Ehl-i Sünnet, İmâm-ı Rabbânî ve Ehl-i Beyt’e Dair / İbrahim Cücük Hocaefendi

Kur’ân’ın Bire Bir Tatbikini Peygamber Efendimiz’de Görüyoruz

Efendim, doğru itikat, doğru inanç ve doğru amel bütünlüğünden hareket edersek günümüzde Ehl-i Sünnet’e dair konuşmak bir hayli önem arz ediyor. Gelenekte sağlam itikat ve inançla gelen bu çizginin korunması günümüzün Müslümanlarının sağlam ipe tutunmaları açısından önemli. Biz Ehl-i Sünnet deyince ne anlamalıyız?

Cenab-ı Hak bu konuşmamızı feyzli, bereketli, istifadeli kılsın. Niye Ehl-i Sünnet denmiş, niye ehl-i kitap denmemiş? Çünkü ehl-i kitap deyince Hristiyan ve Yahudiler akla gelir. Evet, biz aynı zamanda Kur’ân ehliyiz, İslam’da asıl kaynak Kur’ân-ı Kerîm, ikinci kaynak da hadis-i şerifler. Sünnet dediğimiz zaman Efendimiz (sav)’in sözleri, fiilleri, tasvipleri, takrirleri anlaşılır. Bu üçü sünneti oluşturuyor. Kitap mı önce sünnet mi önce şeklinde bir soru sorulabilir… Evet kaynak olarak Kur’ân-ı Kerîm sünnetten üstündür ve sünneti de Kur’ân-ı Kerîm tayin etmiştir. Bu da önemli bir husus. Sünneti Kur’ân tayin etmiş ne demek? Sünneti emreden ayetler… “Sana bu zikri, bu Kur’ân’ı indirdik ki içindekileri insanlara açıklayasın, beyan edesin.” ayetiyle açıklanana mı uyulur açıklayana mı uyulur? Açıklayana uyulur,  yani Kur’ân mübeyyendir; hadis mübeyyindir. Yani beyan edilen Kur’ân-ı Kerîm, beyan eden hadislerdir. Öyleyse biz hadise uyacağız. Çünkü Kur’ân’ın bire bir tatbikini Peygamber Efendimiz’de görüyoruz. O zaman Ehl-i Sünnet demek; Peygamber Efendimiz’in sözlerini, fiillerini, takrirlerini izleyen demektir. Doğru hedefe doğru yolla ulaşılır. Ayet-i kerimede “Senin Rabbin’in kelimesi (Kur’ân) hem doğruluk bakımından hem yerli yerince olması bakımından tamdır.” (En’âm, 6/115) Yani hem hikmetlidir, her sözü doğrudur, hem de yerli yerincedir, tamdır, hikmetlidir. Doğru hedefe; doğru yolla, doğru kaynakla, doğru ilimle ulaşılır. Çünkü İslam’da akıl lazım… Akıl göze, ilim ışığa benzer. Işık, ilim olmazsa göz kör hükmündedir. Ancak ışıktan göz istifade etmektedir, yani doğru bilgi olmadan akıl doğru çalışmaz. Aklın doğru çalışması, doğru hükme varması doğru bilgiyle olur. Doğru bilgi de doğrunun bilgisidir. En doğru da Cenab-ı Hakk Teâlâ ve onun öğrettiği Peygamberimiz’dir. Onun için ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk buyuruyor ki: “Sıdk’ı getiren ile onu tasdik edenler var ya, işte onlar Allah’a karşı gelmekten sakınanlardır.” (Zümer, 39/33) Yani hatadan korunanlardır. Kur’ân’ın elli beş kadar ismi var, bu ayette Kur’ân’a “sıdk” denilmiş. Ayetlerde “Hayrı indirdi” “Hakkı indirdi” ifadelerini görüyoruz. Burada doğru olan Kur’ân’dır. O’nu getiren Peygamber, O’nu tasdik eden müminlerdir. Hatadan korunmak, sakınmak için elimizde ölçü lazım. Bizim bildiğimiz ölçü, fikir kaynağı kitap ve sünnettir. Ondan iki ölçü çıkarılmış “usûlü’d-din” ve “usûl-ü fıkıh”. Yani amelî konuları anlamanın metodolojisi “usul-ü fıkıh”tır; itikadî konuları anlamanın metodolojisi “usulü’d-din” yani din temelleri dediğimiz İslam akidesidir.

