İmâm-ı Rabbânî Hz.'nin Tecdid Anlayışı ve Müceddidliği / Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci

Hazret-i Peygamber, Ebû Davud’un rivayet ettiği bir hadis-i şerifinde meâlen, “Muhakkak ki, Allahu Teâlâ bu ümmet için her yüz senede bir, dini tecdid edecek kimseler gönderir.” buyuruyor. Din değişmez, genişlemez ama hâdiseler çoğalır. Bir yandan da dinden olmayan şeyler, gafiller veya kötü niyetliler tarafından dindenmiş gibi dine sokulabilir. Hem zamanla zuhur eden ve gelişen hâdiselere İslamiyet’i tatbik etmek hem de dine sokulan yenilikleri ve hurafeleri temizlemek gerekir. İşte bu büyük hizmet müceddid adı verilen âlimler tarafından yerine getirilmiştir. Nitekim inanılacak şeyler hep aynıdır; ama Allahu Teâlâ bir dine mensup kavme, asırlar içinde birden fazla peygamber göndermiştir. Bu peygamberler, insanları kendisinden önce gelmiş bir peygamberin dinine davet etmiş ve bu dine sokulan hurafeleri, yanlış inanış ve işleri ortaya koyup reddetmiştir. Hazreti Peygamber, “Ümmetimin âlimleri, Beni İsrail peygamberleri gibidir.” sözüyle bu hakikate işaret eder.

İşte Beni İsrail peygamberleri, Musa aleyhisselâmın dinine sokulan bozuk inanış ve amelleri temizlediği gibi;  her yüz yılda bir gönderilen müceddidler de Muhammed aleyhisselâmın dininde bulunmayıp sonradan ortaya çıkan yenilikleri, sünnete uymayan, ters düşen bid’atleri, yani inanç, amel ve sözleri temizleyerek, dini aslî hâline döndürmeye çalışmışlardır. Bu faaliyete tecdid adı verilir. Tecdid, dinin yeniden tefsiri değildir. İlahî mesajın, tekrar eski saf hâliyle insanlara beyan edilmesidir. Dine yeni bir şekil veren reformdan farklı olarak, dini aslına dönüştürmektir. Müceddid, dini yenilemez; Rasulullah tarafından tespit edilen, din ile insanlar arasındaki irtibatı yeniler. Müceddidin müçtehid olması lâzım gelmediği gibi, bir asırda birden fazla müceddid de bulunabilir. İmam Ebû Hanife, İmam Şâfiî, İmam Eş’arî, Ebû Bekr Bakıllânî, İmam Gazâlî, Abdulkadir Geylânî, Kâdı Beydâvî, İmam Süyûtî ve İmam-ı Rabbânî gibi âlimler İslam âleminde tecdid fonksiyonunu icrâ eden müceddidler olarak kabul görmüşlerdir.

Hicrî XI. ve milâdî XVI. asır Hindistan âlimlerinden İmam-ı Rabbânî Şeyh Ahmed Serhendî, siyasî ve sosyal bakımdan hayli karışık bir zeminde, Müslümanlığın zayıf düştüğü bir zamanda, kelâm ve fıkıh ilmindeki mütâlaalarıyla, bilhassa tasavvuftaki hizmetleriyle müceddid vasfına lâyık görülmüştür. Zamanının önde gelen âlimlerinden Abdulhakîm Siyalkutî, kendisini “müceddid-i elf-i sâni” (ikinci bin yılın müceddidi) olarak vasıflandırmıştır. İmam-ı Rabbânî Hazretleri, çeşitli yazılarında kendisinin müceddid-i elf-i sânî olduğunu ima etmektedir.

Hocası Bâki-Billah Hazretleri’nin sözlerinde de, İmam-ı Rabbânî’nin müceddidliğine işaret vardır. Serhend’den geçtiği sırada rüyasında kendisine, “Sen kutbun yakınına inmişsin.” denilmiş; müridi olduğu zamanlarda da “Serhendli Şeyh Ahmed, muhtemelen âlemin kendisiyle aydınlandığı bir lamba olacak.” buyurmuştur.

