Hayâ, Müsbet Kibirdir / Şenel İlhan Beyefendi’nin Sohbetinden

İnsanları hayvanlardan ayıran en belirgin özellikler ne diye sorgulasak iki önemli ve belirleyici vasıfla karşılaşırız; bunlardan birisi akıl diğeri de hayâdır. Hayvanların kendilerine yetecek kadar bir akılları olsa da utanma veya hayâ duygusundan mahrum olarak yaratılmışlardır. Mahremiyete dikkat etmezler,  kınanmak kaygısı taşımazlar; yüce Yaratıcı tarafından böyle programlanmışlardır. Bu sebeple kimse hayvanlardan bu duyguya bağlı davranışları beklemez zaten. Ama insan için böyle değildir. Utanma, hayâ duygusu küçüklükten beri kendi üzerimizde hissettiğimiz, öğrenmeye bağlı olmayarak çocuklarımızda hakeza gözlemlediğimiz, kökleri fıtrattan, yaratılıştan gelen, beslenirse kuvvetlenen veya aksi davranışlarla zayıflayıp kaybolabilen önemli bir duygudur. Bu sebeple hayâ, utanma duygusunu yitirmek, insanlık izzet ve şerefini atıp hayvanlık derecesine tenezzül etmek demektir.

Hayâ Nedir?

Hayâ sözlükte, utanma, çekinme, edep, mahcubiyet, kınanma endişesiyle kurallara aykırı davranmaktan kaçınma, vazgeçme anlamlarını kapsar… Yüce Kur’ân ise “hayâ”ya “takva elbisesi” diyerek daha ulvî ve kuşatıcı bir anlam yüklüyor… Hayâsız adam elbisesiz adam gibi çıplak yani...

“Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise verdik. Takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) elbisesi var ya, işte o daha hayırlıdır. Bu (giysiler), Allah’ın rahmetinin alametlerindendir. Belki öğüt alırlar (diye onları insanlara verdik).” (A’râf, 7/26)

Yüce kitabımız Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in (sav)  hayâ tanımlamalarına bakınca hayâ duygusunun üç cephesi olduğunu müşahede ediyoruz:

1- Kişinin, Allah’tan Utanması

Kişinin Allah’tan, meleklerden, peygamberler vs. gibi varlıklardan utanması ki bu cephe direkt imanla bağlantılıdır. Kişinin metafizik âlemdeki varlıklara imanı ne derece güçlü olursa bu duygu da o kadar güçlü olur. Kimsenin olmadığı ve görmediği mekânlarda bile kişiyi fuhşiyattan, çirkin işler yapmaktan, edep yerlerini açmaktan muhafaza eder.

Kul ile Rabbi arasındaki en önemli bağ iman bağıdır. Bu bağ sayesinde kul, nefsin ve şeytanın saldırmalarına karşı koyabilecek bir güç ve kuvvet bulur. Bu iman sayesinde kul, nefsini çirkin huylardan temizlemeye, kalbini güzel duygularla donatmaya muvaffak olur. Bu iman kalkar ve zayıflarsa, baraj önündeki duvarların yıkılması ve suların ortalığı kaplaması gibi kişiyi günahlardan koruyacak en önemli perde yıkılmış olur. Dolayısıyla kuvvetli iman günahlara karşı korunaktır. İmanla hayâ doğru orantılıdır. İman güçlenince hayâ artar, hayâ çoksa iman güçlüdür... Hayâyı tanımlayan Efendimiz’e (sav) ait birçok hadis gelmiştir.

“Hayâ imandandır.” (Buharî, Müslim)

“Hayâ ve az konuşmak imandan, fahiş söz ve çok söz nifaktandır.” (Tirmizi)

“Avret yerlerinizi örtün! Yalnız iken de Allahu Teâlâ’dan hayâ edin!” (Tirmizi)

“Allahu Teâlâ hayâyı ve örtünmeyi sever. Öyle ise yıkanırken avret yerinizi örtün.” (Ebu Davud)

“Gece guslederken avret yerini açmaktan sakının. Eğer sakınmayan çıkar da onda delilik alameti görülürse, kendisinden başkasını suçlamasın.” (Hakim)

