İmâm-ı Rabbânî, Ümmet-i Muhammed’in yüz akı âlimlerinin en büyüklerinden birisidir şüphesiz. Ebu Hureyre’nin rivayetine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Gerçekten Aziz ve Celil olan Allah her yüz senenin başında şu ümmetin dinini bid’atten (dine sonradan karışmış batıl uygulamalardan) ayıracak, yenileyecek (ilim sahibi) bir zâtı gönderir. (Sünen-i Ebu Davud, 5/100)
İmâm-ı Rabbânî’nin her yüzyılda bir gelen dini yenileyici müceddidlerden olduğu tartışmasızdır. Ama Ehl-i Sünnet âlimleri onu daha yüksek yerlere layık görmüşler ve yaptığı işin önem ve büyüklüğüne bakarak bin yılda bir gelen yenileyicilerden olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır. Hicri ikinci bin yılının yenileyicisi olduğu için de onu “Müceddid-i elf-i sânî” olarak anmışlardır.
Hem zahiri ilimlerdeki hem de manevi ilimlerdeki ulaştığı nokta bir zirvedir. Söylediği tüm konularda güvenle amel edilmekte, ismini duymak bile gönle huzur vermektedir. Ehl-i Sünnet’in hem yılmaz savunucusu hem de en sağlam kalelerinden birisidir.
Her konuda konuşmuş, kalem oynatmış, bid’at fırkalara karşı cesurca savaşmış, tasavvufa bid’atlerin karıştığı zor bir dönemde, şeriatla tasavvufun arasında çok sağlam köprüler inşa etmiştir. Bu çok büyük ve önemli hizmetlerinden dolayı tasavvufla şeriatın arasını bulan, birleştiren anlamında “Sıla” ismi verilmiştir. Velîlerden kimsenin çıkamadığı manevi makamlara çıkmış, görünmeyen âlem ve boyutlardan haber vermiş, velîlerin keşif ve müşahedeleriyle şeriatın emirleri arasında hiçbir ayrılık olamayacağını, Kur’an ve sahih sünnetle bağdaşmayan keşif ve müşahedelerin ve hallerin hiçbirine itibar edilemeyeceğini söylemiştir. Tarihte Bu hassas konulara en üst perdeden hem ilimle hem de keşif ve müşahedelerle ince ayarlar yapabilmiş böylesi bir âlim gelmemiştir.
Ehl-i Sünnet’in görüşleri üzerinde çok titiz olan ve asla taviz vermeyen İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, maneviyatta çıktığı yüksek burçları; şeriatın zahirine olan bağlılığına, Peygamber Efendimiz’in sünnetlerine olan düşkünlüğüne ve bid’at olan şeylerin zerresinden bile şiddetle kaçınmasına bağlar. Bu konuyu mektuplarında önemle ve ısrarla talebelerine tembihler.
