“Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onu yüklenmekten kaçındılar; onu insan yüklendi; çünkü o çok zâlim çok câhildir. . .” (el-Ahzâb, 33/72)
Emanetle iman aynı köktendir. Bu ayet-i kerime çok büyük anlam ve hikmete memba bir ayeti kerimedir. İnsanoğlundan cüsse olarak çok büyük olan varlıkların almaktan kaçındığı bu “emanetin” ne anlama geldiğini, insanoğlunun bu emaneti almasına sebep olan ayrıcalığının ne olduğunu, zalim ve cahil olarak zikredilmenin hikmetini ve bütün olarak insanoğlu için önemli sırlar taşıyan bu ayetteki Rabbimizin muradını anlamaya çalışalım.
Ayette Rabbimiz: İnsanoğlu Allah’a iman etmeyi ve onun getirdiği bütün yükümlülükleri, sorumlulukları yüklenmeyi kabul etti. Halbuki gökler, yeryüzü ve dağlar, azamet ve cesamet olarak insandan çok büyük olmalarına rağmen bu emaneti almaktan çekindiler. Bu büyük sorumluluğu yerine getiremeyeceklerini, bu emaneti taşıyamayacaklarını itiraf ettiler. Ama insanoğlu yüklendi. Çünkü insanoğlu zalim ve cahildir. Öyle olmasaydı bu zorlu davayı yüklenmeye bu derece istekli ve hevesli olmazdı, diyor. Bu ayet-i kerime insanoğlunun bu emaneti almaktaki faktörlerin zalim ve cahil olmasının sonucu olduğunu nitelendirmekle beraber; aslında bu ayetteki insanı yerme, aynı zamanda onu övme ve yüceltmenin de açık bir beyanıdır. Yani, bu ayette açıkça Rabbimiz diyor ki: Kulluk kabiliyet ve yeteneği olarak insanoğlu, içinde milyarlarca yıldız barındıran uçsuz bucaksız göklerin, başları bulutlara eren heybetli dağların, üzerinde sayısız canlı varlıkları barındıran, binbir maharete sahip yeryüzünün yapamayacağı şeyleri yapabilecek çok önemli ayrıcalıklara sahip şerefli bir yaratılışla yaratılmış önemli bir varlıktır. Bunun farkına varmalı ve cahillik etmemelidir.
Akıl ve İrade Sahibi Olmak
Emaneti taşıyabilmek için en önemli ve gerekli sıfatlar “akıl ve irade” sahibi olmaktır. Çünkü bu emanet özellikle “akıl ve irade” sahibi olmayı gerekli kılıyor. İrade sahibi olmayan gökler, dağlar, yeryüzü ve daha onlar gibi evrenin içindeki tüm varlıklar her ne kadar büyük görünseler de bu emaneti almaya liyakatli değillerdir. İnsan akıl ve irade sahibi olmasıyla sorumluluk sahibi olmayı ve bunun sonuçlarına katlanmayı hak etmiştir. İşin içerisinde çok yüksek derecelere ulaşmak ve çok büyük nimetlerle mükâfata kavuşmak da var, çok acı elim azaplarla ceza almayı hak etmek de… İşte insan böyle bir sınava girmeye talip olmuş, bunun tüm sonuçlarına razı olmuş mükerrem ve muhteşem bir varlıktır.
İnsanoğlu “Ahsen-i Takvîm” olarak yaratılmıştır
Şu ayette bu gerçeği bulabiliriz; Allah, (cc) Adem’i yaratırken ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dedi. Allah’ın yeryüzünde halifesi olmak çok yüce bir makamdır ve yalnız insana verilmiş bir ayrıcalıktır. Allah insana halifem diyorsa bu halifelik aslı temsilde kabiliyet, maharet ve yücelik ister. İşte bu özellik dağlarda, göklerde ve yeryüzünde yoktu. Her ne kadar cesamet ve azamet olarak insandan büyük görünseler de… Demek ki insan bu sorumluluğun hakkını cehaleti ve zalimliği nedeniyle zayi etmezse çok yüksek ve yüce bir paye ile payelenmiş ve şereflenmiştir. Aslında Rabbimiz insanlardan yüksek hedefleri ve gayeleri misyon edinip onun için mücadele vermelerini istemektedir. Zira insan yine Kur’an’ın beyanıyla “Ahsen-i Takvîm” olarak yaratılmıştır. Yaratılışı böyle yüce hedefler ve idealleri taşıyacak mahiyettedir. Ama insan bu hedefini, zalimlik ve cahillik sıfatları ve bunlardan türeyen kötü fiil ve huylar nedeniyle kaybetmekle kendine çok büyük yazık etmiş, kendine zulüm etmiş, yüksek yaratılışını fark edemeyerek, aslına karşı da cahillik etmiştir.
