Kabalığın, hoyratlığın, zulmün hâkim olduğu bir dünyada fıtrat dini olan İslam insanlığa neler sunuyor ya da teklif ediyor? Ne tür sınırlar belirliyor ve tüm bunları neye dayandırıyor? Sizce estetik neye yarıyor? Hayatımızdaki karşılığı ne? İnsan olmak bakımından neye yarıyor?
Kabalığın, hoyratlığın temelinde, insanın bir yerde insanın ne olduğuna ilişkin, o geleneksel olarak bizim kültürümüzde var olan, hakikat bilincinden uzaklaşmış olması yatmaktadır. Hakikat, bildiğiniz gibi bizim kültürümüzde “Hakk”la ilgili bir ifadedir. Hakikat kelimesini, çoğulu üzerinden düşünürsek hakaik, hakikatler, gerçeklikler, Hakk’ın bize bakan yüzüdür. Bu dünyada gördüğümüz, şahit olduğumuz, ilgi ve ilişki içinde bulunduğumuz her bir şeyi Hakk’ın bize yakın yönüyle ve bir şekilde ilminin, iradesinin, bilgisinin, tezahürü olarak biliriz. Böyle olunca da biz de bu hakikatlerin içerisinde onların bir parçası olduğumuzun farkına varıp bunun bilincine ereriz. Dolayısıyla bizim irfan dediğimiz, ecdadımızın anlayışının oturttuğu o idrakte, gelenekte insanın doğrudan doğruya Allah’ın hem bir halifesi olması hem de kul olması vardır. Allah’la olan ilişkisi açısından insanın Allah’a yakın olması vardır. Aynı zamanda yakınlığı, birbirimizle olan ilişkilerimiz bakımından ünsiyet sergiler. İnsan bu anlayışta yalnızdır.
İnsan ortak varoluş tecrübesini paylaşan bir varlık olarak, gelenek, insanı Allah’ın hem kulu hem halifesi hem de insanlarla ilişkisi bakımından öyle bir yere oturtmuş ki artık kendisini bu hakikatlerin adeta özeti durumunda gören, onları bu hulasası durumunda gören, yani eğer kendi dışındaki bütün var olanları büyük âlem diye algılıyorsa, kendisini bunların hulasası durumunda olan küçük âlem şeklinde telakki etmiştir. Öyle olunca kendisiyle âlem arasında bir şekilde karşılıklı ilişki içerisinde olmuştur. “Fıtrat” kelimesi “yaratılış, varoluş” anlamına da gelir. Yaratılış, “halk”la ilişkili bir şeydir, “halk” aynı zamanda “huluk”u (yaratılış) çağrıştırıyor. Yani huluk olduğu zaman kelime hem ahlakı çağrıştırıyor hem yaradılışı çağrıştırıyor hem bozulmamışlığı hem saflığı ve temizliği çağrıştırıyor. Başka varlıklarla birlikte uyum içinde, ahenk içinde, yaşamayı çağrıştırıyor. Kabalığın, hoyratlığın, taşkınlığın sebebini modern anlayışın getirdiği çizgide aramak gerek. Modern anlayış, merkeze insanı koyuyor. Öyle olunca insan başlı başına, varlığında adeta bütün anlamlarını kendisinde bulduğu, kendisinde bittiği bir varlık haline geliyor. O zaman hem toplumda kendisini yalnız hissediyor hem toplumun eski geleneksel anlayışındaki birlik ve bütünlük kavrayışını ihlal etmiş oluyor. Yalnız kaldıkça da kendisini daha uç noktalara savuruyor, o zaman ada haline geliyor. Ada olunca kendisini hizalayacağı, kendisine ayar vereceği başka bir ölçü kalmamış oluyor; çünkü ölçü kendisi olmuş oluyor. O zaman herkesin söylediği doğru olmuş oluyor. Dolayısıyla bizim kabalık dediğimiz şeyi kendisi kabalık olarak algılamayabilir. Bu tam bana göre diye algıladığı yerde aslında kendisini öne çıkarıyor demektir. Elbette fert önemlidir, Allah’ın yarattığı her bir varlık önemlidir. Fakat her bir varlığı bir başka varlıkla o bütün içerisinde değerlendirdiğimiz zaman onun asıl anlamı ortaya çıkıyor. Öyle sanıyorum ki kaybettiğimiz hususlardan bir tanesi bu. O zaman inceliği kaybediyoruz, ahengi kaybediyoruz, derinliği kaybediyoruz, insanın âlemdeki yerine ilişkin ve hiçbir zaman kaybetmememiz gereken anlayışı kaybetmiş oluyoruz. Buradaki kaybın çok büyük bir kayıp olduğuna inanıyorum. Öyle sanıyorum ki sıkıntılarımız da bu.