“Allahu Teâlâ’dan hayâ edin! Allah’tan hayâ eden, kötü düşünceden uzak durur, midesine girenleri kontrol eder, ölümü hatırlar.” (Tirmizi)

“İnsan, salih iki komşusundan utandığı gibi, gece gündüz kendisiyle beraber olan yanındaki iki melekten de utanmalıdır!” (Beyhaki)

2- Kişinin Kendinden Utanması

Bu utanma, imanla direkt bağlantısı olmayan, kişinin kendine saygısının tezahürü olan utanmadır. Müsbet benlik duygusu, varlık duygusu güçlü kişilerde bu duygu da güçlüdür. Bu duygunun kökü fıtrattan, yaratılıştan gelir. Hayâ duygusu, Allah’ın insanoğluna yaratılıştan bahşettiği ahlakî bir erdem ve onu hayvanlardan ayıran bir insanlık süsüdür. Her insanda gözlemlenir. Toplum ve çevre etkisiyle zamanla ya kaybolur ya da güçlenir. Masum çocuklarda ve utanan insanlarda gözlemlediğimiz yüz kızarması bu duygunun eseridir. Bu duygu insana yakışan güzel bir duygudur, özellikle kadınlara daha çok yakışır. Hayâ, kadının maddî ve manevî güzelliğini ve ona duyulan saygıyı artırır. Hayâ, iffetli bir kadının en güzel süsüdür. Bunu kaybetmemek ve güçlendirmek gerekir. Bu duygunun fıtratla alakasına işaret eden birçok hadis vardır.

Ebu Musa el Hudri’den rivayet edilmiştir: “Allah’ın Resulü (sav) perde arkasındaki bakire’den daha fazla hayâ sahibi idi. O, bir şeyden hoşlanmadıysa hemen yüzünden anlardık.” (Buhârî, Müslim)

3- İnsanlardan Utanmak

Efendimiz “İnsanlardan utanmak da hayâdandır.” diyerek İslam ahlakının mucize yönünü ortaya koymuştur. İnsanlardan utanmak aslında riyanın da içine karıştığı bir duygu olsa da hayâ konusunda İslam riyaya müsaade etmiş ve hatta teşvik etmiştir. Bunun inceliği insanı hayrete düşürür. Zira insanlardan utanmanın müsbet benlikle alakası çok güçlüdür. Hayâ, hem bir toplumun saadet ve selameti için hem de insanın kişilik olarak müsbet varlık ve benlik duygusunu muhafazası için çok önemli ahlaki bir erdemdir. Bu duygunun nasıl olursa olsun mutlaka korunması ve muhafazası gereklidir. Tarih içinde bu duyguyu yitiren toplumlarda her türlü çirkin iş yayılmış ve sonra da onların helakine neden olmuştur. Bu sebeple Efendimiz bu gerçekten hareketle aşağıdaki hadisleri beyan buyurmuşlardır.

“Hayâ bütünüyle hayırdır.” (Müslim)

“Hayâ sadece iyilik getirir.” (Buharî, Müslim)

“Utanmıyorsan dilediğini yap.” (Buharî, Ebû Dâvûd)

“Kim dünyada günahını gizlerse Allahu Teâlâ da kıyamette o günahı herkesten saklar.” (Müslim)

“Bir günaha düşen, Allah’ın örtüsünü, onun üzerinde bulundurmalıdır!” (Müslim)

Anlaşılıyor ki insanlardan utanarak günahı gizlemek de hayâdandır. Günah gizlenmezse fasıklar bundan cesaret alır. Çirkin işler, fuhşiyat alenileşir, meşruiyet kazanır ve yaygınlaşır. Günahları aleni olarak işleyen kişi ve toplumlar izzet ve iffet duygusunu zamanla yitirir. İçinde yaşadığımız toplumun hali bu tespite güzel bir örnektir...

Hayâ duygusunu korumak ve güçlendirmek için neler yapmalıyız?

