İnandığınız Gibi Yaşamazsanız Yaşadığınız Gibi İnanırsınız

“İnanmanın menşei” konusu bir makalenin boyutlarını aşacak çapta derin analizler gerektiren bir olgudur. İnanma ihtiyacı insanın en güçlü güdüsüdür. İnanmaksızın insanın yaşaması asla mümkün değildir. Hiç düşündünüz mü insanoğlu neden bir şeylere inanmak ister?

Amacım, felsefedeki “fideizm-imancılık” mevzuunu tartışmak değildir. Günlük pratiklerimizden hareketle bu konunun ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktır.

İnsan çoğu zaman hep aklıyla hareket eden rasyonel bir varlık olarak kabul edilir. Oysa gerçek hiçte sanıldığı gibi değildir.

İnanma deyince aklımıza genellikle “din” olgusu gelir. Gerek semavi gerekse beşeri dinler hemen her konuda nelere inanılıp nelere inanılmayacağı hususlarında kurallar, ilke ve umdeler ortaya koyarlar. İnsanlar da özgür iradeleriyle bu esasları benimser, içselleştirir, iman ederler ya da reddederek inkar yolunu seçerler.

Bir de sistemli, bilinçli tercihe dayalı dinsel inanç bağlamında olmayan ama hayatımızın hemen her anını kuşatan, yön veren tüm gündelik hayatımızı dizayn eden inançlar söz konusudur. Bu gerçeklikle o kadar iç içeyizdir ki çoğu zaman işleyiş mekanizmasını fark etmeyiz bile. Olay adeta rutine binmiştir. 

İNSANOĞLU İNANMAYA AYARLI OLARAK FORMATLANMIŞTIR (METAFİZİK ANTROPİ)

Hani herkesin kullandığı “anahtar-kilit” metaforu vardır. Ya da “tencere-kapak” örneği. Bu olgunun bilimdeki karşılığı “antropi kanunu” dur:

Kozmoloji’de, Antropik ilkeye göre Evren’de gerçekleşen tüm olaylar, insanların en ideal koşullarda, dolayısıyla insanların var olmasına izin verecek şekilde gerçekleşir. Diğer bir deyişle Evren, “biz”im var olabileceğimiz en optimal biçimde işlemektedir. Eğer Evren’deki yasalar bu şekilde değil de farklı olmuş olsalardı, o zaman insanlar var olamayacaklardı. Evren’deki yasaların başka türlü olmayıp bu şekilde olmaları tesadüfi değildir, insanları var edecek şekilde “ince ayarlı”dır. Antropik ilke, insanı esas alan bir ilkedir (Bu husus, ayrıca Allah’ın varlığının bir delilidir).

Kısacası “Evren, bizim var olacağımız şekilde tasarlanmış ve dizayn edilmiştir”:

Güneş, dünyamıza biraz daha yakın olsa yanıp kavrulacak, yok eğer şimdiki halinden biraz daha uzakta bulunsaydı donacaktık. Demek ki kainat insanın en uygun şartlarda yaşayabileceği şekilde ayarlanmış demektir. Bu konuda sayısız örnekler verilebilir. İşte kainatın bu özelliğine “antropik karakter” diyoruz.  Anahtar-kilit misali.

Bu olguya “fizik antropi” dersek, benim “metafizik antropi” olarak adlandırdığım bir durum daha söz konusudur:

Nasıl ki insanın anatomik varlığı fizik evrende yaşayabileceği en ideal biçimde formatlanmışsa aynı şekilde ruh dünyası da ancak “inanma”ya endeksli olarak yaşayabileceği bir şekilde formatlanmıştır. 

Fizik yasalara aykırılığın, fizyolojik ve ekolojik problemlere yol açması gibi, “metafizik antropi” dediğim; “inanma yasaları” na aykırılık durumunda da birtakım sorunlar ortaya çıkacaktır. Bu sorunların ortak paydasını ise; anksiyete, tatminsizlik, depresyon…türü rahatsızlıklar ya da kısa ifadesiyle mutsuzluk oluşturacaktır. 

Bir doktora gittiğimizde yazdığı reçeteyi kullanırken ilaçların doğruluğunu ayrıca bir teste tabi tutmayız. O ilaçların doğruluğuna ön kabul ile inanır ve kullanırız. Yahut okullarda bize öğretilen bilimsel bilgileri, diyelim çarpım tablosunu, acaba doğru mu diyerek tekrar tekrar sağlamasını yapmayız.

Hatta bilim insanları, bilim yaparken kendilerine sunulan bilimsel donelerin doğruluğuna inanarak bilim üretirler. Önceki bilim adamlarının keşiflerini “yahu bir de ben keşfedeyim şunları” diyerek aynı konuda ayrıca kâşifliğe soyunmazlar. Demek ki en rasyonel saha olan, inançla bağdaşmayacağı iddia edilen bilimde dahi süreç “inanmak” suretiyle işliyor. Aksi halde bilim inkişaf edemezdi.