İslam irfan ve kültüründe estetik, Allah’ın “Bedîu’s-semâvâti ve’l-ard” kelamını, göklerin ve yerin eşsiz güzellikte, örneksiz, biricik yaratılışını dile getirir. Allah’ın yarattığı her bir şey biriciktir. Bizim her bir anımız biriciktir. Bu bilinç, her bir şeyin en güzel bir şekilde yaratıldığı ve bir tane olduğu idrakini aşılamış insanımıza. Müslüman insan, derin insan, büyük çaplı düşünen insan; bu idrak içerisinde hakikatle yüz yüze olunca gördüğü her bir şeyde bedii, estetik bir unsur yakalamış. Onun için İslam estetiği derin bir estetiktir diyoruz. Çünkü bu kavrayış bir ucuyla ontolojiyi aşılıyor, bir ucuyla bilgiyi aşılıyor, bir ucuyla marifeti aşılıyor, bir ucuyla da günlük hayatın, toplumsal hayatın düzenlenmesinde esas olacak bir ilke temin ediyor.
Estetikte birlik ilkesi son derece önemli. Birlik ilkesini tevhid inancı sağlar. İslam idrakinde, anlayışında, kavrayışında, varlık tasavvuru her şeyden önce tevhid inancına dayanır. Tevhid inancı hayatta da şehirlerimizin oluşmasında da aile hayatımızda da okul hayatımızda da son derece önemlidir. Estetikteki bir tablonun kendi düzenleniş şartları içerisindeki birliğini hayata bakışta algılayan bir Müslüman buradan büyük bir estetik zevk devşirmiştir. Kaldı ki iman estetik bir tecrübedir. Biz Peygamberimiz’i (sav) ve bütün peygamberleri hem siretleriyle hem suretleriyle güzel olarak telakki ederiz. Allah güzeldir, güzelliği sever. Bu idrak içerisinde, bu anlayış içerisinde insanlar hep güzele hayran olmuşlar, güzeli ortaya koymuşlar. Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah muhsinleri sever, diyor. Yani güzel olanı yapanları sever, diyor. O anlamda güzel olanı gerçekleştirmenin adeta yarışçıları olmuşlar diyebilirim.
Günümüzdeki insan unsurunun estetik adına temel sorunları neler?
Günümüzde maalesef çok büyük ölçüde Batı uygarlığı, Batı’da ortaya atılan felsefi, hatta teolojik görüşlerin, öğretilerin, yaklaşımların etkisi bütün dünyada bir şekilde bazen çarpıtıcı, bizde olduğu gibi bazen yamultucu, bazen de yanlış bilgilendirici, yanlış istikametlere sevk edici bir anlayış içerisinde gelişiyor. Biz sanat estetik dediğimiz zaman Aristo’ya kadar iniyoruz, Platon’dan başlıyoruz, ondan sonra Batı’da gelişmiş akımları öğreniyoruz. Ama medeniyetimizin kurucu kaynağı olan Kur’ân’a dayalı Müslümanca bir hayatın oluşmasında, yaşanmasında örnek aldığımız Peygamber’in (sav) bu konudaki telakkileri ders kitaplarımızda, gazetelerimizde, basın yayın organlarımızda çok az temas edilen bir konu oluyor. Yani bunlar verilirken sanki bir bilgi düzeyinde tanıtıcı anlamda… Oysa Kur’ân’ın dil ve üslubunu Peygamberimiz’in (sav) hayatını sadece tanıtıcı değil, tattırıcı bir şekilde insanımıza tanıtmak, anlatmak ve bunu hayatımızda örneklendirerek takdim etmek durumundayız. Bunlar az olduğu için biz