İnsanın içinde hayâ duygusunun kaynağının olduğunu Efendimiz’in lisanıyla anlatmıştık. O zaman birinci olarak bu duygunun keşfedilmesi, sonra da hayâsızlıktan kaçınmak suretiyle korunması ve güçlendirilmesi gerekir. Çocukları yetiştirirken onları edep ve hayâ dairesinde yetiştirmek, onlarda mevcut olan hayâ duygusunu yıpratmadan üstüne koymak bizim için önemli olmalı. “Bu çocuk tutuk, bu çocuk kompleksli, bunu açalım…” derken çocuğu hayâdan uzaklaştırmayalım. Hayâsını muhafaza ederek çocuğumuzu sosyal bir birey ve özgüveni olan bir kişi olarak yetiştirebiliriz. 

 

Şenel İlhan Beyefendi’nin hayâ ile ilgili tanım ve tespitleri 

Asrımızın çok önemli âlim ve hikmet ehli zâtlarından olan  Şenel İlhan Beyefendi’nin her meselede olduğu gibi hayâ mevzuunda da orijinal tanım ve tespitleri var. Hayâyı tarif ederken, hayâlı insanın psikolojik yapısını, ahlakî duruşunu, hayânın oluşmasına ve gelişmesine katkı sağlayacak olan duygusal alt yapısını ortaya koyarak, bu tespitlerden hareketle orijinal tanımlar ve çok etkili çözümler ortaya koyuyor.

Mesela:

Hayâ; kişinin kendine duyduğu saygının bir göstergesi olarak, müsbet anlamda oturmuş olan kişilik ve şahsiyetinden kaynaklanan doğal bir tepkiyle, bazı günahlar karşısında, “Ben varım, şahsiyetli bir insanım, bu kadar seviyesizleşemem, adileşemem!” duygusudur. Veya müsbet varlık duygusunun engellemesiyle, süflice işleri ve günahları kendine yakıştıramama tepkisi hayâdır.

Yine, hayâ, kişinin kendini olması gerektiği kadar var görmesidir. Bu var görme duygusu için temel argümanlar: “Ben eşrefi mahlûkat payesine sahip olarak yaratılmış bir insanım. Hayvan değil de insan olmanın erdem ve faziletleriyle mücehhezim, ayrıca bir de İslam’la nasiplenmiş ve şereflenmişim. Yine Rabbim’in ikramı nice güzel aklî ve ahlakî değerlerle müzeyyenim. Bu kadar ikrama nail iken nefsimi ayaklar altına atıp izzetimi yerle bir edemem.” İşte bu şekilde müsbet düşünce ve duygular temelinde insanın kendini var görmesi ve her günahı kendine yakıştıramaması, bu halden utanma tepkisi hayâdır. Daha farklı ifadeyle iffet ve izzet duygusunun vakar gibi bir fonksiyonudur. Bu utanma duygusu insanoğluna yüce Yaratıcı tarafından bahşedilmiş, insana ait ayrıcalıkların ve özelliklerin fark edilmesi ve müsbet varlığın korunması için verilmiştir.

Anlaşılması için şöyle bir örnek verecek olursak; bir sultan veya padişah çocuğu para kazanmak için sokaklarda simit satmayı kendine meslek edinemez. Kendinde mevcut bulunan müsbet değerlerle bu iş bağdaşmaz. Bu işin bağdaşmamasının tevazu ile bir alakası yoktur. 

Yine çevresinde âlim olarak şöhret bulmuş bir kişi bu şöhretine gölge düşürecek iş ve günahları en azından aleni olarak işleyemez. Zira insanlardan utanarak günahı gizlemek de hayâdandır. Çünkü hadis-i şerifte, “Allah’tan sakınan, insanlardan da sakınır.” buyruluyor. Bunun sebebi müsbet varlık duygusunun meydana getirdiği utanma duygusudur.

Bir başka tanımı şöyle:

Hayâ aslında kibirdir. Ama bildiğimiz diğer kibirler gibi Hakk’a ve Allah’a (c.c) karşı değil de, Allah’ın (c.c) yasak ettiği fiilleri kendine yakıştıramama kibridir. Bu ise bir Müslüman’ın kâfire karşı kibrine benzer ki aslında küfre ve yasak olan fiillere karşı kibirlenmektir. Bu sebeple iyi bir kibirdir.