Dine sokulan bid’atlerin olabilecek zararlarını Kâbil müftüsü Hâce Abdurrahman’a yazdığı mektupta şöyle anlatır:
Allahu Teâlâ’ya ağlayarak, sızlayarak, O’na sığınarak ve güvenerek yalvarıyorum ki, bu fakiri ve ona bağlı olanları, bid’at olan işleri yapmaktan korusun ve bid’atlerin güzel ve fâideli görünmelerine aldanmaktan muhafaza buyursun! Seçilmiş olanların, sevilenlerin efendisi, en üstünü hatırı için bu duayı kabul eylesin! “Bid’at” demek, Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında ve O’nun dört halifesi zamanında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan şeylere denir. Bid’atleri ikiye ayırmışlar: “Hasene” (güzel) ve “Seyyie” (kötü). Rasulullah’ın ve dört halifesinin zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebep olmayan güzel şeylere “Hasene” demişlerdir. Sünneti ortadan kaldıran bid’ate de “Seyyie” demişlerdir. Bu bid’atlerin hiçbirinde güzellik ve parlaklık görmüyorum. Yalnız karanlık ve bulanıklık duyuyorum. Eğer bugün, kalpler kararmış olduğundan, bid’at sahibinin işleri iyi ve güzel görülürse de yarın kıyamet günü, kalpler uyandığı zaman, bunların zarar ve pişmanlıktan başka bir netice vermedikleri görülecektir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bizim dinimizde yapılan her yenilik, her reform fenâdır, atılmalıdır.” Atılması lâzım olan şeyin neresi güzel olur? Bir hadîs-i şerifte buyruldu ki: “Sözlerin en iyisi, Allahu Teâlâ’nın kitabıdır. Yolların en iyisi, Muhammed aleyhisselamın gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü, bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid’atlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır.” Başka bir hadîs-i şerifte “Allahu Teâlâ’dan korkunuz! Sözümü iyi dinleyiniz ve itaat ediniz! Ben öldükten sonra gelecekler, çok ayrılıklar göreceklerdir. O zaman, benim ve halifelerimin yoluna sarılınız! Dinde yeni ortaya çıkan şeylerden kaçınınız! Çünkü bu yeni şeylerin hepsi bid’attir. Bid’atlerin hepsi dalâlettir, doğru yoldan ayrılmaktır.” buyruldu. Dinde yapılan her değişiklik bid’at olunca ve her bid’at dalâlet olunca, bid’atlerin hangisine güzel denilebilir? Bu hadîs-i şeriflerden anlaşılıyor ki her bid’at, sünneti ortadan kaldırmaktadır. Bid’atlerin bir kısmı kaldırır, bir kısmı kaldırmaz demek pek yanlıştır. Görülüyor ki bid’atlerin hepsi seyyiedir, kötüdür. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İnsanlar ortaya bir bid’at çıkarırlarsa, Allahu Teâlâ buna karşılık bir sünneti yok eder. Sünnete yapışmak, ortaya bid’at çıkarmaktan iyidir.” Hassân bin Sâbitin bildirdiği hadîs-i şerifte “Bir millet, dinlerinde bir bid’at yaparsa Allahu Teâlâ buna benzeyen bir sünneti yok eder. Kıyamete kadar bir daha geri getirmez.” buyruldu.
Sünnete uymanın önemini de mektuplarında şöyle dile getiriyor.
“Allah’ın razı olacağı güzel bir kulluğa” muvaffak olmamızda gayretlerimizin payı ne ki! Ne varsa hepsi Allah’ın lütfudur. Ama buna mutlaka bir sebep gösterilmesi gerekirse derim ki: Bütün lütufların sebebi; gelmiş ve gelecek bütün insanlığın efendisi olan Rasulullah (sa) Efendimiz’e bağlanıp O’nun mübarek izinden gitmektir...
İnsana bir şeyin azı veya tamamı nasip olmamışsa bunun tek sebebi, Rasulullah (sa) Efendimiz’e tam olarak uyma hususunda bir kusurunun olmasıdır.
Bir defasında gaflete düşerek abdesthaneye sağ ayağımla girdim. (Sünnete uymayan bu davranışım sebebiyle) o gün birçok manevi hâlden mahrum kaldım.”
Kulu, Rabbi’ne yaklaştıran feyiz ve ruhaniyete ancak Allah Rasulü Efendimiz’e tam bir teslimiyetle itaat ederek erişilebilir. Zira âyet-i kerîmelerde Rabbimiz şöyle buyurur:
“Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur...” (Nisâ, 3/80)
(Rasulüm!) De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın...” (Âl-i İmrân, 3/31)
Yani Allahu Teâlâ’nın muhabbetine ancak, O’nun Rasulü’ne itaat, teslimiyet ve bilhassa muhabbet yolundan ulaşabiliriz. Bu yolda en ufak bir ihmal, tereddüt veya şüphesi olana, ilâhî muhabbet kapısı kapalı kalır. Zira Hazreti Peygamber’e muhabbetin, Allah’a muhabbet; O’na itaatin, Allah’a itaat; O’na isyanın da Allah’a isyan mahiyetinde olduğu, âyet-i kerîmelerle sabittir.
