Nefsin Psikolojik ve Yapısı / Prof. Dr. Hayati Hökelekli

Ruhsal faaliyetlerimizin hem kaynağı hem bütünü olarak nefs, denebilir ki kutupsallıklar içeren bir bütünlüktür. Bir yanda nefste tabii, beşeri ya da dürtüsel bir boyut, diğer yanda ise aklî, manevî ya da ülküsel bir boyut vardır. İki farklı tabiat nefste aynı anda etkin durumdadır. Ancak bunlar birbirinden büsbütün kopuk ve bağımsız iki ayrı kategori olmayıp birbiri içine geçmiş, birbirine eklemlenmiş, biri diğerinde tezâhür eden, tek bir bütünün iki boyutudur. İnsan benliği, tensel ve tinsel güç ve yeteneklerin bir sentezidir. Bu yüzden insan sürekli ve kaçınılmaz bir dengesizlik durumu içindedir. Tatminsiz ve tutarsız (helûa) bir tabiata sahiptir. Bu yüzden çelişkiler içerisinde uyumunu bulma, her yeni duruma kendini ayarlama, zor ve sıkıntılı bir hayatla başa çıkma durumundadır. “Biz insanı şüphesiz (yüz yüze geleceği) zorluklar içerisinde yarattık.” (Beled, 90/4) ayetinin bu duruma işaret ettiği söylenebilir. İnsanın ruhsal gelişimi ve olgunlaşmasının dinamiğini bu içsel çelişkiler oluşturur. İnsan nefsinde kalıcı ve değişmez bir denge durumundan söz etmek zordur. Denge ve uyum arayışı insan hayatının bütününe yayılan bir süreç olarak yaşanmaktadır. Ulaşılan her aşama yeni bir tatminsizlik ve hoşnutsuzlukla sonuçlanır. Bu içsel gerilim ve tedirginlik, kişiyi yeni çözümler üretmeye zorlar. Bütün bunlar, insandaki tutku ve çabaların sonu gelmez canlılığını anlamamızı kolaylaştırır.
Nefsin bu tutarsız ve tatminsiz tabiatı, benlik algısındaki değişmelerin başlıca kaynağıdır. Nihayetsiz güçsüzlük ve her şeyin ölçüsü olma; ümitsizlik ve büyüklenme, cebir ve hürriyet, mutlak bilgi ve cahillik, kısaca “olumsuz kendilik duygusu” ve “her şeye güç yetirme duygusu” uçları arasında insanın denge arayışı sürüp gider. Bu dengenin her iki taraftan birine kaydırılması ruhsal ve ahlâkî bir çöküntüyle sonuçlanır. Bir kimse ister gururlu isterse ümitsiz olsun, ister kendini bütünüyle iyi, ister bütünüyle kötü görsün, her iki durumda da sonuç nefs sisteminin bütünlüğünün çökmesidir.
 

1.Nefsin Dinamik Gelişme Gücü
Karşıt eğilimlerin çatışma alanı olan nefsin hızını kendinden alan potansiyel gelişme gücü vardır. Kur’an’daki ifadelerden, nefsin üç temel gelişim aşamasının bulunduğu sonucu çıkarılabilir.
Nefs-i Emmâre (Yusuf, 12/53) psikolojik hayatın başlangıcıdır. Dürtüsel tabiatın davranışlar üzerine bütünüyle hâkim olduğu bir aşamadır. Haz ilkesine göre etkinliklerini sürdürür. Bilinç “benmerkezci” bir tarzda yapılanmıştır. Bundan dolayı gerçekliğin eksik, kusurlu ve tek yanlı bir algısına sahiptir. Gurur, kibir, kıskançlık, saldırganlık, hazcılık, katılık, kin, öfke, aşırılık ve taşkınlık… gibi olumsuz davranış eğilimlerinin bu aşamada belirgin olarak kendisini gösterdiği belirtilmiştir.
Nefs-i Levvâme (Kıyâme, 75/2) ruhsal gelişimin en önemli aşamasıdır. Nefsteki aklî ya da manevî boyutun etkinlik kazanmaya başlamasıyla çatışma ve gerilimler baş gösterir. Kişinin kendilik algısı gerçekçi ve objektif bir nitelik kazanmaya başlar. Vicdan ve iç görü yetenekleri gelişir. Utanma, suçluluk ve günahkârlık duyguları belirginlik kazanır. Nefsin bu aşamasının başta gelen özelliği, değişim ve dönüşümlerin çokça yaşanmasıdır.    
Nefs-i Mutmainne (Fecr, 89/ 27, 28) ruhsal gelişimin en üst aşamasıdır. Dürtüsel eğilimlerin aklî ve manevî ilkelerle uyumlu ve denetim altına alındığı bir durumdur. Dolayısıyla bu aşamada çatışma ve gerilimler yatışır; üzüntü ve sıkıntılar büyük ölçüde son bulur. Sükûnet, kararlılık, uyum ve ölçülülük davranışlara hâkim olur.
