29 Mayıs 1453’te Rasulullah’ın yukarıda işaret buyurduğu önemli mucizesi ve müjdesi gerçekleşmiş ve İstanbul’un ilk fethi müyesser olmuştu. O’nu fetheden güzel komutan Fatih Sultan Mehmet Han, O’nu fetheden güzel ordu Osmanlı ordusu idi... Hadislerin ifadesine göre ikinci fethi de vardır ve birincisi gibi o dahi günü gelince elbette gerçekleşecektir.
Ebu Hureyre (ra) şöyle demiştir: “Rasulullah (sav):
‘Bir tarafı denizde bir tarafı karada olan bir şehir (İstanbul’u) duydunuz mu?’ diye sordu. Sahabeler:
-Evet ya Rasulallah dediler. Rasulullah (sav):
-‘İsmail oğullarından yetmiş bin kişi o beldede savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Oraya geldikleri vakit kılıçla savaşmazlar, ok atmazlar. La ilahe illallah Allah-u Ekber derler, şehrin deniz tarafı düşer. Sonra yine La ilahe illallah Allah-u Ekber derler şehrin diğer tarafı düşer. Sonra yine üçüncü defa La ilahe illallah Allah-u Ekber derler onlar için bir gedik açılır, onlar da şehre girer ganimet elde ederler. Onlar ganimetleri taksim ederken birisi gelir de: ‘Deccal çıkmıştır’ diye bağırır. Onlar da her şeyi bırakıp geri dönerler’ buyurdu.”(Müslim)
29 Mayıs 2012 günü bu çok önemli fethin 559. yılını idrak ettik. Fethi gerçekleştiren Fatih Sultan Mehmed Han, İslam ve Peygamber aşığı bir sultandı. Bütün arzusu, Efendimizin müjdesine nail olmaktı. Çok istedi bu fethi Rabb’inden ve çok dua etti; çok çalıştı, muradına da erdi. Sahabelere müyesser olmayan fetih, Fatih Sultan Muhammed Han’a nasip oldu.
Osmanlı padişahları genel itibariyle böyle i’lây-ı kelimetullah davasını mefkûre edinmiş, uluvvi himmet sahibi yüce sultanlardı. Fatih Sultan Mehmet Han dâhil olmak üzere Sultanların çoğu velayet derecesinde kâmil şahsiyetlerdi. Osmanlı devleti de bu ihlâslı güzel sultanların, kurup büyüttükleri güçlü ve süper bir devletti. Şu gerçeği görmek lazım ki, Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’un fethinden önce kendi manevi dünyasında daha önemli bir fethi gerçekleştirmiş, en büyük düşman olan nefsle verdiği mücadeleyi kazanmış, ruhunu gönül ülkesine sultan kılmayı başarmıştı. İşte iç dünyasında böyle bir fethi gerçekleştirmiş olan nefsinin fatihi bir Sultana, Bizans’ın fethi zor gelmemişti. Çünkü nefsin ve şeytanın askerlerini yenerek, gönül ülkesine İslam bayrağını çekmek Bizans’ın askerlerini yenip Bizans surlarına Osmanlı bayrağını dikmekten daha az zorlu daha az çetin bir iş değildi. Bizler de manevi fatihler olabiliriz, kendi ruh dünyamızda nefsle ve şeytanla olan savaşımızı kazanabilirsek eğer… Bir ülke fethinden önemli bir fetih, nefse karşı fatih olmaktır. Nitekim öyle demedi mi Efendimiz (sav) bir savaş dönüşünde: “Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda, nefs ile cenge dönüyoruz!”(Suyuti). O, başka hadîslerinde de nefs ile cihâdın önemi konusunda şöyle buyurmuştu: “Mücâhid, nefsine karşı cihâd eden kimsedir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd)
“Düşmanların en korkuncu senin iki yanın arasında/içinde bulunan nefsindir.” (Keşfü’l-Hafâ)
Fatih Sultan Mehmet Han’ın, şimdiye kadar nice güçlü orduların ve nice kahraman komutan ve askerlerin teşebbüs edip başarılı olamadıkları böyle çok önemli bir fethi başarmasındaki en önemli amiller nelerdi? Bunların kritiğinin yeni nesillerce iyi yapılması gerekir…
Fatih ihlaslı bir padişahtı, birinci derece niyeti şöhret ve şan sahibi olmak değil Allah’ın rızasını kazanmak, Peygamberin sevgi ve şefaatine nail olmaktı.
