“İki kuark arasında yıllar… Ve birazdan öleceğiz” diye bitirmeyi düşündüğüm bir makalede başlangıçla bitiş arasında tüm hayatımız boyunca yaşadığımız ya da yaşayacağımız olaylar vardı. Özeti en fazla iki kelam arasına sığan zamanlar gibi. İftarı bekleyen bir yürek, birazdan doyacaktı işte, susuzluğu gidecekti Temmuz sıcağında… Şu an halsiz, şu an susuz olsa da biliyordu ki birazdan kana kana içecek, dinecekti tüm açlığı… Öyleyse bedenin insanı acizliğe sürükleyen taraflarından sıyrılıp mutlu, huzurlu ve Allah’la (cc) baş başa olmanın tam zamanı değil miydi? Tam da bu demde son üç dakikalık tefekkür aslında tüm hayatın nasıl geçirileceğinin benzerliğini, resmini taşıyordu. Hem de birebir örtüşüyordu… İnsan için, doğumla ölüm arasında, çilelerle geçen koskoca ömür aslında sadece bir anlık tefekkürün sadece bir ânının temsili değil miydi? Birazdan doyacaktık misali, birazdan ölecektik işte… Keşke tüm ömrümüz iftara beş dakika kala gibi geçseydi… Birazdan ölecektik işte… Ölürken aynı tadı almak, birazdan doymanın bekleyişinden farksızdı aslında. Birazdan ölecektik, her şeyi bir kenara bırakıp bir daha geri dönmemecesine… Son ayrılıştı bu, tüm dünyevî zevklerden, hasretten hatta tüm ayrılıklardan, aykırılıklardan… Birazdan kavuşacaktık gerçeğe, bütün perdelerin zeval bulduğu aydınlığa, yeniden doğacaktık bir su, bir ekmek misali… Dinecekti tüm açlık, bitecekti yalnızlık… Zaman, hâl lisanıyla haykırıyordu; “İki kuark arasında yıllar ve birazdan ölecektik…” Zaman, ânı yaşayanların doya doya içtiği bir yudum su değil miydi? Evet, zaman, kıymetini bilenler için bir lokma ekmek, bir yudum su gibiydi; tadına varılınca, kıymeti bilinince lezzeti fark edilen… Üstelik zamanla sınırlıydı ömrümüz ve “dünya, ahiretin tarlasıydı.” Ne ekersek onu biçeceğimiz zaman dilimlerinde ebediyetin, sonsuzluğun sayılamayan adımları sayılıydı dünya mekânında… Sonsuza kıyasla sıfır hükmüne geçen dünyanın sayılı yıllarına, zamanın Yaratıcısı Allah (cc) büyük anlamlar yüklemişti. Ve ibadetlerin karşılığını, adeta zamanın sınırlarını insan için genişleterek az amele dahi bol bol veren bir cömertlikle taçlandırmıştı… Sınırlı amellerimizi sayılar dünyasında matematiğin “çarpanları” gibi sonsuz amellere dönüştürmüştü. Bir sayının önüne gelmekle o sayıya katları kadar anlam yükleyen “çarpanlar...” Üstelik de Cömertler cömerdinin bu cömertliği, zamanı “tefekkürle” değerlendirenler için “katlamalı çarpanlara” dönüvermişti. Lütufla başlayan bir hayatı, her ânına binlerce sevap vererek lütufla devam ettiren cömertlerin en cömerdi olan bir Yaratıcı… Her an, akla hayale sığmayan tecellileriyle insana verdiği değeri gösteren Allah… Yarattığı her şeyde ve fiilde bu tecellilerini rahatlıkla görebileceğimiz Allah… Hayatın her ânına aşkın tecellileriyle mührünü vuran Allah… Ah, insan ne kadar kıymetli… Hayat ne kadar güzel… Dünya ne kadar geçici… Ahiret ne kadar da ebedi… Ve Allah ne kadar sonsuz… “Ölümü ve hayatı bahşeden Allah…” Hayat çok güzel, çünkü ölüm güzel… Çünkü sonunda ebediyet var, aşk var, vuslat var, sevdiğine kavuşmak var. Âşıklara sorsanız size en güzel şeyin “hasret” olduğunu söyleyeceklerdir. Yoksa aşkın tadı çıkmaz ki… Aşkın tadı çıkmaz, çünkü “ânın” tadı çıkmaz. Çünkü insan, aşkı “ân be ân” yaşar… Yudum yudum hisseder, yudum yudum doyar, büyüyen bir çocuk gibi tat aldıkça yer, yedikçe büyür…