Ameller İmanın Cüz’ü Değildir Ama Tasdik Edilmesi İmanın Cüz’ündendir

Buyurduğunuz gibi itikadî ve amelî olarak bir ana cadde var. Amelî olarak neye tabi olacağız, itikadî olarak neye tabi olacağız ki Ehl-i Sünnet olduğumuzu anlayalım?

İtikat konusu Amentü’nün konusu ki imanın şartları altı, bu şartları ihtiva eder. Tabi Kur’ân’ın bütün konusu Ehl-i Sünnet’in de konusudur. Ancak itikat bakımından bir kısmı amelî bir kısmı itikadîdir. Buna usûl ve furû diyoruz. Usûl dediğimiz akide konuları, furû dediğimiz amelî konulardır. Amelî konular ibadet, ahlâk ve ahkâm. İbadet, ahlâk ve ahkâmı tasdik etmek de yine itikadın konusudur, amelin tasdiki de imandandır. Nasıl amelî konular? Yani sübûtu kat’i, delâleti kat’i ise bunların da itikat edilmesi imana aittir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in bütününü tasdik etmek, Kur’ân’ı tasdiktendir. Çünkü Kur’ân’daki Amentü’nün bir tanesi de kitaptır. İmanın şartlarını saydığımız zaman; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kadere iman. Bu iman konuları itikadın konularıdır. Önce Allah’a iman, sonra meleklere… Çünkü melek kitabı getirmiş. Sonra kitaplara, kitabı da peygambere getirmiş. Sonra peygambere, sonra o kitabın içinde ahiret de var kadere iman da var. Amentü’nün konusu itikadın konusudur. Amel, ibadet ve ahlâka ait Kur’ân’daki bütün konular tasdiki açısından itikadın konusuna girer. Ameller imanın cüz’ü değildir ama tasdik edilmesi imanın cüz’ündendir.

Müslümanlar Ehl-i Sünnet İtikadını ve Amentüyü Bilmek Zorunda

İlim ehli için bu konuyu çözmek zor değil ama bugün kafa karışıklıklarının temelinde Ehl-i Sünnet’i bir dayatma gibi algılayıp farklı mecralara sapan insanlar da var ve bunlar Ehl-i Sünnet toplumundan çıkmış insanlar. İtikadî açıdan sokaktaki bir insan da kaderiye olabilir, cebriye olabilir, mürciye olabilir, mutezile olabilir.. Bunun ilimsizlikten kaynaklananı var, bir de belli bir kasıtla hareket ederek böyle bir çizgiye zorlayanlar var. Sebepleri sizce nelerdir, sizin gözlemleriniz nelerdir? Bugün Ehl-i Sünnet’i iyi anlatamadığımız için mi böyle?

Eğitim İslamî temele dayanmadığı için, tabi ki bilgi noksanlığından iman noksanlığı oluyor. Çünkü bir insanın ilmi yoksa imanı da olmaz ameli de olmaz. Ne demek ilmi yoksa? Amentü bilmeyenin imanı olur mu, olmaz. Elbette ki farz olan ilim var, vacip olan ilim var bir de farz-ı kifaye olan ilim var. Ehl-i Sünnet konusunu, Amentü konusunu bilmek bugün her Müslüman’a gerekiyor. Hele şu asırda,  dünyanın ömrünü dört mevsime benzetecek olursak, kış mevsiminde bulunuyoruz. Kış mevsiminde daha çok korumaya ihtiyaç var, yani kafalar kalpler istilaya uğramış. Onun için şu kış mevsiminde ilmî olarak korunmaya daha çok ihtiyacımız var. Bilgimiz sağlam olması lazım ki imanımız sağlam olsun. Toplumun itikadî ve ahlâkî yönünü ilme dayandırmak gerekiyor. Herkesin bu sorumluluğun şuurunda olması için hakikaten bütün Türkiye genelinde, İslam âleminde ilmin kaynaklarıyla ilgili, doğru ilimle ilgili, doğru ilmin kaynağıyla ilgili adeta savaşa çıkar gibi cehaletle savaşmak, bunu ortaya koymak gerekiyor. Yoksa halk neye inandığını bilmiyor… Ölçüsü olmayınca en son kimi dinliyorsa o kişi onun ölçüsü haline geliyor. Hâlbuki bir adam ölçüyü kavrarsa daima gelişir; ölçüyü kavramazsa daima değişir. Yanılmayan ancak Allah’tır ve Peygamberimiz’dir. Korunduğu için biz “asım” değil “masum” diyoruz. Kim korunmuşu izlerse o da korunmuş olur. Yani Cenab-ı Hakk Teâlâ hatadan münezzehtir, Peygamberimiz de korunmuştur, biz de Peygamberimiz’i izlersek korunuruz. Peygamberimiz’i izlemek iki kısımdır. Peygamberimiz’i izlemek iki kısımdır. Biri ulemanın izlemesi, diğeri de ulemayı takip eden müntesip dediğimiz Müslümanların izlemesi.Bunların ayeti ve hadisi anlaması, ancak ayet ve hadisi anlayan müçtehidi izlemesiyle mümkün olur.  Cenab-ı Hak, “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız onu Allah ve Rasûlü’ne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa, 4/59) buyuruyor. 

