İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i Sânî / Prof. Dr. Ramazan Ayvallı

İSİM, LAKAB, KÜNYE VE NESEBİ 

Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel-âbidîn, Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) 28. batından torunu olup Hindistan’da yetişen en büyük İslam âlimi ve velîdir. O, “İmâm-ı Rabbânî” [Rabbânî âlim, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından kâmil/olgun âlim] adıyla tanınmıştır.  Lakabı “Bedreddîn”, künyesi “Ebu’l-Berekât” olup Nakşibendiyye/Müceddidiyye, Kadiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çeştiyye büyüklerinin bütün kemâlâtına mazhar idi. 

Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı “Müceddid-i elf-i Sânî” ve ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle “Sıla” ismi verilmiştir. Hazreti Ömer’in soyundan olduğu için “Fârukî” nisbesiyle anılmış, Serhend/Sirhind/Sihrind şehrinden olduğu için de oraya nisbetle “Serhendî/Sirhindî/Sihrindî” denilmiştir. 

İnsanların itikad, ibadet ve ahlak hususunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgilerle amel etmelerini sağlayan, insanları Allahu Teala’nın rızasına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i Aliyye” denilen İslam âlimlerinin 23.südür. O yol, oğlu Muhammed Ma’sûm Fârukî ve torunu Seyfeddîn-i Fârukî [kuddise sirruhuma] ile devam etmiştir.

DOĞUM YERİ VE TARİHİ

Hicrî 10 Muharrem 971 [m. 1563] senesinde Hindistan’ın Serhend (Sirhind/Sihrind) şehrinde doğmuştur. “İmâm-ı Rabbânî’nin 14. dedesi Şihabüddîn Ali Ferrûh Şah, Gaznevî Sultanlarının Kâbil valisi idi. Gaznevî hükümeti yıkılınca Kâbil’de hükümet reisi oldu. Birkaç sene sonra hükümeti terk ederek, tasavvuf dalında çalışıp büyük bir velî oldu. Kâbil civarında medfundur…..İmâm-ı Rabbânî’nin altıncı ceddi İmam Refiuddîn, Delhi Sultanı Firuz Şah’ın emri ile, ormanlık bir alan olan Serhend’i şehir haline getirdi. İmâm-ı Rabbânî, şehir haricindeki türbededir. İmâm-ı Rabbânî’nin validesi de burada medfundur.” [Umdetü’l-makâmât, s. 99]

BAZI SIFATLARI

İslam’ın bekçisi, İslam âlimlerinin gözbebeği, âlimlerin ve velîlerin önderi, velîlerin ve Müslümanların baştacı, ariflerin ışığı, tasavvuf bilgilerinin mütehassısı, derin âlim, büyük velî, müceddid, müçtehid... gibi sıfatlarla anılan İmâm-ı Rabbânî, sadece Hindistan’ı değil, tüm İslam âlemini hatta bütün dünyayı aydınlatmış bir ilim adamıdır.   

Onun; âlimlerin üstünü, vasılların reisi, harikaların ve kerâmetlerin mazharı, sonsuz derecelerin câmii, hakikat ehlinin öncüsü gibi sıfatları da vardır. 

AİLESİ, İLİM TAHSİLİ, OKUDUĞU İLİMLER VE HOCALARI

Baba ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, salih ve fâzıl kimseleri idiler. Babası Abdulehad Efendi (rahimehullah), din ve fen ilimlerinde yetişmiş, kaynaklarda belirtildiğine göre tasavvufta da en son mertebeye ulaşmıştı. 