“Niyetim, ‘Allah yolunda cihad ediniz!’ emrine riâyet etmektir. Gayretim de İslam dininin hâlis ve ulvî gayretidir. Benim, peygamberlere ve Allah dostlarına bağlılığım vardır. Fetih ve zafer ümidim de, daima Allah’ın lütfundandır. Ne olursa olsun inşallah zafer bizimdir! Artık ya şehîd olup cennete veya zaferle Bizans’a gireceğiz!...” diyerek fethe girişti. İdealist ve himmeti yüce bir padişahtı. Kimse Bizans’ı alamadı ben de alamam demedi. “...Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et!...” (Âl-i İmrân, 3/159) şeklindeki emr-i İlahî mucibince “Ya ben Bizans’ı alırım ya da Bizans beni!” sözü ile o günkü kararlılığını dile getirmişti.
Hem zahiri ilimlerde hem manevi ilimlerde istişare edeceği, danışacağı Akşemsettin ve Molla Gürani gibi kemal sahibi hocaları vardı. Onlara karşı saygısı, sevgisi son derece fazla idi. Hocalarını dinler ve değer verir: “Ben padişahım, mühür benim elimde, ben her şeyin iyisini bilirim, ben ne dersem o olur” v.s gibi makamından dolayı anlamsız bir gurur, kibir ve enaniyet içinde olmazdı. Tüm devlet adamlarının, Fatih Sultan Mehmet Han’ın bu özelliklerini dikkate alıp kendi hayatlarında uygulamalarını isteriz. Zira bu vasıfları onların da çok büyük başarılara imza atmaları sonucunu getirecektir.
Kur’an-ı Kerim’in bulunduğu odada ayağını uzatıp yatamayan Osman Bey gibi edep timsali padişahla başlayıp, Abdulhamid Han gibi büyük veli olan padişahlarla noktalanan Osmanlı devri, 4 halife devrinden sonra İslam adına en güzel şeylerin yaşandığı bir devirdi. Bugün tüm İslam coğrafyasında Osmanlının sevildiğini ve adaletinin, huzurunun aranır olduğunu görüyoruz. Osmanlı hanedanları gerçekten bu sevgiyi hak edecek işler yapmışlardı. En azından büyük çoğunluğu için şu tespiti yapabiliriz ki, Osmanlı padişahları saltanat peşinde değillerdi ve saltanat içinde yaşamadılar. İslam’ı anlatmak ve yaymak için Eyüp Sultan Hazretlerinin İstanbul’a, Ümmü Harâm’ın Kıbrıs’a, Abdullah b. Huzâfe’nin Afrika’ya kadar gidip vatanlarından çok uzaklarda şehid düştükleri gibi, Osmanlı padişahları da bu kutlu amacın ve davanın peşinde oldular. İslam’ı anlatmak ve karanlık ruhlara İslam’ın aydınlığını taşımak, zulüm içindeki topluluklara İslam’ın barış, huzur ve adaletini yaymak aşkıyla yaşadılar. Meşhur hadisedir: Kanuni Sultan Süleyman Han, karar vereceği her işin dine aykırı olup olmadığını Şeyhülislamdan soran ve aldığı fetva gereğince işlem yapan Bir cihan Padişahıydı: “Şu çekmeceyi benimle beraber kabrime gömün” diye vasiyette bulunmuştu. Ölünce çekmece vasiyeti icabı mezarının başına getirildi. Şeyhülislam Ebussuud Efendi de dâhil olmak üzere mevcut ulema “gömülürdü-gömülmezdi” diye münakaşaya koyuldu. “İslam’da ölünün eşyasını yanına koymak yoktur. Mecusilerde vardır” denilirken, çekmece tutanın elinden düşerek yere açıldı. İçinden pek çok kağıt döküldü. Bunlar Ebussuud Efendi’nin fetvalarıydı. Padişahın vasiyetinden muradı sorulduğu vakit: “Ya Rabbi,her şeyi şer’i şerifin fetvasıyla yaptım” diyebilmek arzusunda olduğu anlaşıldı. Verdiği fetvaları gören Ebussuud Efendi ağlamaya başladı; “Ah Süleyman!.. Sen kendini kurtarmışsın… Bilmem ki, biz ne yapacağız...” dedi. Osmanlı Sultanları bazı TV dizilerinde gösterildiği gibi saraylarda havuz başlarında veya cariyelerinin koynunda değil, savaş meydanlarında, otağlarda ve at sırtlarında ömür tükettiler. Osmanlı’nın büyümesindeki ve büyük bir dünya imparatorluğu olmasındaki asıl sâik, i’lâ-yı kelimetullah aşkıydı...
Yavuz Sultan Selim Han da maneviyata ve Allah’a (cc) kulluğa verdiği değeri bir dizeleriyle şöyle dile getirmişti:
Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş,
Bir veliye bende olmak cümleden a’la imiş.
Evet, Osmanlı padişahlarının ruh halini anlatmak adına bu anektodlar çok güzel şeyler söylüyor. Bugünkü nesillere Osmanlıyı daha iyi anlatmak ve onlardaki dava bilincini aşılamak üzerimizde önemli bir sorumluluktur diye düşünüyorum.