Örnekleri hayatın her alanından vermemiz mümkündür. Misalleri çoğalttığımızda şaşırarak fark edeceğimiz gerçeklik şu olacaktır: “İnsanoğlu aklederek karar veren bir varlık olmaktan öte, daha çok inanarak karar veren bir varlıktır.”

İnanma ve güven duygusu olmasa insan yürüyemez, adım dahi atamazdı. Bu inanç ve güven sayesindedir ki aile kurumu oluşturur, sosyal ilişkiler tesis ederiz. İnsan düşünmek dahi istemiyor; eğer bu özelliğimiz olmasa hayat nasıl çekilmez bir hal alırdı.

Tüm bu tespitlerden anlıyoruz ki, Yaratıcı Kudret insanoğlunu inanmaya muhtaç bir biçimde kodlamış ve formatlamıştır.

Bu demektir ki insanoğlu her halükârda bir şeylere inanmak zorundadır. Yapısı, doğası bunu gerektirmektedir. İnsan “inanma ekseni”nde yaratılmış bir varlıktır.

İnsanın bu temel karakteri ontolojik anlamda bizleri “Allah’ın Varlığı” konusuna götürmektedir. İnanç düzleminde hayat sürebilen insandaki bu yetenek; Allah’ı bulabilmesi ve O’na inanabilmesi için verilmiş bir kabiliyet olmaktadır.

Hz. Ömer’e izafe edilen başlığımızdaki; “İnandığınız gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi inanırsınız.” ifadesi de sözünü ettiğimiz bu hakikatin bir kelam-ı kibar olarak yalın ve çarpıcı bir izahından başka bir şey değildir aslında.

Kişi ister inandığını yaşasın isterse yaşadığına inansın her halükârda hayat, “inanma” yörüngesinde şekillenmiş olmaktadır. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken husus; “inandığınız gibi yaşama” olgusunun asıl, “yaşadığınız gibi inanma” keyfiyetinin ise asıldan bir sapma, yozlaşma olduğu gerçeğidir. 

İnsanın mutlaka inanacak şekilde formatlanmış olması nedeniyle, inandığı gibi yaşayamayan insan, kendisine bir çıkış yolu arayacak, sapkın da olsa bir biçimde inanma güdüsünün gereğini yerine getirme çabası içerisinde olacaktır.

Yine burada gözlerden uzak tutulmaması gereken bir diğer nokta da, sözünü ettiğimiz keyfiyetin determinist bir zorunluluk olmadığı hususudur. Çünkü insan irade sahibi bir varlıktır. İnanma bir ihtiyaçtır, ancak nelere inanılıp nelere inanılmayacağı noktasında insanın ihtiyarı ve seçmesi söz konusudur. Bu durumda da sorumluluklar başlayacaktır. İnandığım gibi yaşayamıyorum diye birtakım mekanizmaları devreye sokarak kişi kendini kandırma yoluna gitmeyecektir.

Konu buraya gelmişken söz konusu mekanizmaların neler olduğundan bahsetmek, “bilinçli inanma” adına büyük yararlar sağlayacaktır:

PSİKOLOJİK SAVUNMA MEKANİZMALARI

İnsan, hayatında istemediği bazı olay ve durumlarla yüz yüze geldiğinde birtakım refleks ve reaksiyonlar geliştirir. Bunlara bilim terminolojisinde “psikolojik savunma mekanizmaları” diyoruz.

Bu mekanizmalar, somut sıkıntı şartlarında bir değişiklik meydana getirmezler, yalnızca kişinin algılayış ya da düşünüş şeklini değiştirirler. Bir nevi insanın kendi kendini kandırması ya da avunmasıdır diyebiliriz. Böylelikle kişi telkin ve ikna yoluyla inanmak istediği şekilde inancını tahkim ederek rahatlamaya çalışmaktadır. Burada inandığı değerlerin epistemolojisinin hiçbir önemi yoktur. Onun için önemli olan; inandıkları ile yaşadıkları arasında var olan çatışmayı nötralize ederek rahatlayabilmektir.

Böyle bir durumda kişi yeni bir inanç geliştirmektedir. Teori ile pratiğin çatışmasından arınmak, biriken rahatsız edici duygu ve düşüncelerinden kurtulmak için menfez arayışına girmiş demektir. Oluşan yeni duruma inanç bağlamında adapte olma arayışıdır söz konusu olan. O  halde nedir bu kendini inandırma ya da avunma mekanizmaları, kısaca aktaralım:

YANSITMA (PROJEKSiYON)

Yansıtma mekanizması, insanın, kendi kusurlarını ve yanlışlarını başkalarına ya da doğaya bağlaması ve yansıtmasıdır.