Nefsin bu gelişim aşaması, benlik güçlerinin işleyiş düzeninde ve yapısında köklü bir değişim ve dönüşümle birlikte gerçekleşir. Bu, insanî potansiyellerin son sınırına vardığı, “kendini gerçekleştirme” ve “aşkınlama” kavramlarıyla dile getirilen bir ruhsal durumdur. Nihâi bir ilgi ve amaca yönelik çabaların sonucunda elde edilir. Bu noktada Allah inancının, metafizik tecrübelerin önemi oldukça belirgindir. Kur’ân’ın ifadesiyle; “...Kalpler ancak Allah’ı anmakla tam doyuma ulaşır.” (Ra’d, 13/28). Manevi haz, sevinç, hoş görü, rıza, bilgelik, alçak gönüllülük, kabullenme, gönül yüceliği… gibi tutum ve davranış özellikleri bu aşamaya ulaşan kişilerde görülür.
İnsanların dini inanç ve değerlerle ilişkisinde, üzerinde bulundukları nefs aşamasının belirleyici bir önemi vardır. Nefsin alt basamağında bulunan bir kimsenin gerçek bir dini tutum geliştirmesi beklenemez. Ruhânî güç ve potansiyellerini yeterince geliştiremediği için ahlâk erdemler ve kişilik değerleri yönünden zayıf bir durumda bulunan bir kimse, Kur’ân’ın ifadesiyle “nefsine zulmeden”dir. Kimisi ise kendi içinde arayış ve mücadelesini sürdürmekte, aklî ve manevî tabiatının taleplerine uygun şekilde kendisini yapılandırmaya çaba göstermektedir. Böyle birisi de “orta yolda giden”dir. Ruhânî ya da manevî gerçekleşmesini tamamlamış bir kişi ise, gerçek erdemi elde etmiş olup “Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçen”dir. (Fâtır, 35/32)

2.Nefsin Eylemlerinin Kendi Üzerine Dönüşümlülüğü
Nefs, kendisini oluşturan ve yönlendiren güçlerin gerçek aktörü ve öznesidir; çünkü benlik bilinci ondan hiç ayrılmaz. Kendi gelişimi ve yapılanmasında nefsin etkin bir rolü vardır. Denebilir ki nefs kendi tecrübe, niyet, karar ve amaçlarının bir ürünüdür. Ona asıl karakterini kazandıran, bütün bir hayat tecrübesidir. Belli bir karakter tarzının nefste yerleşmesi, davranışların alacağı istikameti önceden belirleyen güçlü bir faktör oluşturur. Bu durumda akıl, vicdan, kalp, irade gibi nefsin üst sistemini oluşturan yetiler de bu yerleşik karakter yönünde faaliyetlerini sürdürürler. Çünkü bu sistemler tek başlarına, nefs bütünlüğünden bağımsız olarak iş görmezler; belirlenmiş durumdadırlar. Bunlar bizim “tecrübi ben”imizden ayrı olarak var olamazlar.
Bu yüzden iyi ya da kötü her davranış, sahibine geri dönücüdür. İşlenmiş bir iyilik kendi yönünde ve daha üst seviyelere doğru, işlenmiş bir kötülük de kendi yönünde ve daha alt seviyelere doğru nefsi güdüler. Kim için ve ne için yapmış olursa olsun, sonuçta yapılan her şey, kişinin kendisine yaptığı bir şeydir. Bundan dolayı kadınların haklarına tecavüz edip zarar vermeye çalışan kimse, gerçekte kendi nefsine zulmetmektedir. Allah’ı ve inananları aldatmaya çalışan kimseler, farkına varmazlar ama yalnız kendilerini aldatırlar. Bir günah işleyen kimse, onu kendi aleyhine kazanırken, nefsin kötü arzu ve eğilimlerine karşı koyan (günahlardan arınan) kimse kendi faydası için bunu yapmış olur. Allah’ın insan nefsine yerleştirdiği hakkı idrâk ve takdir yeteneğini geliştirene, bunun yararı kendisine olduğu gibi, buna karşı kör olana da zararı kendisinedir. Doğru yola gelen kendisi için gelecektir; sapıtan da kendi aleyhine sapıtmış olacaktır. Şükreden kendisi için şükretmiş, hayır olarak bir şey harcayan da kendisi için harcamış olur. Cimrilik eden, ahdini bozan, inkâr eden, zulmeden ve taşkınlık yapan kimseler, hep kendi nefslerinin zararına olarak bu kötü davranışları yapmış olurlar. Ferdi ya da toplumsal birçok belâ, musibet ve sıkıntının temelinde de kişilerin kendi davranış tarzlarının belirleyici bir rolü vardır.