Bu yüzden mümin, büyük-küçük her hareketinde, Kur’an’ın fiilî bir tefsiri demek olan Rasulullah Efendimiz’in hayat tarzına, yani sünnetine tam bir riayet hassasiyetiyle dolu olmak mecburiyetindedir.
Yine mektuplarında farzlarla nafilelerin kıymetlerinin farkını hatırlatarak, şeytanın nafile ibadetlerle insanı aldatmasının önüne geçmek ister:
İnsanı Allahu Teâlâ’nın rızasına ve sevgisine kavuşturacak işler, farzlar ve nafileler olmak üzere ikiye ayrılır. Farzların yanında nafilelerin hiç kıymeti yoktur. Bir farzı vaktinde yapmak [vakti geçmiş ise hemen kaza etmek], bin sene nafile ibadet yapmaktan daha çok faydalıdır. Hangi nafile olursa olsun, ne kadar hâlis niyet edilirse edilsin, ister namaz, oruç, zikir, fikir olsun ister başka nafileler olsun hep böyledir. Hatta farzları yaparken, bu farzın sünnetlerinden bir sünneti ve edeplerinden bir edebi gözetmek de böyle çok faydalıdır. Öğrendiğimize göre, Emîri’l-Mü’minîn Ömer Fârûk (radıyallahu anh) Hazretleri sabah namazını cemaat ile kıldıktan sonra cemaate baktı, ashabından birini bulamadı. “Filan kimse cemaatte yoktur.” buyurdu. Orada bulunanlar, “O kimse gecenin çok saatlerinde uyumaz, nafile ibadet yapar. Belki şimdi uykuya dalmıştır.” dediler. Halife, “Eğer bütün gece uyuyup da sabah namazını cemaat ile kılsaydı daha iyi olurdu.” buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki: Bir edebi gözetmek ve tenzîhî olsa bile bir mekrûhtan sakınmak, zikirden, fikirden, murâkabeden ve teveccühden daha faydalıdır. Tahrîmî olan mekruhtan sakınmanın faydasını, artık düşünmelidir. Evet bu nafile işler, farzları gözetmek ile ve haramlardan, mekruhlardan sakınmak ile birlikte yapılırsa elbette daha güzel, çok güzel olur. Fakat böyle olmazsa pek zararlı olur. Mesela zekât olarak bir dank (bir dirhemin dörtte biri ki, bir gram gümüş demektir) bir Müslüman fakire vermek; nafile olarak dağlar kadar altın sadaka vermekten ve hayrat, hasenat ve yardımlar yapmaktan kat kat daha iyidir, kat kat daha çok sevaptır. Bu bir dank zekâtı verirken bir edebi gözetmek ki mesela akrabadan bir fakire vermek de nafile iyiliklerden kat kat daha faydalıdır. Bundan anlaşılıyor ki yatsı namazını gece yarısından sonra kılmak ve böylece gece namazı sevabını da kazanmayı düşünmek çok yanlıştır. Çünkü Hanefî mezhebindeki imamlara göre (radıyallahu teâlâ anhum) yatsı namazını gece yarısından sonra kılmak mekruhtur. Sözlerinden de “kerâhet-i tahrîmiyye” olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü “Yatsı namazını gece yarısına kadar kılmak mubah.” demişlerdir. “Gece yarısından sonra kılmak mekruh olur.” buyurmuşlardır. Mubahın karşılığı olan mekruh ise, tahrîmen mekruhtur. Şâfii mezhebinde gece yarısından sonra yatsıyı kılmak câiz değildir. Bunun içindir ki gece namazı kılmış olmak için ve bu vakte zevk ve cem’iyyet elde etmek için, yatsıyı gece yarısından sonraya bırakmak çok çirkindir.