Allah’a müracaat, Kur’ân’a müracaat, hadislere müracaat. Bu müracaat müçtehidlerle ilgilidir. Bize düşen nedir? Bize düşen müçtehidlere sormaktır. Cenab-ı Hak; “Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun!” (Nahl, 16/43)  buyuruyor. Ehl-i ilme sorun, zikir ehline, Kur’ân ehline, içtihad ehline sorun. Demek ki bugün her bir Müslüman’ın ilim üstadı edinmesi farz-ı ayndır. Çünkü farz-ı ayn yerine gelmezse diğer farzların hiçbiri yerine gelmez. Her bir Müslüman’ın ilim üstadı edinmesi gerekiyor ki nasıl inanacağını bilsin, amel edeceğini bilsin, edinmesi gereken ahlâk normlarını bilsin. Korunmak için kötü ahlâkı bilmek de farzdır; iyi ahlâkı bilmek de ahlâklanmak için farzdır. Onun için ulema çok önemlidir. Sağlam ilim sağlam iman demektir, sağlam âlim toplumun imanını koruyan sağlam bina demektir. 

Ehl-i Sünnet’in Köşe Taşlarından İmam-ı Rabbânî Hz.

Ehl-i Sünnet ile ilgili bu güzel açıklamadan sonra biraz da İmam-ı Rabbânî Hz.’ni konuşalım. İmam-ı Rabbânî Hazretleri tarihsel bir şahsiyet olarak, bulunduğu dönemde ne yaptı ki İmam-ı Rabbânî oldu? 

Müceddidler yüz yılda bir ve bin yılda bir gelir. İmam-ı Rabbânî Hazretleri bin yılın Müceddidi. İmam-ı Rabbânî Hazretleri dini tecdid etmiş, yenilemiş; yani dine sokulmak istenen yanlışlardan dini korumuş. “Dini yenilemek” derken dine yeni bir şey eklemek değil bid’atleri temizlemek, asıl kaynaklarına inerek delilleriyle ispatlamak. İkinci binin müceddidi İmam-ı Rabbânî Hazretleri akideyi sağlamlaştırmış,  yanlış tasavvufu doğru yerine oturtmuş. “Mektubât” çok değerli bir eser. Büyük bir âlime “Rabıta hakkında ne dersiniz?” diye sorulmuş, o da şöyle cevap vermiş: “Ben rabıta hakkında şüpheleniyordum ama İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin “Mektubât”ında gördüm ve kabul ettim.” İmam-ı Rabbânî Hazretleri kılı kırk yaran bir insan. İmam-ı Rabbânî Hazretleri için hadiste muhaddis, fıkıhta mukallid, akidede müçtehid deniliyor. İmam-ı Rabbânî Hazretleri akide konusunda içtihad yapacak seviyede bir âlimdi,  zahirle bâtını birleştirmiş. 