estetik dediğimizde genellikle Batı’da ortaya konmuş ve genellikle Batı kaynaklı felsefi öğretinin, akımların veya eleştiri dozu yüksek olan birtakım yaklaşımların, yorumların etkisinde çok kaldık. Oysa Batı estetiği çok büyük ölçüde insanın duyumuna, insanın algısına ağırlık verir. Elbette bunlar önemlidir. Ama bu duyum, bu algının nihai anlamda ortaya koymak istediği şey insanı ontolojik dediğimiz metafizik derinlikten koparmak, metafizik gerilimden onu çekip almak, sadece kendisini kendisiyle baş başa bırakmak şeklinde gerçekleşiyor. Böyle olunca Batı estetiği çok ağırlıklı olarak insanın, bizim psikolojik yönelişlerimize, doğada gördüğümüz ve bir yerde kendi yorumlarımızın, kendi idrakimizin yani beşer olarak idrakimizin sınırlarını pek geçmeyen algılarımızla sınırlı kalıyor. Oysa İslami telakkide doğa, tabiat dediğimiz her ne varsa bunlar Allah’ın aynı Kur’ân ayetlerindeki gibi, kelimeleri gibidir. Önemli olan bunları okumaktır. Bunlar bir işarettir. Bunlar bir şekilde hakikatin ne olduğuna ve nerede aramamız gerektiğine ilişkin ipuçlarıdır. Bunlar işaret, ayet, ipucu, iz, belirti olarak mutlaka bize bir şey tahkim ederler. Onu görmenin de şüphesiz yolu yordamı vardır. Geleneksel hayatımızda daha canlı bir şekilde tasavvuf dediğimiz oluşumun veya müessesenin veya kavramın kurumsal düzeyde mekanizmalarını hazırladığı ocaklarda bunları anlamanın yolu yordamı öğretilir. Bugün toplumumuz bunlardan biraz uzak kaldı. İster istemez bu, günlük gazete bilgisinden hareketle algılanacak bir şey olmadığı için böyle bir sıkıntı çekiyoruz.
Estetik adına Kur’ân’da en güzel örnek olarak bizzat bildirilen Hz. Peygamber’in (sav) hayatından, inceliklerle dolu estetik örnekleri verebilir miyiz?
Kur’ân’ın bizzat kendisi baştanbaşa estetiktir. Yalnız burada bir not düşmek istiyorum. “Estetik” kelimesi bundan yüzyıl öncesine kadar en azından önceki dil ve edebiyatımızda, söylemimizde kullanılan bir tabir değildi. Bunun yerine biz genellikle “hüsn” ve “cemal” gibi Kur’ân ve hadise dayalı terimleri, ıstılahları kullanırdık. Bunların tek başına kelime olmanın ötesinde, cümle içerisinde, ibare içerisinde kitaplarda daha başka arkadaşları vardı. Yani “hüsn” dediğimiz zaman Hz. Hasan anlaşılabiliyordu. Hemen ona çağrışım yapıyordu. Hz. Hüseyin’i anlayabiliyordu. Peygamberimiz (sav) ve Hz. Ali’nin niye bu çocukların ismini, “hasen” yani “güzel” “Hüseyin” “güzeller güzeli” koyduğuna ilişkin bir idrak toplumumuzda vardı. Bugün de var elbette ama bu idrak eskiden olduğu kadar yaygın değil. “Muhsin” de Kur’anî bir tabirdir. Allah muhsinleri sever diyor. Çokça geçiyor; “İnnallahe yuhibbul muhsinîn”. “Muhsin” demek “ihsan eden” demektir. “İhsan” Kur’anî bir tabirdir, hadislerde de geçen bir tabirdir. Peygamberimiz (sav) “Allah, size her işte ihsanı farz kılmıştır.” buyuruyor. İhsan, yani güzel olanı gerçekleştirmek. İhsan, Müslüman olmanın üçlü sacayağından birisidir. Yani Müslüman olmak için; iman, İslam ve ihsan gereklidir. Müslüman olmak için Cebrail hadisi diye bilinen çok meşhur bir hadis vardır. Bu hadiste Cebrail aleyhisselam yabancı bir insan kılığında geliyor. Peygamberimiz’in arkadaşlarıyla oturduğu bir mecliste Peygamberimiz’e üç