İmam-ı Rabbânî, her yüz yılın başında gelen müceddidlerden farklı olarak “ikinci bin yılın müceddidi” olarak vasıflandırılmıştır. Birinci cildin 234. mektubunda der ki: “Şimdi o zamandayız ki, geçmiş ümmetlerde böyle çok karanlık zaman gelince, ululazm bir peygamber gönderilerek yeni bir din kurulurdu. Bu ümmet ümmetlerin en iyisi olduğu için ve bu ümmetin peygamberi peygamberlerin sonuncusu olduğu için, bunların âlimlerine, İsrailoğullarının peygamberlerinin mertebesi verilmiştir. Peygamberlerin vazifeleri, bu âlimlere yaptırılmaktadır. Bunun için her yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir müceddid seçerler. Bununla İslamiyeti tazelerler. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir ululazm peygamber gönderdikleri ve onun işini bir nebîye bırakmadıkları gibi, bu ümmette de tam marifetli, bilgili bir âlim, ârif seçilir. Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ululazm peygamberlerin işini yapar… Böylece hadis-i şerifte geleceği haber verilen Mehdi de, üçüncü bin yılın müceddidi olacaktır.”

İkinci cildin 3. mektubunda da şöyle der: “Ümmetim, nisan yağmuru gibidir; başı mı hayırlıdır, sonu mu bilinemez.” ve “Bu din garib olarak başladı, garib olarak biter. Müjdeler olsun o gariblere.” hadis-i şeriflerine uygun olarak, ikinci bin yıldaki ümmet, ümmetin iyilerindendir ve örtülü kalmış bulunan nübüvvet kemâlâtına kavuşmuşlardır.

Torunlarından Muhammed Mazhar’ın kaleme aldığı Makâmât-ı Ahmediyye adlı eserde şöyle yazar: Bin sene geçmesinde büyük bir hususiyet ve işlerin değişmesinde kuvvetli tesirler vardır. Bu ümmette ve bu dinde değişiklik olmayacağına göre, şüphesiz geçmişlerdeki nisbetin ve o sağlam yolun, sonra gelenlerde yeniden kuvvetlenmesi zaruridir. Böylece İmam-ı Rabbânî’nin mübarek zâtını, nübüvvet ve risâletin bütün kemâlâtını câmi’ kılıp bu yüksek makam ile diğerlerinden ayırdılar. Müceddid-i elf-i sânî, ikinci bin senelerinde ümmetlere gelen her feyze vâsıta olmaktadır. İmam-ı Rabbânî’nin tabiriyle “kamer, güneşten aldığı ışıkları saçtığı gibi” müceddid-i elf-i sânî de bu işi Abdulkadir Geylânî’nin vekili olarak yapmaktadır. 

İmam Süyûtî’nin rivâyet ettiği hadis-i şerifte, “Ümmetimden sıla isminde biri gelir. Onun şefâati ile çok çok kimseler cennete girer.” buyrulmaktadır. Sıla, birleştirici demektir. Tasavvufu, fıkıh bilgileri ile birleştirdiği için bu isim İmam-ı Rabbânî’ye münasip düşmüştür. Zamanın âlimleri ona bu isim ile hitap ettiği gibi; kendisi de oğlu Muhammed Ma’sum’a yazdığı bir mektupta, “Yaratılmamdan maksat olduğunu anladığım vaziyet hâsıl oldu; bin yıllık temenni icâbet gördü. Beni iki derya arasında sıla yapan Rabbim’e hamd ederim.” demiştir. (II. cilt, 6. mektub)

İmam-ı Rabbânî’nin hayatı ve eserleri tetkik edilecek olursa, tecdid faaliyetini hakkıyla yürüttüğü ve müceddidlik sıfatını hakkıyla taşıdığı görülmektedir. Onun bildirdiği yeni marifetleri, feyzleri, önceki velilerden hiçbiri bildirmemiş; tasavvufun hakikatlerine dair bu derin mevzulardan daha evvel kimse bahsetmemiştir. Onun şaşılacak ilimlerinden, Zât-i İlâhî’ye ait marifetlerinden, temiz ahlâk ve hâllerinden, mevâcid, tecelliler ve zuhurları bildiren söz ve yazılarından bu iyi anlaşılmaktadır. Bilhassa zaman içinde türlü şekillere sokulan vahdet-i vücûdun mânâsını ortaya koyması, bu vasfının en mühim eserlerinden biri olmuştur. Bu sebeple Nakşibendîliğin kendisiyle devam eden kolu Müceddidiyye ismiyle anılmış; öyle ki diğer kollar zayıflayıp birer birer ortadan kalktıkça, Müceddidiyye güçlenip yayılmıştır. Hâlihazırda yeryüzünde Nakşibendî tarikatına mensup olanların büyük ekseriyeti Müceddidiyye’ye mensuptur.

İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin müceddidliği hem siyaset, hem tasavvuf ve hem de kelâm ve fıkıh sahalarına inhisar eder. Bir yandan tasavvufî ilimlere yenilikler getirip; farklı ıstılahlar kazandırarak o zamana kadar yapılmamış izahlarda bulunurken; diğer taraftan da dini ve bilhassa tasavvufu, Ehl-i Sünnet itikadı ve fıkıh kaideleri içinde yeniden yapılandırarak, tasavvuf ve şeriat arasında bir zamandır müşahede edilen uzaklığı ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Müceddid yalnızca yenileyici değil, aynı zamanda esaslı değerlerin de muhafızıdır.

İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin hayatının ilk devresi, Ekber Şah’ın saltanatına rastlar. Ekber Şah, etrafındaki felsefeye takılmış kişilerin tesiriyle önce İslamiyet’ten uzaklaşmış; bir müddet sonra da bütün dinleri birleştirme hevesiyle ortaya çıkıp İslamiyete ve Müslümanlara zarar vermeye başlamıştır. Ekber’den sonra tahta geçen Cihangir, babası gibi din aleyhtarı olmamakla beraber; çevresindeki Şii itikatlıların tesirine girmiştir. İmam-ı Rabbânî Hazretleri, her iki devirde de doğru bildiğini söyleyip gerek idarecileri, gerekse halkı ikazdan geri durmamış; bu duruşu sebebiyle iftiralara uğrayarak Cihangir tarafından bir sene hapsedilmiştir. Bununla beraber, hapse atılmayı manevî ilerlemesine yardımcı olacak bir nimet bilmiş; hükümdara karşı gelmek şöyle dursun, ayaklanma teşebbüsü yapanları engellemiştir. Bu kararlı duruşu ve dinî hamiyeti sayesinde hem padişah geri adım atarak âdeta kendisine talebe olmuş; hem de Hindistan’da Müslümanların vaziyeti ve İslamiyetin haysiyeti korunarak büyük bir hizmet ifa edilmiştir. 

 

İmam-ı Rabbânî, Müslümanlarla beraber kalabalık gayrimüslim nüfusun yaşadığı bir beldede, her ne kadar tam mânâsıyla dinin icaplarına uymasa da Müslüman bir hükümdarı destekleyerek, sonra gelen Müslümanlara yol göstermiştir. İmam-ı Rabbânî, yalnız teori değil, pratik insanıdır. Sözleri hep dinî ve sosyal tecrübelerle delillendirilmiştir. Mücadelesini tek bir zümreye ya da tek bir görüşe tevcih etmemiş; tecdid faaliyeti tek bir saha ile sınırlı kalmamıştır. Bir yandan Şia’ya karşı Ehl-i Sünnet’i, Hinduluğa karşı İslamiyeti müdafaa ederken; bir yandan da Müslümanların sosyal hayatına dair kıymetli irşadlarda bulunmuştur. Mesela, gayrimüslimlerin bedenlerinin değil de itikatlarının necis olduğunu beyan ederek, gayrimüslimlerle karışık yaşamak mecburiyetindeki Müslümanları büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştır. Bununla beraber, gayrimüslimlerin dinlerini beğenmenin ve âyinlerine iştirak etmenin mahzurlarına işaret ederek; kendileriyle zaruret miktarı görüşmek gerektiğini söylemekten geri durmamıştır.