İmam-ı Rabbânî Hazretleri’ne; “Tarikat, hakikat, şeriat, marifet nedir?” diye soruyorlar. Diyor ki: “Yalan söylemek haramdır, bu şeriattır. Yalan söylememeye gayret etmek, bu tarikattır. Yalan söylemeyi akıldan bile geçirmemek, bu hakikattir. Şeriatle hakikat örtüşürse bu hakikattir. Şeriata uymayan hakikat davası ise zındıklıktır.” Demek ki bu mânâda da hakikati ortaya koymuş. “Şeriatın şeriatı, şeriatın tarikatı, şeriatın hakikati” tabiri de İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nindir. Yani her şey şeriatın içinde, şeriat mahz-ı hakikat, şeriat hakikatin ta kendisidir. Tasavvuf vasıtasıyla sokulmak istenen bid’atları temizlemiş. En büyük sıkıntılar tarikat vasıtasıyla girdiği için tarikat alanında çok büyük işler yapmış, en büyük tecdidi belki bu yolla yapmış. Akide konularını halletmiş, problemleri çözmüş. İmam-ı Rabbânî Hazretleri bu asırda olsaydı ilk yapacağı iş Ehl-i Sünnet’i bütün delilleriyle ortaya koymak, ne kadar soru varsa cevaplamak, yanlış soruları da düzeltmek, “Bu soru yanlış, bu soru böyle sorulur ve bu soruya böyle cevap verilir.” deyip yanlışları düzeltmek olurdu. Bugün önce ulemanın konuşması gerekiyor. Bir tane âlim yetmez, “âlimler kurulu” oluşturmak gerekiyor. İslam âlimleri hakkında; “İslam âlimlerinin geneli masumdur. Biri hata etti mi diğeri tarafından düzeltilir. Kur’ân korunmuş, Peygamber Efendimiz masum, İslam âlimlerinin geneli de masumdur.” görüşü vardır. Öyleyse âlimler kuruluna ihtiyaç vardır, biri göremezse diğeri tarafından görülür. Ama kabul ederken delille kabul etmek, reddederken de delille reddetmek gerekir, bilginin sağlam olması çok önemli. Herkes âlim değildir, herkes âlim konumunda olamaz. Hasan-ı Basrî büyük zâtlardan birisi ve Hz. Ali’nin müsaade ettiği tabiinden bir zât. Diyor ki: “Fakih; dünyaya tenezzül etmeyen, ahirete rağbet eden, Rabbine kulluğa devam eden, dinin inceliklerini bilen (içtihad seviyesinde), Müslümanların şereflerine dil uzatmaktan geri duran, takva sahibi, Müslümanlara nasihat eden, Müslümanların ellerindekine tenezzül etmeyendir.” şeklinde sekiz özellik saymış. Bu çapta âlim ne kadar az olursa olsun, o azlarla bir araya gelmek lazım.  Büyüklük azlardadır, Hz. Ömer şöyle niyaz edermiş: “Ya Rabbi beni azlardan kıl.” Demişler ki: “Ya Emire’l Müminin, biz çoğaldık.” O da diyor ki: “(Kullarımdan şekûr olanlar) yani ziyade şükredenler kelamında olduğu gibi, kalbiyle diliyle, bedeniyle kâmilce şükreden, ilimle, amelle, ahlâkla, faziletle şükreden az.” İşte o ilim kurulunu da bu azlardan oluşturmak lazım.

“Âfakî ve Enfüsî Putlardan Kurtulmadan Gerçek Tevhide Ulaşılmaz”

İmam-ı Rabbânî Hazretleri zahirle bâtını birleştirip bid’atlerden arındırdığı halde, bugün ne zahir ehli tarafından hakkıyla anlaşıldı ne de bâtın ehli, ondaki güzelliklere ulaşacak terakkileri müdrik olma noktasında yaygınlaştıramadılar. Bu da İmam-ı Rabbânî Hazretleri’ni günümüzde hâlâ farklı bir insan kılıyor. Özellikle tevhidle ilgili çok vurgu yapan insanlara İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin şu sözü var referans olarak yeter; “Âfakî ve enfüsî putlardan kurtulmadan gerçek tevhide ulaşılmaz.” Bu sözünü biraz tefsir eder misiniz?

Müslümanların bugün en önemli işi âlim yetiştirmektir. Bâtın zahire uymazsa, zahire uymayan bâtın batıldır. İkisi de gerekli, bu ikisini de kavrayacak, kavratacak âlimlere ihtiyaç var, âlimler kuruluna ihtiyaç var. İşin sadece zahirine bakmak İslam’dan habersizliktir. Bâtından haberi olmamak hakikatten mahrumiyettir. Hakikat iddiasında ama zahire uymuyorsa o iddia da boştur.  