Babası Abdülehad Efendi gençliğinde ilmi yaymak, insanlara hizmet etmek, doğru yolu göstermek için seyahat ettiği sıralarda, Hindistan’ın meşhur kasabalarından Skendere’ye gitmişti. O memleketten asil bir aileye mensub saliha bir hanım, ferasetiyle Abdulehad Efendi’nin mübarek bir zat olduğunu anlayıp ona: “Kendi kucağımda terbiye edip büyüttüğüm, iffet ve ismet cevheri bir kız kardeşim vardır. Böyle saliha bir kızın sizinle nikahlanmasını arzu ediyorum. Bu ricamı kabul edeceğinizi umarım.” diye haber gönderdi. Abdulehad Efendi bir müddet düşündükten sonra teklifi kabul edip o kızla nikahlandı. İşte bu evlilikten İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) doğdu. 

İmâm-ı Rabbânî ilk tahsiline, babasından ders alarak başladı. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhur âlimlerinden öğrendi. Babasından, önce Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere ait küçük kitapları ezberledi. 

Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkût şehrine gidip orada, Mevlana Kemâleddin Keşmîrî’den ilim öğrendi. Mevlana Kemâleddin, meşhur âlim Abdulhakîm-i Siyalkûtî’nin de hocası olup zamanının en yüksek âlimi idi. 

Kâdî Behlûl-i Bedahşânî’den; tefsir, hadis ve bazı usûl ilimlerini okuyup bu dallarda icazet/diploma aldı. Bazı hadis kitaplarını da Şeyh Ya’kûb-ı Keşmîrî’den okudu. On yedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp bütün ilimlerden icazet aldı. Tahsili sırasında, Kadirî ve Çeştî büyüklerinin kalplerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Daha babası hayatta iken, talebeye ilim öğretmeye başladı. 

Edebiyata çok meraklı olup fesâhatı ve belâğatı, sür’at-i intikali, zekâsının keskinliği herkesi hayrette bırakıyordu.

Bu kadar ilmi ile birlikte kalbi, Ahrariyye, Nakşibendiyye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. 

Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend’den yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi’ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Bâki-billah Hazretleri’nin talebelerinden olan Mevlana Hasan Keşmîrî ile görüştü. Mevlana Hasan Keşmîrî, onu hocasının huzuruna götürüp tanıştırmak istedi ve; “Bugün Ahrariyye yolunda, bu ülkede, başka böyle büyük bir zat yoktur. Tâliplerin onun bir nazarıyla/bakışıyla kavuştukları manevî derecelere, günlerce çekilen çileler ve çeşitli riyazetlerle/nefsin istediklerini yapmamakla kavuşmak mümkün değildir.” dedi.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, Muhammed Bâki-billah Hazretleri’ni tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile hocasının sözlerine ve hallerine bağlandı. Birkaç ay sonra hocası ona icazet verdi. 

Böylece tasavvuf ilminde ve hallerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend’e dönmesi emrolundu. Hocası, talebelerinin çoğunun yetiştirilmesini de ona havale edip onları da arkasından Serhend’e gönderdi. 

Hocası Muhammed Bâki-billah Hazretleri onun için şöyle buyurdu: “Kalplere deva, ruhlara şifa olan bu tohumu, Semerkand ve Buhara’dan getirip Hindistan’ın bereketli toprağına ektim. Tâliplerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O (İmâm-ı Rabbânî), her dereceyi aşıp üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip talebeyi ona bıraktım.”

Allahu Teala ona öyle manevî ilimler ihsan etmişti ki, hocası da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzûruna gelir, hürmetle otururdu.

OKUTTUĞU BAZI İLİMLER

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, memleketi Serhend’e gelince ilim ve edep öğretmeye, isteklileri yetiştirmeye ve yükseltmeye başladı. Şöhreti her yere yayılıp her taraftan âşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine “Şerh-i Mevâkıf” “Usûl-i Pezdevî” “Hidaye” “Beydâvî Tefsiri” “Sahîh-i Buharî” “Mişkat-i Mesâbîh” “Avârifü’l-Meârif”… gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. 

Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nûr ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselamın dînini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının padişahlarını, vali, kumandan, âlim ve hakimlerini, çok tesirli mektupları ile dîne, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve velî yetiştiriyordu. 