tane soru soruyor. İman nedir, İslam nedir, ihsan nedir, diyor. Bu son derece öğretici bir hadis ve İslam’ın, imanın ve ihsanın ne olduğuna ilişkin kavrayışımızı da yönlendiren anlayışımıza istikamet kazandıran bir hadistir. Burada iman, o derin kavrayışın ne olduğuna ilişkin bir tanım. İkincisi İslam; Müslüman olmanın davranış ve ilişkilerimize etkisi, günlük hayattaki muamelatta neler yapmamız, nasıl yapmamız gerektiğine ilişkindir. Bunların tamamlayıcı unsuru ihsan. İhsan; Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmek. Kur’ân-ı Kerîm’e ve hadislere baktığımızda ihsanın çok çeşitli anlamları var. İhsan, yaptığı işi güzel yapmak, güzel olanı yapmak, bereket tarafında durmak, bağışta bulunmak, insanlara iyilik etmek, güzel davranmak, hüsnü muamele etmek gibi anlamları da var. Onun için ecdadımız güzel ahlaktan, güzel huluktan söz etmiş ve Peygamberimiz’i “Adı güzel kendi güzel Muhammed” diye anmış. Onun içinde “hüsn” kelimesini yani güzellikle ilgili, “cemal” kelimesiyle ilgili, yine bir başka anlamda daha derin boyutlarıyla güzellikle ilgili ne kadar kavram varsa, kelime varsa bunları yerine göre kız ve erkek çocuklarına isim olarak vermiş.
Kur’ân-ı Kerîm verdiği mesajı, son derece beşer üstü bir çerçevede bedii bir üslupla veriyor. Kur’ân-ı Kerîm’de İslam sanatlarını -ikisi de kelam olduğu için özellikle şiir başta olmak üzere- besleyen en büyük şey Kur’ân-ı Kerîm’in icazıdır. “İcaz” dediğimiz zaman estetikten bahsediyoruz demektir. İfadelerindeki güzelliktir, ifadelerindeki uyumdur, ritimdir. Bunların hepsi var. Arapçayı ana dili olarak konuşup anlayanlar öyle sanıyorum ki bu icazın hangi boyutlarda olduğunu çok rahatlıkla bugün bile, bugünkü Arapçalarıyla anlayabilecek güçtedirler. Dolayısıyla biraz önce anmıştım; Allah, “Bedîu’s-semâvâti ve’l-ard” buyuruyor. Diğer taraftan “Huvallâhu’l hâliku’l bâriû’l musavviru” diyor. Yani hem Bedii’dir hem Hâlık’tır hem Bârî’dir. Bir de “musavvir” diyor. Bizim ecdadımız, Allah’ın bu sıfatlarında ne demek istediğini iyi kavradıkları için Allah’ın sunumu olan, Allah’ın sanat eseri diye görülen bu âlem mükemmeller mükemmeli ve kemâl noktasında olduğu için yapıp ettiklerinde de mükemmeli gerçekleştirmeye talip olmuşlar. Bir şeyi ne kadar mükemmel yaparsanız o kadar güzel olur; estetik olan unsuru o kadar yakalamış olursun; o kadar estetik tecrübe yaşarsınız; o kadar estetik bir nesne ortaya koymuş olursunuz.
Bizim iman tecrübemiz estetik bir tecrübedir. Allah güzeldir, onun için biz Allah’ı severiz. Onun gönderdiği peygamberler de güzeldir. Peygamberlerin hayatları da güzeldir. Bir Müslüman, çocukluk çağından itibaren hep bu güzelle muhatap olur. Güzel bir şekilde muamele edilir, güzellik vurgulanır. Hayatta güzellik, ahlakta güzellik, anne-baba ilişkisinde güzellik, toplumda güzellik, nizam, intizam… Bunların hepsi ve estetik de son derece önemlidir. Bu bakımdan Müslüman’ın hayatı, baştan sona son derece estetik bir hayattır. Çünkü hayatı yönlendiren idrak, estetik bir kavrayışa dayanır. O bakımdan bizim ulemamızın, ariflerimizin, sufilerimizin, şairlerimizin, sanatçılarımızın, mimarlarımızın ortaya koydukları eserlere baktığımız zaman bu estetiği görebilirsiniz.