İmam Rabbâni, dinin zâhiri olan fıkıh ile bâtınını teşkil eden tasavvuf arasında ayrılık gözetilmesini ve fıkhın ihmal edilmesini doğru bulmamıştır. Böylece tasavvuf yolcularını öncelikle fıkıh ilmini öğrenip tatbik etmeye sevk eylemiştir. Müteaddit mektuplarında bu hususa işaret vardır. Mesela Ahmed Berkî’ye yazdığı mektupta, “Sizin bu nimete kavuşmanız, İslamiyet bilgilerini öğretmekle ve fıkıh hükümlerini yaymakla olmuştur.” diyor.  “Tarikat ve hakikat, şeriatın hizmetindedir.” “Önce itikadı Ehl-i Sünnet’e göre düzeltip, sonra helâl ve haramları öğrenerek amel etmek lâzımdır. Tasavvuf üçüncü sırada gelir.” ve “Hayâlî keşiflere, misâlî suretlerin zuhuruna aldanarak Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in sağlam itikadlarından ayrılmaktan sakınınız!”

İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin beyan ettiğine göre, tasavvufa intisap etmek müstakil bir maksat değil, bir vâsıtadır. Tasavvuf, Allahu Teâlâ’nın emir ve yasaklarına uymakta zorlanmamak ve dini daha şuurlu bir şekilde yaşama melekesi kazanmak için bir âlettir. İslamiyet, iman, amel ve ihlâstan ibarettir. Tarikat, dinin üçüncü rüknü olan ihlâsı elde etmeye yarar. Dolayısıyla işin başı fıkıhtır. İmam-ı Rabbânî, rüyaların ve keşiflerin, sünnete uygunluğu kadar makbul olduğunu söyler. Keşfin içtihad gibi olmadığını, keşfinde yanılan velînin mazur olmakla beraber, bu yanlış keşfe uyanların mazur olmadığını beyan eder. Müslümanların keşfe değil, içtihada; Fusûs’a (İbni Arabî’nin vahdet-i vücuda dair sözlerine) değil, nusûs’a (naslara, âyet ve hadislere) uymakla memur olduğunu vurgular.

İmam-ı Rabbânî Hazretleri, her fırsatta sünnet-i seniyyeye sarılmanın ehemmiyetini tebarüz ettirir. Nitekim Rasulullah aleyhisselâm kaylule yaptığı için öğle üzeri bir miktar uyumanın, sabaha kadar nâfile ibadetten daha üstün olduğunu söyler. Bid’atlerden sakınıp fıkıh ölçülerine uymaya teşvik eder. Bid’atin sünneti, hatta farzı yok ettiğini söyleyerek kaçınılmasını ehemmiyetle tavsiye eder. Ancak bid’atler arasında da tefrike gider. Minare, mektep gibi sünnet-i seniyyenin ifasına yardımcı olan yenilikleri bid’at olarak vasıflandırmaktan kaçınır; bunlara sünnet-i hasene diyerek ayrı bir hassasiyet gösterir.

İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin mühim bir hizmeti de tasavvuf terminolojisine getirdiği yeniliklerdir. O, daha önceki Nakşibendîlerden farklı olarak manevî hakikatleri bilmeye yarayan, hassas şuuraltı istidadları olarak tarif edilebilecek olan letâifi (latifeleri), seyr ü sülûkta mühim bir mevkiye koymuştur. Ahfâ tabirini ilk defa o kullanmıştır.  Seyr ü sülûk mertebeleri hakkında ilk defa tafsilat veren de o olmuştur. Velîliğin “Velâyet-i Suğrâ” “Velâyet-i Kübrâ” ve “Velâyet-i Ulyâ” şeklinde üç derece olduğunu; bunların ardından Kemâlât-ı Nübüvvet gibi peygamberlik ahlâkının zuhur ettiği makamlar; daha sonra da Hakîkat-ı İbrâhîmî, Hakîkat-ı Mûsevî, Hakîkat-ı Muhammedî ve Hakîkat-ı Ahmedî gibi “peygamberlere ait hakikatler” ile Hakîkat-ı Ka’be, Hakîkat-ı Kur’ân ve Hakîkat-ı Salât gibi “ilâhî hakikatler” mertebelerinin bulunduğunu anlatmıştır. Hakîkat-ı Ka’be ve Hakîkat-ı Kur’ân mertebelerinin Hakîkat-ı Muhammedî’den daha üstün olduğunu söyledikten sonra: “Bu hususta ehlullahtan hiçbirisi ağzını açmamıştır.” diyerek meseleyi ilk defa kendisinin ortaya koyduğunu beyan etmiştir.