Sonuç olarak kendimize şunları hatırlatabiliriz ki Ehl-i Sünnet’in itikat anlayışından taviz vermemek, dindeki bid’atlerin hepsinden sakınmak, Kur’an’la beraber Efendimiz’in sünnetlerine önem vermek, dini hayatımızın vazgeçilmezlerinden olmalıdır. Bu zamanda bir sünnet ihmalkârlığıdır gidiyor. Hâlbuki sünnetlere verilen önem farzların da korunmasında çok önemli bir yardımcıdır. Zira Efendimiz’in sünnetlerine lâyıkıyla sarılan müminlerin, farzları yaşamakta da herhangi bir tavizi, ihmali olmaz. Fakat sünnetleri ihmal edenler, farzlarda da büyük fireler vermeye açıktırlar.
Dolayısıyla sünnete riayet, farzları da muhafaza altına alan, âdeta kuvvetli bir zırh mesabesindedir. Bu yüzden iblis ve onun avaneleri bir insanın din ve imanına musallat olduklarında, onu evvelâ sünnetlerden uzaklaştırmaya çalışırlar.
Abdullah bin Deylemî (r.aleyh), sünnete tam bir itaat ve teslimiyetle bağlılığın ehemmiyetini şöyle ifade etmiştir:
“Dinin (zayıflayıp gücünün) kaybolmasının başlangıcı, sünnetin terk edilmesiyle olacaktır. Halatın lif lif çözülüp nihayetinde kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle ortadan kalkar.” (Dârimî, Mukaddime, 16)
Yakın zamanda düzenlenen İmâm-ı Rabbânî Sempozyumunda “İmâm-ı Rabbânî’nin Mektuplarına Göre Fıkıh Anlayışı” konusunu inceleyen araştırmacı-yazar Ahmed Hamdi YILDIRIM, sunduğu tebliğde şu görüşlere yer vermektedir:
“İmâm-ı Rabbânî’nin çalışmalarını inceleyen kimse onun fıkhî meselelere âşinâ, Hanefi fıkhına ve karşılaştırmalı fıkha vukûfiyetinin geniş ve ince fıkhî bilgilere vâkıf olduğunu görür. İmâm-ı Rabbânî’nin eserlerini gözden geçiren kimse onun, şerîatı tarîkattan üstün tuttuğunu, ona göre tarîkatın şerîata tâbi ve ona boyun eğmiş olduğunu görür. Böylece o, “zaman zaman şerîatın gereksizliğine, zaman zaman da şerîattan sapmaya çağıran” fitne ateşini söndürmüştür. O yüksek sesle tarîkatın şerîatın hizmetkârı olduğunu, onun emrine boyun eğdiğini, şerîatın güzelliklerinin makamlardan, hâllerden ve müşâhedelerden daha yüce ve yüksek olduğunu, bir tek şer’î hükümle amel etmenin binlerce yıl mücâhededen daha faydalı olduğunu, sünnete uyularak yapılan kaylulenin sünnete uymadan geceyi ihyâ etmekten efdal olduğunu, helallik ve haramlık konusunda sûfîlerin amellerine itibar edilmeyeceğini, bilakis bu konuda Kitap, Sünnet ve fıkıh kitaplarından delile ihtiyaç olduğunu, dalâlet ehlinin riyâzat ve mücâhedelerinin Hakk’a yaklaşmayı değil uzaklaşmayı ve kovulmayı gerektireceğini kuvvetle ve cesaretle haykırıp ilân etmiştir.”
Netice olarak; ortalığı toza dumana boğan, dine bid’atler sokup sünneti yok sayan veya hafife alan sözde âlimlerin bol olduğu şu zaman diliminde, kendimizi ve çevremizi bu tür tehlikelerden korumak için Ehl-i Sünnet’in kalesi olan İmâm-ı Rabbânî’nin (rahmetullahi aleyh) hayatını ve mesajlarını öğrenmeye, anlamaya ve sonra da yaşamaya daha çok önem vermeliyiz.