 

YADSIMA (YOK SAYMA)

Eğer kişi problemle baş edemez ya da ondan kaçınamazsa, kullanabileceği tek yol bu problemi yok saymak olur.

İNKÂR VE YALANLAMA

Kişi, daha önce yapmış olduğu ancak benimsemediği bir davranışı kabul etmeyip inkâr ederek de bir savunma mekanizması geliştirebilir. Çirkin bir davranışta bulunan bir kimse, “Hayır iyi bir iş yaptım fakat siz beni anlamıyorsunuz.” savunması yapabilir. Böylece, kötü davranışından doğacak kaygıyı önlemeye çabalar.

AKLİLEŞTİRME (RASYONALİZASYON)

Bu mekanizma, kişinin genellikle şahsî yetersizliklerinden dolayı gerçekleştiremediği istekleriyle ilgili başarısızlığını hafifletici mazeretler bulma biçiminde kendini gösterir. 

ŞAKAYA VURMA

Kaygı uyandıran düşüncelerin ciddiye alınmamasıdır. Bir insan bir konudaki yetersizliği ya da beceriksizliği nedeniyle çevrenin kendisini küçük göreceğinden çekinip bir girişimde bulunamaz ya da davranış yapamazsa, çevreden beklediği eleştirileri şakaya vurup kendi kendine yönelterek kaygıdan kurtulmaya çalışır.

YÖN DEĞİŞTİRME

“Yerine koyma” da denilen bu mekanizmanın kullanıldığı durumlarda, doyuma ulaştırılamayan güdü belli bir kaynağa yöneltilmekte veya engellemenin kaynağına gösterilemeyen tepki, daha az tehdit edici ve daha kolay ulaşılabilen bir nesneye yöneltilmektedir.

BASTIRMA

İnsan, benimsemediği, hoşuna gitmeyen, rahatsız edici düşüncelerden uzaklaşmak ve onları kovmak ister. Bastırma, kişinin kabul edemeyeceği bir takım isteklerin bilinçaltına itilmesidir. İtilen bu arzular orada birer kompleks halinde saklanacak, düşünce bagajları oluşacak ve her fırsatta çeşitli şekillerde bilince çıkmaya çalışacaklardır.

ÖZDEŞLEŞME (İDENTİFİKASYON)

Özdeşleşme mekanizması, hayatta türlü başarısızlıklar ve yılgınlıklar karşısında kişinin, bazen herhangi bir alanda başarılı bir kişi veya grupla kendini bir sayma veya kendini onlara yakın hissetmesiyle kısmî bir doyuma ulaşma çabası olarak tanımlanabilir.

İÇLEŞTİRME

İçleştirme mekanizması, kişinin, bir diğer insanın ya da bir grubun bazı özelliklerini ve inançlarını kendi benliğine katarak kişiliğinin bir parçası durumuna getirmesidir.

YAPMA-BOZMA

Ailenin ve toplumun değerleri, kişide, yanlış davranışlarından ötürü kendini suçlama, yargılama ve cezalandırma duygusu oluşturarak savunmaya iter.

TELÂFÎ

Kişinin, doyuramadığı istek ve amaçları yerine başkalarını koymasıdır. Böylece insan, başka alanda elde ettiği başarıyla kendine olan saygınlığını sürdürebilir. Burada aşağılık duygusuna sebep olan kusurlar, farklı sahalarda abartılarak telâfî edilir.

HASTALIK HASTALIĞI

Pozitif doyum yolu bulamayan dürtülerin sağlığa yönelik sürekli yakınmalara yol açmasıdır. Çevreden yeterince ilgi ve sevgi görmediği düşüncesinde olan kişi, devamlı yakınmalarıyla bu ilgiyi sağlamaya çalışır.;

KARŞIT TEPKİ OLUŞTURMA

Gerçek duygularınızı göstermek, içinde bulunduğunuz durum içinde uygun kaçmıyorsa, gerçek duygularınıza zıt, fakat o durum içinde kabul edilebilen şekilde göstermeye çalışırsınız.

HAYÂL KURMA (FANTEZİ)

Kişi, istekleri ve amaçları gerçekleşmediği zaman çoğu kez hayâl kurmaya başlar. Bu şekilde gerçek dünyasında onu sıkan düşüncelerden uzaklaşır, daha doyumlu görünen bir hayâl dünyasına girer.

SEMBOLLEŞTİRME

Çeşitli düşünce ve hisleri kinâyeli ve örtülü bir şekilde ifâde ettiren tekniktir. Baskı altında bulunan duygu ve düşüncelerin biçim değiştirerek bilinç alanına girmesidir.