Duyduklarının, anladıklarının, kavradıklarının çok daha derin olduğunu düşünüyorum. Süleymaniye Camii’ne bakınca son derece estetik, son derece muazzam, ihtişamlı. Ne muazzam bir estetik kavrayış ki; o kavrayış sanatkârın, ustanın, çekiç sallayanın iradesini böyle muazzam, ihtişamlı bir eser ortaya koymaya yöneltiyor. Onun için eğer Müslüman’ın hayatında estetik yoksa güzellik ve mükemmellik talebi mutlaka olmalıdır. Çünkü özellikle ariflerimiz ve evliyalarımız aynı zamanda şairdir, sanatçıdır, kâmil insan olmaya son derece önem vermişlerdir. Kâmil bir hayat estetik bir hayattır.
İnsan ruhu çok latif. Bu latif cevherin hakkıyla ortaya çıkması, insanın kendi benliğine, insan ilişkilerine ve topluma yansıması bir kısım estetik kaygıları beraberinde getiriyor mu? “Allah güzeldir, güzeli sever”den hareketle değerlendirir misiniz? Bunun tasavvuf gerçeğinin karşılığı nedir?
Kur’ân’a baktığımız zaman, Kur’ân’ın insanı bir bütün olarak aldığını görüyoruz. Kur’ân varoluşumuzu da bir bütün olarak görür, yani bu hayat bizim tek hayatımız değil, yani ölümle her şey bitmiyor. Bizim asıl ebedi, kalıcı hayatımızın başlangıcı. Bu açıdan baktığımız zaman böyle bir hayatın bizzat kendisi son derece güzeldir. İnsanı son derece sürur ve sevinçle dolduran bir hayattır. “Ḣâlidîne fîhâ ebedâ” (Onlar, orada ebedî olarak kalacaklardır.) (Ahzâb, 33/65) buyruluyor ve orada anlatılan cennette göz kamaştırıcı bir bahçe şeklinde anlatılıyor. Kur’ân-ı Kerîm’de “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4) buyruluyor. Sadece ruhi ve akli yönümüzle değil, beden olarak da gözümüz, kulağımız, saç rengimiz açısından da güzel yaratılmışız. Bir de zihni, fikri, ruhi, akli kavrayışlarımızı düşündüğümüz zaman anlıyoruz ki insan çok daha derin boyutlarda bir estetik güzellikle yaratılmış. Allah’ın bir sunumu olarak bir estetik nesne olduğunu kavrıyoruz, anlıyoruz. İslam, tabiatı bize estetik bir nesne olarak takdim eder. Kur’ân-ı Kerîm çeşitli vesilelerle tabiattaki bu nizamın, intizamın, muhkemliğin, ihtişamın farkında olmamız konusunda birtakım uyarılarda bulunur. Hele bir ayet var ki: “O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?” (Mülk, 67/3) Özellikle geceleyin gökyüzüne baktığımızda insanın böyle içinde bir dalgalanma başlıyor. Bütün semavât, daha başka âlemlere gezdiğimiz zaman olanca derinliği ve sonsuzluğuyla bize estetik bir nesne olarak geliyor. Kur’ân-ı Kerîm’in ayı, yıldızları, güneşi lamba olarak andığı yerler var, onlarla gökyüzünü süslediğini anlatıyor. Bu estetik bir dildir. Kur’ân niye anlatıyor? Kur’ân, Allah’ın iradesinin, kudretinin insana neler sunduğunu açıkça vurguluyor. Bu güzelliği görmemiz için, bu güzelliği takdir etmemiz için kâinata daha bütün, bütünü gören bir açıdan bakmamız lazım. Hiçbirini ayırmadan, başkalarından koparmadan baktığımız zaman orada tevhidi, Allah’ın kudretini ve bir Yaratıcı’nın ilmi, iradesi, kudreti, ihsanı, bereketini görmemiz mümkün. Böyle olunca İslamî telakkiye göre -telakkiyi bir insan algısı, insanın ne olduğuna ilişkin kavrayışı anlamında kullanıyorum- baktığımız zaman önemli olan, insanı bütün olarak görmektir. Böldüğümüz zaman -Batı tecrübesinde olmuştur bu- sadece rasyonalizme önem vermişler, sadece emprizme önem vermişler, sadece pozitivizme önem vermişler, insanı ve diğer varlıkları bu açıdan değerlendirmişler. Oysa Kur’ân-ı Kerîm ve hadislere baktığımız zaman insanı fiiliyle, davranışıyla, fiziki yapısıyla, aklı ve ruhuyla bir bütün olarak değerlendirir. Bu anlamda insan adeta kâinatın bir küçük modeli gibidir. “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” diyen Şeyh Galip’e bu dizeleri söyleten, öyle inanıyorum ki Kur’ân’ın takdim ettiği bu insan anlayışı, varlık anlayışı, hakikat anlayışı ve idrakidir. İnsanı bütün olarak gördüğümüz zaman, insanı âlemdeki bütün varlıkları temsil edecek özelliklerle donanmış olduğunu gördüğümüzde çok daha derin, kapsamlı, geniş, yoğun bir estetik algı, estetik anlayış ve estetik kavrayışa ulaşacağımızı sanıyorum. Bugün için belki de bizim zaafımızı oluşturan hususlardan birisi; insanı başka varlıklardan ayırarak, hatta insanı insandan ayırarak, hatta bedeni ruhundan ayırarak bölücü, parçalayıcı, ufalayıcı, çözücü bir yaklaşımla ele almış olmamızdır diye düşünüyorum.