Bir dostumuz bize bir cihazını emanet verse ve onu kullanmamızda da bir beis görmese… Yalnızca dese ki “Bu cihazdan faydalan ama bana bir yıl sonra, verdiğim gibi sağlam teslim et.” Bu emaneti insanların büyük çoğunluğu aldığı gibi teslim etmek ister, aksi bir durumda dostuna karşı bir hıyanet kabul eder ve bu davranıştan utanç duyar, kendine yakıştıramaz.
Çok merhametli, çok cömert ve kullarına ihsanı hesaba gelmeyecek derecede bol olan yüce Rabbimizin de biz kulları üzerinde böyle sayısız nimetleri vardır. Dünya hayatında bu nimetleri kullanmamız, bunlardan meşru daire içinde faydalanmamız, zevk ve keyif almamız yasaklanmamıştır. İşte bütün nimetler insanoğluna onları güzel kullanmak, kötülüklerde kullanmamak, hakkını vermek ve şükrünü eda etmek koşuluyla “emanet” olarak verilmiştir.
Ayetler ve hadis-i şeriflerin ışığında nelerin bize emanet verildiğini bir hatırlayalım.
Kur’an bir emanettir, Sünnetler bir emanettir. Zira Veda Hutbesi’nde Rasûlullah (sav); “Size bir emanet bırakıyorum ki ona sarıldıkça sapıklığa ve dinsizliğe düşmezsiniz. Bu emanet Allah’ın kitabı Kur’an ve benim sünnetimdir.” buyurmuştur. (Buhâri, Tecrid, 1654; İbn Hişâm, es-Sire, IV, 603; Sahih ve Sünen’lerin Vedâ Haccı bölümleri) Demek ki Kur’an bir emanettir. Bu emanete sahip çıkmak; O’nu okumak, elden bırakmamak, manası ile amel etmekle olur. Güzel işlemeli kılıflar içinde duvarlara asmakla ve sadece ölülere okumakla olmaz.
Sünnet Bir Emanettir
Sünnete sahip çıkmak, sünneti yok edecek üstünü örtecek bidatlerden şiddetle kaçınmakla ve sünnetleri yaşamak suretiyle hayatta kalmalarını sağlamakla olur. Mesela Efendimiz (sav) bir hadislerinde buyuruyor ki: “Unutulmuş bir sünnetimi çıkarana ve ihya edene yüz şehid sevabı verilir.”
Ehl-i Beyt Bir Emanettir
“Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: Biri Kur’an, biri Âl-i Beytim.” (Tirmizî, Menâkıb: 31) Ehl-i Beyt emanetse bu gafletten uyanmalı, önce varlıkları bilinmeli, onların yaşadığının farkında olunmalı, sonra da onlara gerekli sevgi, saygı ve ihtiram gösterilmelidir. “Ehl-i Beytim Nuh’un gemisi gibidir. Onlara binen, (onlarla beraber olan) kurtulur.” hadis-i şerifi unutulmamalı ve özellikle şu ahir zamanın çalkantılı ortamında onlarla beraber olmanın hadiste açıkça ifade edilen kurtarıcı yönü gözden kaçırılmamalıdır.
Kadınlar Emanettir
Veda Haccı’nda Rasûlullah, kadınların da erkeklere birer emanet olduklarını açıklamıştır (Ebû Dâvûd, Menâsik, 56.) Kadın ve erkek bir elmanın iki yarısı gibi birbirini tamamlayan, biri olmazsa diğeri de olamayacak olan önemli iki şerefli varlıktır. Birbirlerine üstünlük taslamamalı ve birbirlerinin kıymetini bilmelidir. Erkek koruyucu özelliği ile burada öne çıktığı için kadın ona emanettir. Emanetin hakkını vermeli, kadını İslam’ın emir ve tavsiyeleri doğrultusunda korumalı ve onun haklarına bir emanet olarak sahip çıkmalıdır. Kadınlara şiddetin arttığı son yıllarda bu bilgi ve bilince ihtiyacımız çok fazladır.
