ile ilişkilerimiz onlara sevgi duyarak değil, idare-müdara kabilinden olmalı. Kalben sevmek uygun olmaz. Zira kalbinden Allah düşmanlarına sevgi duyan kimse, Allah dostlarına da elinde olmadan kin duyar, buğz ve düşmanlık hisseder. Çünkü bunun başka yolu yoktur, insan kalbi, gönlü öyle yaratılmış. Kalpte iyiliğe, Allah’a, peygamberlere, müminlere karşı sevgi varsa bunun zıttı olan şeylere de buğz, kin, nefret olmak zorundadır.
Evet, bizler hem Allah için sevmeli hem de Allah için buğz etmeliyiz. Allah katında en güzel amel budur. Benim çevrem tarafından fark edilen gazabım, kızgınlığım, öfkem, işte vallahi billahi bu sebepten. Ben asla şahsi davam için kimseye kızmam, öfkelenmem, kin de tutmam.]
Gökhan diyor ki: Şenel İlhan Beyefendi sohbetini bitirince “Keramet bir durum oldu. Tokat’tan İsmail aradı, bir rüya görmüş, onun yorumunu merak etmiş. O rüya sizin bu anlattıklarınızla tamamen örtüşüyor.” dedim. Sonra yukarıdaki rüyayı anlattım. Şenel İlhan Beyefendi, [Maşallah, gerçekten keramet olmuş.] dedi ve bana, [İsmail’e bunu anlat.] diyerek rüyanın tabirini şöyle yaptı:
Bu rüyada İsmail’e diyorlar ki: Müslümanların çoğu istikametten çıkmışlar; gurur, kibir içindeler. Kendilerini müstağni görüyorlar. İnsanlara Allah’ın Subhan olduğunu anlat. İnsanlar bu konuda yanlış bir itikat üzerineler. Kendilerinin aciz olduklarını, Allah’a muhtaç olduklarını unutmasınlar. Bu hizmeti kendine görev bilsin ve insanlara acz ve fakr içinde olduklarını hatırlatsın.]
Müslümanların bu sohbeti anlamaları çok önemli. Bu sohbetin gereğini yerine getiren müstağnilik hastalığından kurtulur. Gönlü yumuşar. Hem Allah’a hem Peygamber’e hem bütün müminlere karşı kalbinde sevgi ve muhabbet oluşur. Aksine eğer bir insan Allah için sevip de Allah için de buğz etmeyi başaramazsa bu defa kalbinde Allah’ın düşmanlarına karşı sevgi ve muhabbet oluşur. Bunun da sonu cehennem olur. Allah bizi bu halden muhafaza buyursun.
Evet, bu sohbet üzerine fazla söze hacet yok. Şüphesiz insan bu dünyada, önemli birçok hikmete binaen aciz olarak yaratılmıştır. “...İnsan zayıf olarak yaratılmıştır.” (Nisa, 4/28) hükmüyle bu gerçeğe dikkat çekilir. İnsan zayıf olarak yaratılmıştır ki bir kul olarak Allah’a karşı acizliğini anlayabilsin. Gurur ve kibirden, firavunluk, nemrutluk gibi ilahlık iddialarına kapılmaktan, insanları hor hakir görmekten ve onlara zulmetmekten korunsun. Ayrıca şu gerçeğin de farkında olsun ki Allah’ın son derece aciz olarak yarattığı insanlar, yerine göre hata yapar, unutur, yanılır, gaflete düşerler. Ancak Allah’a karşı aczini kavrayan insan, acizliğinden kaynaklanan hataları için Allah’tan sürekli bağışlanma diler ve tövbe eder.
“Rabbiniz’den bağışlanma dileyin, sonra O’na tövbe edin. Gerçekten benim Rabbim esirgeyendir, sevendir.” (Hud, 11/90)
Bu şuurda olabilmek temennisiyle Allah’a emanet olun.