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, benzeri az yetişen, müstesna bir İslam âlimi ve büyük bir mürşid-i kâmildir. Peygamber Efendimiz’in vefatından bin sene sonra da İslam düşmanları dîne, imana insafsızca saldırmışlardı. Allahu Teala kullarına acıyarak, İmâm-ı Rabbânî gibi bir müceddid yarattı. Ona derin ilimler ihsan eyledi. Onun vasıtasıyla, din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı batıldan ayırıp çok kalplerden batılı kaldırdı. Bu yüce İmam’ın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyaya ışık saldı. Yani Allahu Teala onu, Peygamber Efendimiz’den bin sene sonra, dîn-i İslam’ı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.

HAKKINDA YAZILANLAR

Onun; hayatı, ilmî şahsiyeti, eserleri, akrabası, talebesi... hakkında birçok yüksek lisans ve doktora tezi, kitap ve makale, ansiklopedi maddesi yazılmıştır. Burada onların hepsini ifade edemeyeceğiz, sadece “zikr-i cüz irade-i kül” kabîlinden, eski kaynaklardan bazılarına temas edebileceğiz.

Hocaları ve talebeleri onu çok övdükleri gibi, gerek zamanında yaşamış, gerek sonradan gelmiş olan âlimler de onu çok methetmişlerdir.

Seyyid Abdullah-ı Dehlevî [Gulam-ı Ali Şâh-ı Dehlevî], talebesi ve halifesi Mevlana Hâlid-i Bağdadî’ye (kuddise sirruhuma) gönderdiği bir mektubunda: “Allahu Teala, bir insanda bulunabilecek her kemâli/her üstünlüğü, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne vermiştir. Vermediği yalnız Peygamberlik makamı kalmıştır.” demiştir. 

Diğer bir mektubunda ise, İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) hakkında şöyle demiştir: 

“Âlimler ve ârifler söylemiş ve yazmışlardır ki: İmâm-ı Rabbânî’yi sevenler, mü’min ve müttakî olanlardır. Sevmeyenler de münafık ve şâkîlerdir. İslam memleketleri Hazreti Müceddid’in feyz ve nûrları ile doldu. Bütün Müslümanlara, bu nimetlere şükür ve hamd etmek vacib oldu.” 

Muhammed Hâşim-i Keşmî/Kişmî tarafından, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin hal tercemesi, Fârisî olarak yazılmış, buna “Berekât” veya “Makâmât-ı Ahmediyye” yahut “Zübdetü’l-Makâmât” denilmiştir. 

El-Urvetü’l-Vüska Muhammed Ma’sum-i Fârukî’nin torunu [veya torununun oğlu] olan Gulam Muhammed Ma’sum’un talebesi [veya torununun torunu] Hâce Muhammed Fadlullah da [v. 1238/1823], “Umdetü’l-Makâmât” adındaki, Hindistan’da basılan Fârisî kitabında, dedelerinin yani İmâm-ı Rabbânî’nin, onun üstadlarının ve talebesinin hayatlarını uzun bildirmektedir.  

Bedrüddîn-i Serhendî’nin Fârisî “Hadarâtü’l-kuds” kitabında da, hal tercemesi uzun yazılıdır. Bu kitap 1391 [m. 1971]’de Pakistan’da çok güzel basılmıştır. 

Yine Mektûbât’ın Arabî tercümesi olan “ed-Dürerü’l-Meknûnât” kitabının haşiyesinde ve Arabî “el-Hadâiku’l-Verdiyye”de kerametleri, hal tercemeleri geniş yazılıdır. 

Hâce-zâde Ahmed Hilmî Efendi’nin İstanbul’da [1318]’de basılan Türkçe “Hadîkatü’l-Evliya” kitabı da, İmâm-ı Rabbânî’nin ve üstadlarının hayatları ile kerametlerini uzun bildirmektedir.