Şenel İlhan Beyefendi’nin hayâ ile ilgili tavsiyeleri  

Hayâ duygusu, iman ve müsbet varlık duygusundan beslenir. İmanı ve müsbet varlık duygusunu kuvvetlendirmek, hayâlı bir toplumun ve hayâlı fertlerin oluşması için yegâne kurtuluş yoludur. Günaha ve küfre karşı kibirli duruşları olan bir nesil yetiştirmeliyiz. İçinde bulunduğumuz bu çağ ve yaşadığımız toplum maalesef hayâsızlığın tavan yaptığı bir toplumdur. Bu hale gelmemizde Batı’ya özen, son derece tesirli olmuştur. Batı’yı iyi tanımak, artılarını alırken eksilerinden sakınmak gerekir.  Teknolojik olarak insanlığa Batı bazı değerler katsa da hayâsızlığın yayıldığı bir bataklıktır. Önce kendimizi ve sonra neslimizi Batı karşısında düştüğü aşağılık kompleksinden kurtararak, Batı’nın ahlaki telakkilerine tepeden bakabilen, bunun için kendi güzel tarihi ile barışık olan bir nesil yetiştirmeliyiz. Nitekim bizim tarihimiz bu müsbet değerlerin gayet mümbit olarak bulunduğu bir tarihtir. Bu çalışmaların neticesinde toplum olarak kendimize duyduğumuz özgüven, fertler bazında da müsbet bir benlik ve varlık ikamesine dönüşecektir.

İstenmeyen ve Allah katında şiddetle kınanan benlik, Allah’ın verdiği birtakım üstün özellikleri sebebiyle büyüklenerek diğer mahlûkatı hor ve hakir görmek şeklinde enaniyete dönüşen benliktir... Burada ince bir nokta vardır. Vakar veya izzet-i nefs duygusu sağlıklı olan kişilerin, dışarıdan bakışta kibre benzer bir duruşları olur. Bu duruş başkalarını küçük görmek ve onları aşağılamakla alakası olmayan bir büyüklük olup bunun İslam dininde adı vakar, izzet-i nefs duygusudur. Müslümanların işte bu kişilikli duruşu elde etmeleri ama enaniyet ve böbürlenmekten de şiddetle kaçınmaları gerekir. Zira insan, varlığı izafî olan, Allah var ettiği için var olan bir mahlûktur. Bu sebeple sanki ezelî ve ebedî bir varlığı varmış gibi böbürlenmesi, kibirlenmesi aklen de şer’an de uygun değildir. Buna rağmen insanın kendinde tamamen hiçbir varlık görmeyecek kadar bir zillet içine girmesi, bunu aşırıya vardırması da bir ifrat halidir. Çünkü insan izafi de olsa vardır ve mahlûkat içinde de şerefli bir konumu vardır. İşte İslam her konuda bize orta yolu işaret eder. Orta yolu bulmak da akıl, ilim ve hikmet ister. 

Bir kişide müsbet anlamda bir varlık duygusu olmazsa o kişi Allah (c.c) dostluğuna da soyunamaz. Allah dostları, veliler, güçlü ben duygusuna sahip kişilikli, şahsiyetli insanlardır. Bu güçlü ben duygularını hakiki varlık olan Allah’ın varlığı önünde eritir ve öylece Allah’a dost olurlar. Yani gerçek varlık Allah’tır (cc) derler ve o hakiki varlıkta ebedî olarak var olabilmek için, kendi fani varlıklarından geçerler. Bu halin adı tasavvufta fena fillah mertebesidir.

İşte bu izaha çalıştığımız müsbet varlık duygusunu, insanlara ne kadar güçlü hissettirebilir, yaşatabilirsek insanlarımız otomatik olarak o kadar güçlü bir hayâ duygusuyla çirkin işlerden korunacaklardır.

Sapkın günahlar, hayâ ile beraber müsbet varlık duygusunu da bitirir.

İnsanlar her türlü günaha düşebilirler. İslam dini bu gerçekliğe dünyanın bir imtihan ortamı olması sebebiyle hikmet nazarıyla bakar. Bu bakışla bakınca günahlara düşmek, sonra pişman olup tevbe etmek dünya şartlarında kaçınılması mümkün olmayan bir gerçekliktir. 

