Hz. Musa (a.s.) ve Hızır / Dr. Muzaffer Ertuğrul

Hızır’ın mitolojik ve okült pek çok düşüncenin üzerinde bir gerçekliğe sahip olması gerekir… Hızır’ın kimliği ve sıfatları bu konuda ufuk açıcı olacaktır. Biraz anlatır mısınız?

Öncelikle kitabımızın konusu olan Hızır ile alakalı bir röportaj fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. İslam tarihinin en gizemli şahsiyetlerinden biri Hızır’dır. Kur’an-ı Kerim’de Hızır ismi geçmez fakat Kehf suresinde Hz. Musa ile yolculuğu anlatılan zatın Hızır olduğu kabul edilir. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu zatı Hızır sıfatı ile nitelendirmiştir. Aslında Hızır o zatın ismi değil sıfatıdır. Dolayısıyla isminin ne olduğunu hâlâ bilmemekteyiz. Allah Resûlü (s.a.v.) onun Hızır olduğunu ifade ettiği için biz kesinlikle onu Hızır olarak kabul etmekteyiz. Çünkü hadis-i şerif sahih kaynaklarda yer almaktadır.

Hızır’ın kimliğini ve sıfatlarını ortaya koyarken Kur’an âyetlerini temel aldık.

Hızır’ın kimliği konusunda iki görüş ortaya atılmaktadır: Âlimlerin bir kısmına göre o bir insandır, bir kısmına göre de melektir. Bize göre Hızır’ın insan olduğunu savunanların görüşü daha isabetlidir. Bununla ilgili karineleri detaylı bir şekilde kitabın birinci bölümünde izah etmeye çalıştık. Hızır’ın insan olduğunu kabul edenler de onun nebi mi yoksa veli mi olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu konuda kesin bir şey söylemek mümkün olmasa da Hızır’ın işlerine bakarak onun tebliğe memur bir nebi değil de tedbire yani arzdaki işlerin çekip çevrilmesine memur bir veli olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Hz. Musa ile yolculuk yaparken Hızır’ın, rastladıkları insanlara veya kavimlere herhangi bir tebliğde bulunduğu görülmemektedir. Hızır nebî olsa bile, ortada tebliğ olmayınca onun nebîliğinin en azından pratikte bir hükmü kalmamaktadır. Fakat o gemiyi delerek, gulamı öldürerek ve duvarı tamir ederek gelecekte yaşanacak bazı menfî durumların ortadan kaldırılmasıyla alakalı gerekli tedbirleri almıştır.

Hızır’ın Hz. Musa’ya gösterdiği üç olay üzerinden onun sıfatları ile alakalı bazı çıkarımlar yapmak mümkündür. Meselâ; âyette onun rahmet ve ilm-i ledün sahibi bir kul olduğundan bahsedilir. Buna ilaveten Hızır’ın eşya üzerinde tasarruf sahibi olduğu, zaman algısının mâzî, hâl ve istikbal şeklinde parça parça değil de hepsine birden nazar edebilecek şekilde bütüncül olduğu, Allah ile iletişiminin seri ve güvenilir olduğu, Allah’a karşı ince bir edep sahibi olduğu, Allah’ın emrini yerine getirirken kınayanın kınamasından korkmadığı ve celalli bir karaktere sahip olduğu söylenebilir.

“Hızır’ın Şeriati” deyince ne anlamalıyız? Hızır’ın durduğu yeri anlamak bakımından bu kavram bize neler söyler? Hz. Musa’nın da bir şeriatı olduğuna göre, bu konu ilgili kıssa çerçevesinde nasıl değerlendirilmelidir? Hızır’ın ve Hz. Musa’nın ilimleri farklılık mı arz etmektedir?

“Ben bunları kendi görüşüme göre yapmadım!” âyeti Hızır’ın şeriati fikrinin temel çıkış noktasıdır. Hızır’ın şeriati deyince onun Hz. Musa’ya gösterdiği üç olayı veya bize anlatılmayan diğer işlerini Allah’ın emriyle yaptığını anlamalıyız. Hızır’ın şeriatiyle bunu kastediyoruz. Yani o, Allah’ın emriyle iş yapmaktadır, Allah’ın emri de şeriattir. “Hızır’ın şeriati” kavramı biraz yadırganabilir. Fakat onun da bir şeriate tâbî olduğunu kabul etmek gerekir. Hızır’ın tâbî olduğu şeriat Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın veya Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şeriatı gibi genele şâmil ve yazılı bir şeriat değildir. Belki sadece Hızır’ı ilgilendiren sözlü ve özel bir şeriattir. Yani Hızır’a, yapması emredilen işler yazılı olarak değil de sözlü olarak iletilmektedir. Hem de seri bir şekilde iletilmektedir. Meselâ; Hızır gulamı görür görmez öldürmüştür ve bu öldürme emrini de Allah’tan almıştır. İşin ilginç tarafı bu emrin sahihliği konusunda hiç de tereddüt etmemiştir.