1394 [m. 1974] senesinde, Pakistan’ın Şeyhûfûre şehrinde, Urdu dili ile basılmış olan “Meslek-i Müceddid” kitabında da İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin hal tercemesi yazılıdır. Bununla “el-Hadâiku’l-Verdiyye”deki hal tercemeleri bir arada olarak, 1396 [m. 1976] senesinde İstanbul’da ofset yolu ile bastırılmıştır. 

Muhammed bin Yar Muhammed Burhanpûrî’nin [v. 1110/1698] “Atıyyetü’l-vehhab el-fasılâtü beynel-hakki ve’s-savab fir-reddi ale’l-mu’teridi ale’ş-şeyhi Ahmed el-Fârukî” kitabında kerametleri yazılıdır. [Bu kitap, Arabî Mektûbât’ın üçüncü cildinin haşiyesinde basılmıştır.] 

ESERLERİNDEN BAZILARI

Muhtelif zevata gönderdiği 536 mektubunun toplanmasından meydana gelen üç ciltlik “Mektûbât” kitabı [Fârisî el yazması, İstanbul Bayezid Kütüphanesi’nde 1790 no’da ve Süleymaniyye Kütüphanesi’nin de çeşitli kısımlarında vardır] ve diğer kıymetli eserleri, kelam ve fıkıh bilgilerini, Rasulullah’ın güzel ahlâkını açıklayan birer deryadır. 

Defalarca Fârisî olarak, Hindistan, Afganistan ve Pakistan’da basılmış olan “Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî”nin 1392 [m. 1972] senesindeki çok nefis Pakistan baskısının fotokopisi, 1397 [m. 1976] senesinde, İstanbul’da Hakikat Kitabevi tarafından gayet nefis olarak tab’ edilmiştir. 

Mektûbât’ı, Muhammed Murad-ı Kazanî, Farsçadan Arabîye tercüme etmiş ve “ed-Dürerü’l-Meknûnât” ismini vermiştir. Bundan seçilen 194 ve Fârisî “Mektûbât”tan seçilen 151 mektup “Müntehabât” adıyla iki kitap halinde yine İstanbul’da bastırılmıştır. 

“Mektûbât”ın I. cildi, “Müjdeci Mektuplar Tercemesi = Mektûbât Tercemesi” adıyla, Türkçeye tercüme edilip 1402 [m. 1982]’de ve diğer tarihlerde İstanbul’da defalarca bastırılmıştır. 

Muhammed Ma’sum’un talebesinden Muhammed Bakır Lahorî, “Mektûbât”ı Fârisî olarak kısaltıp “Kenzü’l-Hidâyât” ismini vermiştir. [1376/1957’de 120 sahife halinde Lahor’da basılmıştır.] 

Eserlerinin hepsini uzun uzun anlatmaya makalemizin hacmi müsait değil; ancak “Mektûbât”ı hakkında birkaç kelime söylemek uygun olacaktır. 

“İslam âleminde İmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbât’ı kadar kıymetli bir kitap daha yazılmamıştır.” cümlesiyle övülen Mektûbât, üç cilt olup 526 mektubun toplanmasından meydana gelmiştir. Kelam ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun ma’rifetlerini açıklayan uçsuz-bucaksız bir derya gibi eşsiz bir eserdir.

Mektûbât’ın birinci cildi 1616 (H.1025) senesinde talebelerinin meşhurlarından Yar Muhammed Cedîd-i Bedahşî Talkanî tarafından toplanmıştır. Birinci ciltte üç yüz on üç (313) mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Hâşim-i Keşmî’ye yazılmıştır. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri birinci cildin son mektubunu yazınca; “Muhammed Hâşim’e gönderilen bu mektupla Rasullerin, din sahibi Peygamberlerin ve Ashab-ı Bedr’in sayısına uygun olduğundan, üç yüz on üç mektupla birinci cildi burada bitirelim” buyurmuştur.