“Âfakî ve enfüsî putlardan kurtulmadan gerçek tevhide ulaşılmaz.” Çünkü insanda kalp var. Efendimiz (sav) buyuruyor: “Vücutta bir et parçası vardır ki o düzelirse bütün vücut düzelir, o bozuk olduğunda bütün vücut bozulur. İyi bilin ki bu et parçası kalptir.” Eğer kalp; riyadan, kinden, ucuptan, hasetten, öfkeden, kibirden temizlenmezse o zaman şirk-i hafî oluşur. Demek ki hem dışardaki putlardan kurtulmak…  Tevhide ulaşmak… Tevhid; her şeyi bire nispet, bire ait kılmak demektir. Bir olan Allah… Yani helal eden ancak Allah, haram eden ancak Allah, hüküm koyan ancak Allah, emreden nehyeden  Allah, ibadete layık ancak Allah… Hayatımızı Allah’ın koyduğu helale harama göre düzenlersek tevhid olur. Amelî konu da böyle, ahlâkî konu da böyle, itikadî konu da böyledir. Demek ki her ikisinde de Allah’a göre, Allah’ın helal haramına göre, Allah’ın hükmüne göre düzenlemek tevhiddir. Kalp inanırken de Allah’ın tarifine göre inanacak, iman ettiğine göre amel etmesi de yine o imanına göre olacaktır. Amel imandan ayrılmaz çünkü amel imana göredir. İmandan ayrıldı mı münafıklık olur. İtikadî konuda da amelî konuda da ayrılması mümkün değildir. Ayrıldığı zaman, yavaş yavaş farklılaşır. Çünkü bir adam tenzihen mekruhu işleye işleye tahrimen mekruh işlemeye başlar, tahrimen mekruh işleye işleye haram işlemeye başlar, haramı işleye işleye haramı helal görmeye başlar, bu da en son küfür olur. Yine aynen; müstehabların terki sünnetlerin terkini doğurur, sünnetlerin terki vaciplerin terkini, vaciplerin terki farzın terkini, farzın terki ise imanın terkini doğurabilir. Onun için şirk-i ameli de tehlikelidir. İtikadî şirk ise küfürdür. Amelî şirk de itikadî şirke götürür. 

Amelin Terki İmanın Terkini Doğurabilir

Âmelî şirk nedir?

Bakıyorsun kişi bir müşrik gibi amel ediyor, amelen… Hemen biz ona şirk demiyoruz ama bu zamanla itikadî şirke götürebilir. Amelin terki, imanın terkini doğurabilir. Onun için amel imana göre olacak, insanın inancı imanına göre olacak, bilgisi imanına göre olacak… Çünkü iman neydi? Kur’ân’daki gerçekleri tasdik etmek. Tatbik tasdike göre olacak, tasdik de o bilgiye göre olacak, ayet ve hadise göre olacaktır. Ayete ve hadise uymayan iman, iman değildir. İmana uygun amel değilse o amel makbul amel değildir. Öyleyse hakikaten hem iç hem dış bütünlüğü gerekiyor. Hem zahir hem bâtın gerekiyor. Bâtın dediğimiz zaman kalp, kalbin amelinde iman da var, ahlâk konuları da var. Kalp düzelince kalıp da düzelir. İmam-ı Rabbânî Hazretleri kalbi bir başkente benzetir. “Başkent düzelirse bütün memleket düzelir.” der. Padişah düzeldi mi insanlar düzelir, çünkü insanlar idarecilerin dinlerine göre hareket eder. Bugün idarecilerimizde öyle bir özellik yoksa âlimlerimizi o konuma oturtmamız gerek. Çünkü Hakk Teâlâ “Allah’a itaat edin, Rasul’e itaat edin.” buyuruyor. Ama “Ulu’l-emre itaat edin.” derken Allah’a ve Resul’e itaat eden âlimlere, amirlere uyun demektir. “Ulu’l-emr” hem âlimleri hem amirleri kapsıyor. Demek ki kitap ve sünnete uyan âlimlere, amirlere uyulacak. Çünkü Kur’ân ve sünnet hüküm koyucu delildir ama müçtehidin içtihadı hüküm koyucu değil, hüküm çıkarıcıdır. 

