Alimliği, hatipliği, teşkilatçılığı ve tefekkürüyle hayatın ve insan ilişkilerinin her demine İki Cihan Serveri’nin ahlak damgasını vurmayı hedefleyen bir yürekti İsmail Karakaya. Merhamet, tevazu, diğergamlık başka türlü davranması mümkün olmayan hasletleriydi. İçini temizleyen bir insanın iç ve dışının bir olması, hakikati anlatma noktasında kim olursa olsun sözünü esirgememesi, İslam’ı temsil noktasında günümüz tebliğcilerinin örnek alması gereken önemli ahlaklarıydı hiç şüphesiz…
Allah (cc) rahmet eylesin, makamı âli olsun…
Manen yetişmiş her güzel insan, belli tecrübelerden fikirlerden hayat anlayışlarından gıdalanarak tekâmülünü gerçekleştirir. İsmail Karakaya nasıl yetişmişti?
İsmail Karakaya hocamız, sevgili babamız, birçok âlim gibi çok zor şartlara göğüs gererek, sıkıntılar karşısında yılmadan yetişmiş bir âlimdi. İmam Hatip okulları açılınca 10 yaşındayken ilkokula abisi tarafından kaydettirilmesi ile başlayan tahsil hayatı vefatına kadar devam etmiş, sürekli bir talebelik hayatı yaşamıştır. İmam Hatip yıllarında Kayseri, İstanbul ve Ankara’da bulunmuş, bu dönemde ülkemizin ilim, irfan ve fikir hayatında büyük etki sahibi olan başta üstad Necip Fazıl Kısakürek olmak üzere birçok değerli şahsiyetle tanışma fırsatı bulmuştur. Ankara Merkez İmam Hatip Lisesinden mezun olduğu yıl Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu kaleminde 1966 yılında göreve başlamış, 42 yıllık bir memuriyet hayatından sonra 2008 yılında yaş haddinden emekliye ayrılmıştır. Din İşleri Yüksek Kurulu kalemindeki memuriyet hayatı büyük âlimlerle tanışmasına vesile olmuş ve ileriki yıllarda büyük âlim olma yolunda kendisine yol haritası çizmiştir.
Babam, hem klasik yöntemlerle hem de çağın gerektirdiği yeniliklerle kendisini yetiştirmiş bir âlimdi. Hayatı boyunca hocalık yaptığı yıllarda da öğrenciliği hiç terk etmemişti. Beşikten mezara kadar ilim tahsil etme gayretinde olmuş ve bu hadis-i şerifin manasını yaşayarak bizlere göstermişti.
İsmail Karakaya insana, hayata ve topluma nasıl bakardı?
Babam, kendisini tanıyan herkesin yakından bildiği gibi, tam bir gönül insanıydı… İnsanlara hep muhabbetle bakan bir gönül insanı…
İnsanları ayırmadan her birine ilgiyle yaklaşmayı kendisine düstur edinmişti. İşte bu yüzden vaizliği çok severdi. İsteseydi belki de en üst düzeyde idarecilik görevlerinde bulunabilirdi, ama istemedi… Vaiz olmak, insanların içinde bulunmak, onlarla hemhal olmak ona en büyük hazzı yaşatıyordu.
Hayatını, başkalarının hayatının İslam’a uygun olması için çalışmaya adamıştı… “Sizin elinizle Cenab-ı Hakk bir kişiye hidayet nasip ederse bu dünyadan ve dünyanın semasından daha hayırlıdır.” düsturunu aklından hiç çıkarmazdı… Kendisine “Hocam, akşam bu kapıdan kâfir olarak girmiştim, şükür sabah mü’min olarak çıkıyorum.” diyen çok kişiyi tanıdım. Bu, babamı en çok mutlu eden husustu… Özellikle devlet yönetiminde etkili olan Cumhurbaşkanı, Başbakan ve diğer kademelerdeki kişilerle yaptığı mutad görüşmelerde, dinimizin bütün emirlerini hakkıyla tebliğ etmiş ve onlara her daim hakkı tavsiye etmişti… Ne mutlu sevgili babama…
Gençlik yıllarında vaaz ettiği camilerde hep yaşlı cemaatle karşılaştığını, onlara “Sizin hiç mi evladınız yok?” diye sorduğunu anlatırdı. Son zamanlarda ise camilerde genç cemaati gördüğünde yaşadığı mutluluğu ifade eder ve “Gençler! Babanız, dedeniz öldü mü? Neredeler?” diye soracak bir zamana gelindiği için şükrederdi.