Estetik konusu İslam’ın, Cibril hadisinde de andığımız gibi üç boyutundan daha çok ve bugün ele alındığı şekliyle “ihsan” boyutuyla ilgili bir şeydir. Tarihte ecdadımızın, İslam dünyasının her bir yerinde, İslam’ın hakikatinin ulaştığı her yerde ortaya koydukları her türlü esere baktığımız zaman bunların Kur’ân’ın hakikatiyle dolu olarak, Kur’ân’ın bize kazandırdığı bakış açısı üzerinden yapıldıklarını görüyoruz ve orada “ihsan”ı tezahür ettirdiklerini görüyoruz. “İhsan” hakikat anlayışına dayanır, hakikate ilişkin bilgiye dayanır. Güzelliği bilgiden, bilgiyi doğrudan, doğruyu değerden ayırmamız, bunları ayrıştırmamız mümkün değil. Güzellik sadece göze hitap eden bir şey değil. Biz Allah’ın güzel olduğunu, peygamberlerin güzel olduğunu, İslam ahlakının güzel olduğunu kabul ederiz. Dolayısıyla güzellik; ressamın bir tablosuna sığacak kadar küçük bir bakış açısıyla değerlendirilebilecek bir şey değil. Topyekûn hayatın güzel olması lazım. Güzel olduğu sürece de anlamlı, tutarlı, tatmin edici bir hayat olur diye düşünüyorum.
Müslümanların dünyanın her yerinde ortaya koydukları eserler her şeyden önce bilgiye dayanır. Bilgi, hakikat anlayışını öne alır. Hakikat anlayışı, değeri öne alır ve estetik yani bedii, o değerin çok önemli bir unsurudur. Bunları birbirinden ayırmamız mümkündür. Temel ilimleri almadan olmuyor. Onun için genellikle bizim sufilerimiz, mutasavvıflarımız, önce geçmen gereken merhaleler vardır, derler. Yani önce şeriat çerçevesinde fıkıh ne diyorsa bu çerçevede bir şeyleri ikmal etmemiz gerektiğini vurgularlar. Mükellef olarak neyi yapmamız gerekiyorsa bunu bilinçli bir biçimde yapmak gerekiyor. Bu da yetmiyor, yaptığımızı bir de muhsin olarak güzel yapmak. Bugün öyle sanıyorum ki İslam’ı hayatla buluşturma tarz ve yöntemlerimizde zaafımız, eksikliklerimiz var.
Selçukluların camisiyle Osmanlıların camisi veya Kahire’deki bir cami arasında belli bazı farklılıklar vardır. Ama temelde ve estetik anlayışta, estetik kavrayışta bunların hepsini de mükemmeli arayan yolda atılmış önemli adımlar olarak değerlendirebiliriz. Bunların hepsini de seviyoruz. Bugün de yaptıkları eserlere benzer, o derinlikte, o boyutta, o çapta, onların ortaya koyduklarını da aşarak son derece estetik, son derece güzel camiler, okullar, evler, elbiseler yapmamız gerekir diye düşünüyorum. Bu, boynumuzun borcu.