Günümüze yönelik olarak sormak istiyorum. İmam-ı Rabbânî Hazretleri, babasının vefatı esnasında babasına sorduğu “Babacığım Ehl-i Beyt sevgisi hakkında şu an kendini nasıl hissediyorsun?” şeklindeki soruya babası da “Onun muhabbet okyanusunda yüzüyorum.” cevabını veriyor. Günümüzde de Ehl-i Beyt açısından yanlış kurgular, yanlış vurgular var. Dinin bu konudaki hükümleri belli ama Ehl-i Beyt’e yeterince değer veremediğimizi görüyoruz. Özellikle Ehl-i Beyt’i öven ya da anlatan bir şey söyleyince “Üstünlük takvadadır.” gibi tepkiler veriliyor. Sanki, hâşâ, Hazreti Peygamber üstünlüğün takvada olduğunu bilmeden mi Ehl-i Beyt’i övdü… İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin babasına ölüm yatağında hatırlattığı bu hakikate, yani  Ehl-i Beyt’e dair bazı ölçülerden bahseder misiniz? Günümüzde Ehl-i Beyt efendilerimize yaklaşımda problemler var mı sizce?

Ehl-i Beyt, Efendimiz’in ev ehlidir, Efendimiz’in ailesidir. Üç türlü “âl” var: “âl-i â’lâ,  âl-i evsat, âl-i ednâ” En üst âl, Peygamberimiz’in (sav) soyundan gelenler. Âl-i evsat (orta âl) ashab-ı kiram, âl-i ednâ da muttakiler. Efendimiz, “Muttaki olan, âl’imdendir (ehl-i beytimdendir)” buyurmuş. Demek ki muttakiler de Peygamberimiz’in ailesinden sayılmış. Ehl-i Beyt deyince ilk akla gelen Efendimiz’in sülalesinden olanlar. Ehl-i Beyt’in içine Efendimiz’in ailesi, hanımları da giriyor ama onlar içerisinde ilk Hazreti Hasan ile Hazreti Hüseyin’in soyundan gelenler vardır. Hazreti Hüseyin’in soyundan gelen Seyyidler, Hazreti Hasan’ın soyundan gelen Şeriflerden sayıca daha çoktur. Mesela Abdulkadir Geylani hem Hasanî hem Hüseynî’ dir. 

Ehl-i Beyt’e karşı bizim sorumluluğumuz çok ağır, bu konuda büyük kusurumuz var.  Bugünkü Ehl-i Sünnet âlimlerinin kusuru olduğu gibi, tarih boyunca da âlimlerin kusurları olabilir. Tabi ki Ehl-i Beyt ile ilgilenmemiz gerekiyor, Efendimiz’in (sav) ailesinden olan Seyyidler çok önemli. Seyyidlere yanlış bir şey demek, saygısızlık etmek insanı tehlikeli bir yere götürürür. 

Ehl-i Beyt’e Sevgisizlik, Efendimiz’e Sevgisizliğe Götürür

Bu konuda Ahzab suresi ve Şuara suresinde bizim için hüküm ifade edecek ayetler de var… Seyyidlere önem vermek Peygamberimiz’e önem vermek demektir, bu bir esastır, bunu bilmek çok önemli. Ehl-i Beyt’e sevgisizlik, Efendimiz’e sevgisizliğe götürür. Efendimiz ondan razı olmaz, Efendimiz’in razı olmaması Allah’ın razı olmaması demektir, bu çok önemli bir husus. 

Ehl-i Sünnet’in bugün Ehl-i Beyt’i koruması çok önemli… Ehl-i Beyt’i nasıl koruyacak? İlimle koruyacak, onların en küçük maddî sıkıntıya girmemesine dikkat edecek, onların temiz kalmasına dikkat edecek… Osmanlılar Seyyid sülalelerine çok önem verirlerdi. Çünkü onlara en küçük bir sözün gelmesi Peygamberimiz’e söz gelmesi demektir. Onlar sıkıntıya girmesinler diye özel maaş bile bağlamışlardı. Maddî sıkıntıdan ziyade manevî sıkıntı daha önemlidir. En küçük bir itikadî bozukluk olmaması için Ehl-i Beyt’e çok azami itina göstermek gerekiyor. Gerçekten, Seyyid sülalesindeki farklılığı çok bariz görüyoruz. Seyyidler anlayışta üstün, ferasette üstün, fıkıhta üstün, ilimde üstünler. 

Dolayısıyla İmam-ı Rabbânî’nin eserlerinde de şöyle bir çalışma yapmak uygun olur: Mektubât’ta Ehl-i Beyt anlayışı, Mektubât’ta Ehl-i Sünnet anlayışı, Mektubât’ta tarikat anlayışı, Mektubât’ta tasavvuf anlayışı, Mektubât’ta ilim anlayışı… Bunları çıkarmak çok daha verimli olur. Çünkü bu konular orada var, onları ortaya koyup ifadelendirmek gerekiyor.