Böylece nefsin yerleşik karakteri, onun eylem ve davranışlarına nihâi akıbetini belirleyici bir etkinliğe sahiptir. Nefse ilişkin olayların bu anlamda “psikolojik nedensellik” bağı içerisinde ve kişinin yöneldiği amaca göre geliştiğini söylemek mümkündür. Allah’ın müdahalesi insana ancak kendi arayış, yöneliş, niyet, çaba ve talebi yönünde ulaşmaktadır: “Artık kim (fakirlere) verir, kötülüklerden sakınır ve en güzel olanı da doğrularsa, biz de en uygun yolu ona kolaylaştırırız. Fakat kim de cimrilik eder, kendini kendine yeterli bulur ve en güzel olanı da yalanlarsa, ona en uygunsuz yolu kolaylaştırırız...” (Leyl, 92/5-10) Kısacası, insanın şu ya da bu anlamda elde ettiği, kendi yöneliş ve davranışlarının bir sonucudur. Bir dış etken ya da rastlantısal durumun, nefsin bütünlüğünden bağımsız bir etki yapması düşünülemez. Birey davranışı için geçerli olan bu psikolojik (ve İlâhî) kanun toplum davranışı için de geçerlidir: “Bir topluluk kendi nefislerinin durumunu değiştirmedikçe, Allah da onları değiştirmez.” (Ra’d, 13/11; Enfâl 8/53)
Bununla birlikte çoğu insanda iyi, doğru ve güzel davranışları kendi nefsine, kötü ve yanlış olanları da başkalarına ya da şeytana atfetme eğilimi vardır. Gerçekte, kişinin kendi özgürlük alanı içerisinde yaptığı eylemlerinin bir kısmının sorumluluğunu yüklenirken, bir kısmını inkâr etmesi -böylece benlik saygısını korumaya çalışması- sık rastlanılan bir savunma mekanizmasıdır. Bazen tam bir “kendini aldatma ve kandırma”ya dönüşen bu durum, kendine yabancılaşmanın tipik bir özelliğidir. Aslında, kendi niyet ve davranışlarının izini dikkatli ve tarafsız bir şekilde süren bir kimse, başına gelen durumun tek öznesinin doğrudan doğruya kendisinin olduğunun farkına kolaylıkla varabilecektir. Kur’ân’ın: “Başına gelen kötülük kendi nefsindendir.” (Âl-i İmrân, 3/165; Nisâ, 4/79) uyarısı, insanın olumsuz durumlar içerisinde kendi kendisiyle ilgili yanılsamalı idrâkini denetlemeye bir çağrı niteliğindedir. Çoğu zaman insanların günah keçisi olarak gördükleri şeytan bile, ancak insanı kendi istek ve eğilimleri, zaaf ve dikkatsizlikleri noktasından etkileyebilmektedir: “...Benim (küfre zorlayacak) bir gücüm yoktu, sadece sizi (küfür ve isyana) davet ettim, siz de benim davetime koştunuz..” (İbrahim, 14/22) tarzındaki savunması gerçeğin kendisini yansıtmaktadır.
Birtakım savunma ve yüklemelere rağmen insan kendi vicdanının derinliği içerisinde kendi nefsini tam olarak görebildiği zaman, kendisiyle ilgili hakikati de keşfetmiş olacaktır. Nitekim ilâhî dinlerin izini taşıyan kültürlerde, kamu vicdanının derinliklerinde yer etmiş olan âdil dünya inancı, genelde “insanların lâyık oldukları şeyi elde ettikleri ve elde ettiklerine lâyık oldukları” bilinci içerisinde dünyayı ve olayları yorumladıkları gerçeğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, dünyada herkesin ancak kendi yaptığını bulduğu bir yaygın adalet ilkesinin geçerli olduğuna dair güçlü yaygın bir inancın varlığını keşfetmek zor değildir.
 

SONUÇ
Bütün bu açıklamalara dayanarak denebilir ki, sağlıklı bir nefs yapılanması insanın yalnızca kendi güçlerine dayanarak gerçekleştirilemez; çünkü insan tabiatı tutarsız ve güvenilmezdir. Bu yüzden bütün hümanist projelerin başarısızlığa uğraması kaçınılmazdır. İnsandaki olumlu yetenekleri geliştirip, dengeli bir kişilik ve sağlam bir karakter yapılanmasının gerçekleştirilmesi Allah’la işbirliğine bağlıdır. Doğal, çevresel ve gelişimsel faktörlerin yanında ilâhî faktörü de hesaba katan bir insan yetiştirme düzeni, daha olgun ve bütünleşmiş kişilik sahibi bireylere imkân verebilir. İnsanın psikolojik dünyasında Allah’ın varlığının fonksiyonel önemi, kendilik güçlerinin öneminden daha az değildir. Bu bakımdan Allah’ı unutma, kendi nefsini unutma (Haşr, 59/19) ile aynı değerde tehlikeli gelişmelerin nedeni olarak görülmelidir.