“Eğer siz günah işlemeseydiniz Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim)

Bu hadis ve bu minvaldeki ayetler çerçevesinde değerlendirince, günahların sorun haline gelmesi, günahlara düşmekte değil, düşüp kalmakta veya günah olarak görmemektedir. Günahları doğal günahlar ve uç yani, haddi aşan, insanlık sınırını zorlayan günahlar olarak ikiye ayırmak gerekir. Doğal olan günahlar: içki içmek, zina etmek, faiz yemek, kumar oynamak… benzeri günahlardır. Doğal günahlar hayâ duygusunu yıpratsa da hayâ duygusuna en büyük zarar uç günahlardan gelir. Hayâ duygusunu ortadan kaldıran uç günahlardan kastımız; homoseksüellik, hayânın tamamen ortadan kalktığı her türlü sapkınlıklar, ensest ilişkiler ve benzeri günahlardır. Bu günahların yaygınlık kazanması ve alenileşmesi, hayâ ile beraber müsbet varlık duygusu dediğimiz insana ait çok önemli bir değerin de ortadan kalkmasına neden olur. Özellikle cinsel anlamda uç günahlara devam edenlerde müsbet varlık duygusu zayıflar. Bir de bu günahları aleni işler ve bundan sakınmazlarsa bu tavır hem hayâyı hem de müsbet varlık duygusunu hepten yok eder. Bu sebeple uç günahların en büyük tehlikesi Allah’ın o günahları affetmesi yönüyle değil, müsbet benlik duygusuna verdiği çok büyük zarar sebebiyledir. Çünkü Allahu Teâlâ her günahı affedeceğini yüce Kur’ân’da sıklıkla hatırlatır:

“De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zümer, 39/53) 

“Ey iman edenler! Allah’a içtenlikle tövbe edin. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar…” (Tahrîm, 66/8)

Kâfirlerin psikolojilerini de bu ölçüler içinde değerlendirince ortaya vahim sonuçlar çıkar. Allah ile irtibatları bozuk, inanışları her türlü sapkınlığa açık olduğu için, zamanla fıtratlarında mevcut olan hayâyı yitirerek hayvanlar gibi hayâsızlaşmışlardır.

Evet, özgürleşme adına Batılının tarih boyu hayâ ile mücadelesi vardır. Toplum ve birey için rahmet olan bu utanma duygusu kötü bir şeymiş gibi telakki edilerek, Batılılar yıllar boyu fıtratlarıyla adeta nefsle mücadele edercesine savaşmışlar, bu sapkın bakış açıları ile her türlü adiliği kendilerine yakıştıracak kadar küçülmüşlerdir. Sonuç itibariyle müsbet anlamda bir varlık duygusu, yani izzet-i nefs duygusu bir kâfirde oluşup gelişemez.

 

Hayâsızlığın Tedavisi

Hayânın imanla direkt bağıntısı olduğu için imanı güçlendirmek hayâyı artıracaktır. İmanı güçlendirmek için günahlardan kaçınmak, farz olan ibadetleri yapmak ve nafile olarak çokça zikirle meşgul olmak ve en etkili çözüm olarak da sadıklarla salihlerle oturup kalkmak önerilir. Kur’ân ve hadisler ışığında bunu anlıyoruz. Bu anlamda işimizi daha kolaylaştırmak ve daha hızlı çözüme ulaşmak için de müsbet benlik duygusunu güçlendirmek gerekir... Özellikle uç günah batağına düşen kişilerde müsbet varlık duygusu çok zayıflar ve o kişiler öyle bir zillet halini benimserler ki o noktada kişi kendine her küçüklüğü ve kötülüğü yakıştırır hale gelir. Yani utanma duygusu tamamen ortadan kalkar. Çünkü insanlardan utanacak bir benlik değeri yani duygusal bir direnci kalmaz. Dilencilik bu hale güzel bir örnektir. Kendine en küçük saygısı olan şahsiyetli bir kişi, çok muhtaç hale gelmedikçe dilenemez. Dilenememesi riyadan değil müsbet benlik duygusundandır. Zira bir kişinin belli boyutlarda kendini var gösterme çabası, her zaman riya veya kibir olarak algılanmamalıdır... Mesela ressam birisinin yapabildiği kadar resmini göstermesi riya değil; kendini Leonardo Vinci gibi göstermesi riya olur. Bu aradaki ince çizgi her ahlakın tanım ve tespiti için önemlidir.