İmam Rabbâni, varlık mertebeleri hususunda da mühim yenilikler getirmiştir. Vahdet-i vücûd telakkisine ilk defa esaslı tenkitte bulunmuş; buna mukabil “Tevhîd-i şuhûdî” (vahdet-i şuhûd) telakkisini detaylandırmıştır. Eşyanın (âlemin) hakikatinin ilâhî isim ve sıfatlar değil, ilâhî isim ve sıfatların zıtları olan ademler olduğunu tasavvuf tarihinde ilk defa öne sürmüştür. Varlık mertebeleri mevzuunda da “Teayyün-i Vücûdî” ve “Teayyün-i Hubbî” ismiyle iki yeni mertebe tespit etmiştir. Bir yandan vahdet-i vücud’a karşı çıkarken, öte yandan da Muhyiddin Arabî’nin büyüklüğünü tasdik etmiş; vahdet-i vücûd’un hakikatini şeriata muvafık bir şekilde tevile çalışmıştır. İmam-ı Rabbânî Hazretleri’ni böyle davranmaya sevkeden, Hindu inancındaki bazı müesseselerin, İslam dinine ve tasavvufuna girerek, dejenerasyona sebebiyet vermesi endişesidir. Nitekim vahdet-i vücud’un, Hinduluktaki Vedanta inancı ile benzerliğinden dolayı, İslamiyetin ruhuna aykırı menfi bir zemin hazırlamasından korkmuştur.

İmam Rabbâni Hazretleri’nin getirdiği bir başka yenilik de yakîn kelimesine yüklediği mânâlar olmuştur. Daha evvel mutasavvıfların Allah’ın zâtı için kullandıkları ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn ifadelerine, Allah’ın zâtına delâlet eden işaretler olarak mânâ vermiştir.

Tasavvuf gelenekleri bakımından da İmam Rabbâni’nin kayda değer yenilikler getirdiği söylenebilir. Devlet ricali, dost ve talebelerine yazdığı mektuplar, daha hayatta iken bir araya getirilmiştir. Böylece Müceddidîlerde bir “mektubât” geleneği teşekkül etmiştir. Gerçi Cüneyd Bağdadî, Aynülkudat Hemedanî ve Ubeydullah Ahrar gibi kendisinden önceki sûfi büyüklerinden de mektuplar yazanlar olmuştur. Ama bunlar, İmam-ı Rabbânî’nin mektupları gibi tasavvufî hakikatlere dair değildir. Kendisini “İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin âşıkı” olarak tasvir eden son devir Nakşî şeyhlerinden Abdulhakîm Arvasî; Abdullah Dehlevî’nin “Kur’an-ı Kerim ve hadîs-i şeriflerden sonra en faziletli kitap Celâleddin Rûmî’nin Mesnevî’sidir.” sözünü naklettikten sonra, “Evet, velâyet yolunun kemallerini bildiren kitapların en üstünü Mesnevî’dir. Hem velâyet hem de nübüvvet yollarının kemallerini ve inceliklerini bildirmekte ise, İmâm Rabbânî’nin Mektûbât’ının eşi yoktur.” demiştir.

İmam-ı Rabbânî Hazretleri,  Nakşibendîlerde ilk defa yazılı irşad icâzeti verme geleneğini de başlatmıştır. O zamana kadar icazetler, sözlü ve şahidler huzurunda verilirken, İmam-ı Rabbânî Hazretleri, silsile-i aliyyede ismi geçen Hâcegî Emkenegî’nin hiçbir şeyhten icâzetli olmadığı dedikodusunu işitince, “İcâzet sözünü yazmaya ne gerek var, Emkenegî’nin büyüklüğü mutemed bir delildir. Bununla beraber eğer yazarlarsa, kötüleyenlerin dili kesilmiş olur.” diyerek halife tayin edeceği kişilere icâzetnâme vermiştir.

İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin getirdiği yeniliklerden birisi de kendi tasavvufî hallerini öncekiler gibi rumuzlarla değil, tafsilatlı bir şekilde açık anlatmasıdır. Bununla, kendi tabiriyle hem Rabbi’ne şükrünü ifa etmeyi hem de müridlere şevk vermeyi murad etmiştir. Böylece Nakşibendîlikte, tasavvuf yolculuğunun tafsilatlı yazılması geleneğini de başlatmıştır. Mutasavvıf olsa bile, tecdid faaliyetinin merkezinde fıkıh yer almıştır. Bid’atlere karşı tavrıyla, dinde kimsenin peygamber ile mukayese edilebilecek mevkide olmadığını vurgulamıştır. Böylece İbni Arabî’nin, Mevlânâ Celâleddin Rumî’nin bile müceddidliği münakaşa mevzuu iken, İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin müceddidliği herkesçe umumi kabul görmüştür. Mücadelesi, sonra gelen halefleri ve hatta hükümdarlar tarafından sürdürülmüş; bu hizmetleri sayesinde Hindistan’da İslamiyet aslî hüviyet ve saflığıyla varlığını devam ettirmiştir. Aynı zamanda bid’atlerden arınmış ve şeriatla kaynaşmış bir tasavvuf telakkisi bütün dünyaya yayılmış; kendisini bu faaliyetleriyle bütün dünya tanımıştır.

Mevzuya; Makâmât-ı Ahmediyye kitabından, İmam-ı Rabbânî’nin müceddidliğinin tasvir edildiği şu sözlerle nihayet verelim: “Uzaklık denizinde boğulmak üzere olanlar, yakınlık sahiline, onun bir iltifatı ile erişti. Hakikat ve marifet talipleri, karınca gibi etrafına üşüştü. Sultanlar, kumandanlar ve valiler, pervane gibi bu hidayet kaynağının ışığı ile aydınlandı. Huzurunda, talebeye nisan yağmuru gibi gelen feyzlere, yedi kat gökteki melekler gıbta eder oldu. Her tarafta, âlimler ve fâdıllar onun büyüklüğünü, kerametlerini işiterek, vilâyet saçan kapısının eşiğine yüz sürmek için acele ettiler. İnsanı Allahu Teâlâ’ya yaklaştıran teveccühleri ve nazarları bereketi ile huzura, nura ve hiç uğraşmadan müşâhedeye ve çile çıkarmadan tevhide kavuştular. Vahdet denizine dalmadan, ehâdiyyet deryasında yok olmaları, hiç zahmetsiz hâsıl oldu. Kesrette vahdetin müşâhedesi, muhabbet cezbeleri ile gönül marifetleri, küçük bir iltifatlarının semeresi oldu. Ahrâriyye nisbeti yeniden kuvvetlendi. Hatta onun bereketli gayretleri ile bütün dünyaya yayıldı. O zamana kadar bilinen sülûk ve cezbenin ötesinde, başka nisbetler ele geçti. Ondan önce gelenlerin, iftar etmeden oruç tutmaları, kırk gün çile çekmeleri, aç ve susuz durmaları, insanlardan uzaklaşmaları, onun huzurunda yetişenler için özenilecek bir şey olmaktan çıktı. Amellerde ve ibadetlerde itidal üzere olmak, dua ve tâatlerde sünnete tam yapışmak, onların yerini aldı. Yıllarca riyâzet çekmekle ele geçebilenler, onun bereket ve teveccühü ile hemen hâsıl oluyordu. Mübârek zâtı, Allahu Teâlâ’nın büyük nimeti ve Rasûlü’nün vekili oldu. Nihayetsiz yolların rehberliği ona verildi. İkinci bin yılın müceddidi oldu. Böylece, kıyamete kadar, her kime feyz ve bereket gelse onun vasıtası ile gelir. Yeni yeni ilimleri, duyulmayan marifetleri, kimsenin haber vermediği sırları ve kimsenin kavuşamadığı garib keşifleri ile yeni bir yol açtığı güneş gibi meydandadır.”