Sonuçta insan dönüp dolaşıyor, “olmanın da ölmenin de” anlamını, bilmek ve bulmak istiyor. Manevi huzur dedikleri şeyi bir nebze tatmak, biraz hissetmek, ruhî açlığın iç itmesiyle, şu üç günlük dünyada bir nebze de olsa ruhen soluklanmak, nefes almak istiyor. Sonra da tadına vardığı o huzurun sürekliliğini, devamını istiyor. Geçmiş zamanda, bir maneviyat erbabına Şenel İlhan Beyefendi’den bahsetmiştim. “Keşke tanışsaydım.” dedi. “Biraz feyz alırdım…” dedi hayıflanarak… Derin bir iç çekerek söylemişti bu cümleyi… Kendi kendine mırıldandı, iç çekti, sessiz ve derinden… Bir zaman sonra duydum ki vefat etmiş… Çok üzülmüştüm… Ama “feyz’in” kıymetini bilen bir maneviyat eriydi, belli… Kendince ve kendine rağmen bir ses, bir nefes, bir anlık da olsa bir “feyz” arıyordu… “Acaba!” diyordu, böyle bir dost var mı, beni Hakiki Dost’a bir adım daha yaklaştıracak… Arıyordu… Kim olursa olsun önemli değildi… Yeter ki Hakiki Dost’a yaklaştıracak bir dost olsundu O… Arayan böyle arar… Umarım aradığı feyzi, aradığı huzuru bulmuştur… Biraz tefekkür, biraz gözyaşı ve Dost’a uzanan eller…
“Kulum bana bir adım yaklaşırsa ben ona on adım yaklaşırım.” “Ben kulumun zannı üzereyim.” “Duanız olmasa ne öneminiz var” diyen bir Allah… Bütün âşıkların sığınağı… Ondan başka hiçbir şeye dayanmak istemeyenlerin dayanağı… Ondan başka sevgili aramayanların “Sevgilisi…”
“Allah dilediğine kendini zikrettirir.” diyen Allah dostu ne güzel söylemiş… Ne dersiniz; ilahi aşk mı güzel, mecazî aşk mı? Dünya mı güzel, ahiret mi? Sevmek mi güzel, nefret etmek mi? Şehvet mi güzel, muhabbet mi? Cimrilik mi güzel cömertlik mi? Kibir mi güzel, tevazu mu? Bencillik mi güzel, sencilik mi? Kabalık ve sertlik mi güzel, hilm mi? Kendin için buğzetmek mi güzel, Allah için buğzetmek mi? Her ne olursa olsun, hiç şüphesiz, her şeyi Allah için yapmak güzel… İmtihan edilmeyen sevgilerse yüzeysel kalmaya mahkûm… İşte o yüzden Allah için çile çekmek güzel… Velhasılı, öz ile söz aynı yerde birleşirse güzel… Çünkü ihlas, her şeyden güzel…
Şimdi anladınız mı, vefat eden Allah dostunun bir damla feyz için niçin kıvrandığını… Allah’a sonsuz şükürler olsun ki bizi gören, bizi bizden iyi “bilen” ve duyan bir Rabbimiz var… Şükretmek için dil, akletmek için akıl, ibadet etmek için güç, yaşamak için sağlık, kadir kıymet bilmek için kalp vermiş… Tüm bu değerleri üç günlük dünya için satanlara yazıklar olsun… İşte o yüzden Allah (cc) hepimize hidayet versin, idrak versin... Evet dostlar, bilelim ya da bilmeyelim, gerçek dünya gündemi budur… Çünkü makalenin başında söylediğimiz gibi, ne mutlu bize ki; “İki kuark arasında yıllar… Ve birazdan öleceğiz…”