İkinci cildi ise 1619 (H.1028) senesinde yine talebesinden Abdülhay Pütnî tarafından toplanmıştır. Bu ciltte, Esmaü’l Hüsna yani Allahu Teala’nın Kur’an-ı Kerim’de geçen doksan dokuz ismi sayısınca doksan dokuz (99) mektup vardır.

Üçüncü cilt de İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin vefatından sonra 1630 (H. 1040) senesinde, talebesinden Muhammed Hâşim-i Keşmî tarafından toplanmış olup bu ciltte de Kur’an-ı Kerim’deki sûrelerin sayısınca yüz on dört (114) mektup vardır. Her üç ciltte toplam beş yüz yirmi altı (526) mektup mevcuttur. 

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin vefatından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilave edilmiştir. Böylece toplam mektup adedi (536) olmuştur.

Mektûbât’taki mektupların birkaçı [dördü] Arabî, geri kalanların hepsi Fârisîdir. Çeşitli zamanlarda basılmıştır. 

İmâm-ı Rabbânî’nin eserlerini, alfabetik olarak zikredecek olursak:

“Âdâbü’l-Mürîdîn” “Cezbe ve Sülûk Risalesi” “Çehl Hadîs-i Mübarek” “İsbâtü’n-Nübüvvet” “Meârif-i Ledünniyye” “Mebde ve Mead” “Mükâşefât-i Gaybiyye” “Redd-i Revâfıd” “Risale-i Tehlîliyye” “Şerh-i Rubâıyyât-ı Abdi’l-Bâki” “Ta’lîkatü’l-Avârif” ve bunlardan başka eserleri de vardır. 

[Fârisî “Redd-i Revâfıd” kitabı ve Türkçe tercümesi, Arabî “İsbâtü’n-Nübüvvet” ve “Mebde ve Mead” kitapları İstanbul’da neşredilmiştir. “Çehl Hadîs-i Mübarek” risalesi de “Mükâşefât-ı Gaybiyye” kitabının sonunda basılmıştır.] 

KENDİSİNE HASED EDENLER

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin yıllarca dîne yaptığı büyük hizmetlerini, Ehl-i Sünnet itikadının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid’atlerin kalktığını, sağlam ve ikna edici delillerle sapık fikirlerin çürütüldüğünü gören bazı sapık kimseler, ona cephe aldılar, hased ve iftira etmeye başladılar.

Ömrünün sonuna doğru, bu iftiralar üzerine, 1027 senesinde Selim Şah tarafından Gwalior/Gwaliyar kalesinde hapsedildi. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile Müslüman olmakla şereflendi. Birçok günahkâr tövbe etti. Hatta bazıları büyük âlim oldular. 

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişman olmuştur. [1029]’da hapisten çıkarıp kendisine ikram ve ihsanlarda bulunmuştur. Kendisine bin rupye ihsan olunmuştur. Hatta hâlis talebesinden ve sâdık dostlarından olmuştur. Bir müddet asker arasında kalmasını istemiştir. Bundan sonra iki sene daha askerde kalmıştır. Sonra serbest bırakıp hürmetle vatanına göndermiştir. 

Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hallerin ve makamların üstünde binlerce dereceye yükselmiş olarak memleketine döndü. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri önceleri, “Yetiştiğim derecelerin üstünde daha çok makamlar vardır. Onlara yükselmek Celal sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar Cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim.” buyurmuştu. 

VEFATI VE TÜRBESİ

29 Safer 1034 [10 Kanûn-ı evvel (Aralık) 1624] Salı günü, Serhend’de vefat edip evinin yanında aile kabristanına defnedilmiştir. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin cenaze namazını, oğlu Hâce Muhammed Saîd kıldırmıştır. Vefatında 63 yaşında idi. 

Afganistan padişahı Şâh-ı zaman, İmâm-ı Rabbânî’nin kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırmıştır. İki oğlu Muhammed Sâdık ve Muhammed Saîd de bu türbededirler. [Şâh-ı zaman da on metre uzaktaki türbede zevcesi ile birliktedir.]