Şahsi özellikleri ve ahlaki örneklik boyutundan bahseder misiniz?
Daha 2 yaşındayken babasını, altı yaşlarındayken de annesini kaybetmiş olmasına rağmen hayata tutunmayı başarmış, her birimizi imrendiren imanı ve teslimiyet duygusu ile birçok kişinin hayatında iz bırakmıştı… Hayatın bütün zorluklarına göğüs gererek kendini yetiştirmiş, karnını doyurmaya yetecek paradan fazlası cebindeyse, o paraya mutlaka kitap almış biriydi. Okumaya, öğrenmeye, yazmaya o kadar meraklıydı ki sayısını hatırlamadığım hac ve umre ziyaretlerinin tamamının dönüşünde, içinde işimize yarayacak bir şeylerin olduğunu düşündüğümüz valizlerin içinden hep kitap çıkardı… O zamanlar üzülürdük, ancak şimdi farklı düşünüyoruz… Babamızın bize bıraktığı en değerli miraslardan biri de kitapları, kütüphanesi…
Babam bana hep “Sevgili Cahid” diye seslenirdi… Sevgili Cahid… Bu yüzden etrafımızdaki birçok kişi, belki de takılmak için bana sevgili Cahid dediler… Bu hitap bile babamı anlatmaya kâfidir aslında… Çocuklarına bir kez bile sesini yükseltmemiş, başkalarının yanında yapmayı bir kenara bırakın, yalnızken bile çocuklarına bağırıp çağırmamış bir baba tanıdınız mı bilmiyorum ama ben tanıdım… O adam babamdı… Gördüğü her erkek çocuğuna abi, her kız çocuğuna abla diye seslenirdi.
Hayatı boyunca hiç kimseyi kırmadı… Hiçbir kabahatin, karşısındaki insanın kalbini kırmaya değecek kadar önemli olmadığını, her insanın bir gün yaptığı hataların farkına varabileceğini her fırsatta dile getirirdi.
Velhasıl…
Velhasıl-ı kelam babam tam bir âlimdi… Çok iyi bir hatipti… İlk gençlik yıllarından itibaren sivil toplum kuruluşları içinde bulunmuş bir teşkilatçıydı… İyi yetişmiş bir mütefekkirdi… Vatanı, milleti ve devleti için her daim hassasiyet taşıyan bir vatanseverdi… Allah ve Rasulüne dost olanları canından çok seven, onlara karşı olanlara da tepkisini açıkça ortaya koyan bir mü’mindi… Babam, her şeyin ötesinde bize, Allah’ı, Peygamberimiz’i, Allah dostlarını, sevgiyi, dürüstlüğü, ailenin önemini ve baba olmayı öğreten öğretmenimizdi…
Sevgili babam hayat doluydu… Her şeye müsbet tarafından bakardı… Herkesi çok severdi… Biz de babamızı çok sevdik…
İki yılı aşkın bir süre hep hastalıklarla mücadele etti. Nasılsın diye sorduğumuzda bir kez bile hastayım demedi… Hep mütevekkil bir kul oldu… Biz sabrına da imanına da şahit olduk…
Bize Allah’ı, Efendimiz (sav)’i, bu kutlu yolda gidenleri babamız sevdirmişti… Biz ondan hep razıydık, tek düşüncemiz onu razı edebilmekti… İnşallah muvaffak olmuşuzdur…