Tüm organ ve uzuvlarımız ve duyu organlarımız birer emanettir. Onları nerede kullandığımızdan sorguya çekileceğiz. Hatta o uzuvlar sahipleri hakkında şahitlik edip emaneti zayi edip etmediğini haber verecekler.
“O gün biz onların ağızlarını mühürleriz. Elleri bize konuşur, ayakları da kazandıklarına şahitlik eder.” (Yasin, 36/65)
“Nihâyet cehenneme vardıklarında, kulakları, gözleri ve derileri, yapmış oldukları işler hakkında, kendileri aleyhine şahitlik ederler. Onlar derilerine, “Niçin aleyhimize şâhitlik ettiniz?” derler. Derileri, “Bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştı ve yine yalnızca O’na döndürülüyorsunuz.” (Fussilet, 41/20-21)
Çocuklarımız bir emanettir. Sorumlu olduğumuz kişilerdir. Ana-babanın çocuklarına iyi terbiye vererek göz kulak olması gerekir. Nitekim Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Hepiniz ayrı ayrı birer çobansınız, herkes sürüsünden sorumludur.”
Ebu Derda (ra): “Cünüplükten arınmak emanettir” demiştir. İbni Ömer “İnsan vücudunda Allah’ın (cc) ilk yarattığı organ cinsiyet uzvudur. Sanki Allah (cc) kuluna “Bu uzuv, senin uhdene tevdi edilmiş bir emanettir, onu mutlaka yerinde kullan, onu koruduğun müddetçe ben de seni korurum.” demiştir.
“Hiç şüphesiz Allah size emanetleri layık olanlara vermenizi emreder...” (Nisa, 4/58) Bütün tefsir âlimleri, bu ayet-i kerimenin şeriatın birçok temel prensibini kapsadığı görüşündedirler.
Netice olarak, en genel anlamıyla, “Allah’ın tekliflerinin tamamına” emanet denilmiştir. (Mecmuat’ut-Tefâsir, İstanbul 1979, V. 142, 143) Usûl-i fıkıhta, Allah’ın insanlara yüklediği bütün mükellefiyetlere emanet denilmiştir. (Molla Hüsrev, Mir’at el-Usûl fî Şerhi’l Mirkat el-Vüsûl, İstanbul, 1307, I, 591) Eşref-i mahlûkat, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak tanımlanan insan; Allah’ın öğüdü ve rehberi olan Kur’an-ı Kerîm ile ruhlar âleminde verdiği ‘misâk’ı, aldığı emaneti yerine getirmeye çalışmakla mükelleftir.
Allah’ın (cc) emanetini koruyan kimsenin Allah da imanını korur. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurur: “Emanete karşı titizlik göstermeyenlerin imanı yoktur. Sözünde durmayanın dini de yoktur.”
“Emaneti güvendiğin kimseye teslim et, sana hainlik edene sen de karşılık verme.”
Buharî ile Müslim’de Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edilerek nakledildiğine göre Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor:
Münafığın Alâmeti Üçtür
“Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, verdiği sözü tutmaz, uhdesine verilen emanete hıyanet eder.
“Bana şu altı şey hakkında tekeffülde bulunun (söz verin) ben de size Cennet’i tekeffül edeyim: Konuştuğunuz zaman doğru konuşun! Va’dettiğiniz zaman yerine getirin! Emanette ‘emin’ olun! Apış aranızı koruyun! Gözlerinizi harama yumun! Ellerinizi haramdan uzak tutun.” (Müsned, 5/323)
Emaneti korumak, mukarreb meleklerin, peygamberlerin sıfatı ve Allah (cc) korkusu taşıyan kimselerin huyudur.
Bize tevdi edilen tüm emanetleri korumak ve kendisinden emin olunan mü’minler olmak duasıyla…