GERİLEME

Davranışların, çocukluk ve gençlikteki duygusal gelişme dönemlerine geri dönmesidir. Kişi, gerçeklerden kaçmak, kaygı ve gerilimden kurtulmak için, çok eskilerde kalmış çocukluk yaşlarının tutum ve davranışlarını benimser. O yılların dirlik düzenlik içinde olan, aileden ve çevreden destek bulan, anlayış gören dönemini yeniden yaşamak ister.

BOYUN EĞME

Bu tür tutumlar, “Boyun eğersem beni kabullenirler” biçiminde ifade edilebilir.

KÖTÜLEME

Elde edilemeyen, erişilemeyen, ulaşılamayan kişileri, nesneleri, amaçları kötüleyerek kaygıdan kurtulma yoludur.

YÜCELTME (SÜBLİMASYON)

Kişinin eğilim ve isteklerinin toplumca beğenilen etkinliklere dönüştürülmesidir.

Psikolojik savunma mekanizmalarının  üzerinde durmamızın temel nedeni, özellikle inanç bağlamında söz konusu mekanizmaların; inanılması gereken değerlerin yerine ikame ediliyor olmalarından hareketle “iman esasları” bakımından riziko taşıyor olmalarıdır:

Nelere inanılıp nelere inanılmayacağı vahiy tarafından belirlenir. İnancını yalın orijinalliği ile yaşayamayan kişi mevcut yeni durumunu, gerçekte inanılması gereken inançlarının yerine ikame ettiği için duymuş olduğu vicdan azabını bu şekilde gidermeye çalışmaktadır. Bu durum da mâzallah itikadî problemlere yol açabilir.

Böylesi bir “inanç kayması”, kişinin gücünü aşan “mücbir sebepler”e bağlı olarak meydana geliyor ise belli ölçülerde belki mazur görülebilir. Ancak heva-i nefs kabilinden yahut işine öyle geldiği için bu tür mekanizmalar geliştiriyor ise ayak kaymalarına neden olabilir. Avunma, kendini kandırma şeklinde tezahür eden savunma mekanizmaları kişiyi kurtarmaya yetmeyebilir.

Yaşamakta olduğumuz çağa çok değişik adlar verilebilmektedir. Bu bağlamda zamanımıza “anksiyete çağı” da diyebiliriz.

Günümüz pozitivist insanı “modern yalnızlıklar” yaşamaktadır. Söz konusu modern yalnızlığını; stadyumlar, fan kulüpler, bar-disko-pub… türü bir nevi “seküler mabetler”de paylaşmaya çalışmaktadır. Kalabalıklar içerisinde yalnızlığı, şöhret sahnesinde kimsesizliği oynayan zavallı modern insan, inandığı gibi yaşamadığı için yaşadığı gibi inanmanın bumerang etkilerini, handikaplarını  yaşamaktadır. Bu durum bir nevi sahte plasebo etkisidir.

“Plasebo etkisi”ne; ‘inanma gücünün insanın beden ve ruh sağlığında meydana getirdiği iyileşme hali’ diyebilirsiniz. Örneğin bir hastayı aslında ilaç olmayan zararsız bir sıvı enjekte ederek iyileştirebilirsiniz. Ya da telkinde bulunarak  da aynı sonuca ulaşabilirsiniz. 

İyileşmeye olan inanma ihtiyacı gerçekten de böyle bir netice verebilmektedir. “İnandığı gibi yaşamayan bir insanın yaşadığı gibi inanması” da sahte bir plasebo etkisinden başka bir şey değildir aslında. İnsan ruhuna kodlanmış olan inanma ihtiyacının istismarından başka bir şey değildir söz konusu olan. Bir takım yararları olsa da, deve kuşu misali çoğu kez aldanıştan başka bir şey değildir.

Nefs, şeytan, kişisel çıkar, ihtiras…gibi bir çok değişken faktörün de inaçlarımıza yön verdiğini ve tesir ettiğini bilerek sürekli teyakkuz halinde olmak imanımızı korumak adına bizlere yardımcı olacaktır. Dünya bir aldanış yurdundan başka nedir ki?

Gazali ne güzel özetlemiş her şeyi: “Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için, yaşayanlar birbirlerini ve kendilerini boğazlıyor.”

Bir daha bu dünyaya geri dönme lüksü olmayan insan, yaşadığı gibi inanan aldanmışlardan  değil de, inandığı gibi yaşayan bahtiyarlardan olmak için her daim murakabe yapmalı, ayrıca bencillikten uzak, şu kısacık ömrü hayatında ne kadar çok insana yararı dokunabilir onun hesabında olmalıdır. 

Unutmamak gerekir ki; “Bir mum diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez.”