Hz. Musa ile Hızır’ın kimliği arasındaki farkı ortaya koymak için Hz. Musa’nın tebliğe memur bir nebi, Hızır’ın ise tedbire memur bir veli olduğunu söylemek daha doğru olur. Evet, ikisinin de şeriati vardır ve ikisi de kendi şeriatlerine uymakla mükelleftir. Meselâ; Hızır Tevrat’ın şeriatine tâbî değildir. Bu bakımdan çocuğu öldürmesi ve gemiyi delmesi onun için günah sayılmaz. Eğer çocuğu öldürmeseydi ve gemiyi delmeseydi günah işlemiş olurdu. Çünkü bu durumda Allah’ın emrini dinlememiş sayılırdı. Fakat Hz. Musa açısından bakarsak onun çocuğu öldürmesi ve gemiyi delmesi asla mümkün değildir! Çünkü bu işleri yapmak için Allah tarafından kendisine verilmiş herhangi bir görev ve izin bulunmamaktadır. Zaten Hızır da bu işleri yapması için Hz. Musa’yı zorlamamış ve kendisi bu işleri icrâ etmiştir. Dolayısıyla bu kıssada aslında Hz. Musa’nın ve Hızır’ın kendi şeriatleri dairesinde hareket ettiklerini görmekteyiz. Yani Hızır gemiyi delerken ve çocuğu öldürürken kendi şeriatini uygulamıştır. Hz. Musa da Hızır’ın gemiyi delmesine ve çocuğu öldürmesine itiraz ederken kendi şeriatinin gereğini yapmıştır.

Neticede, Hz. Musa ve Hızır’ın şeriatleri ve arzdaki görevleri farklı olduğu için kendilerine verilen ilimlerin de farklı olduğunu söylemek mümkündür. Meselâ; Hızır’ın Hz. Musa’ya söylediği “İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredersin?” sözü ikisinin ilimlerinin farklı olduğuna işaret etmektedir. Demek ki Hızır’ın bildiği bazı şeyleri Hz. Musa bilmemektedir. Bu durumda, kısaca, ikisinin ilimlerinin farklı olması ile alakalı şunu söylemek mümkündür: Birincisi; Hz. Musa’nın ilminin bâtınî bir yönü bulunsa da zâhirî yani şeriat yönü ön plandadır. Hızır’ın ilmi ise bâtınî bir ilimdir. İkincisi; Hz. Musa’nın ilmi tebliğ ile alakalı olduğu için gaybî bilgi gerektirmemektedir. Hızır’ın ilmi ise tedbir ile alakalı olduğu için gaybî bilgi gerektirmektedir. Meselâ; Hz. Musa Firavun’un iman etmeyeceğini önceden bilseydi ona tebliğ yaparken gevşek davranabilirdi. Ama Hızır’a Allah geminin gelecekteki halini, gulamın gelecekteki halini ve duvar yıkıldığı zaman iki yetimin başına gelecekleri bildirmiştir. Çünkü Hızır’ın, olaylardaki menfîye gidişi engelleyebilmesi için tedbir alması gerekiyordu. Tedbir için de gaybî bilgiye ihtiyaç vardır. Burada gaybî bilgiden kasıt sadece gelecekle ilgili bilgi değildir. Geçmişle ilgili bilgiyi de kastediyoruz. Çünkü Hızır duvarın altına yetimleri için hazine bırakan zatın salih olduğunu bildirmiştir ki bu zat yıllar önce vefat etmişti.

Konuyu açmak bakımından, Hz. Musa, Hızır’a niçin itiraz etmektedir? Burada bir Şeriat-Hakikat açısından, yani aslında Allah’ın muradı noktasında bir değerlendirme yapılabilir mi? Hızır’la yolculuğun Hz. Musa açısından sonuçları ne olmuştur?

Aslında Hz. Musa’nın Hızır’ın işlerine itiraz etmemesi gerekirdi. Çünkü kendisine tâbî olmak isteyen Hz. Musa’ya Hızır “Eğer bana tâbi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma!” diyerek bir şart koşmuştur. Yani Hızır şunu demek istiyor: “Benimle beraber bazı olaylar göreceksin! Ben onun iç yüzündeki hikmeti sana daha sonra izah edeceğim! Ben onu açıklayana kadar sabret ve soru sorma!” Hz. Musa bu şartı kabul edince yani itiraz etmeme ve soru sormama şartını kabul edince Hızır onun kendisiyle beraber yolculuk yapmasına izin verdi. Böylece meçhul diyarlara doğru yolculukları başladı. Önce bir gemiye bindiler. Gemi sahipleri bir rivayette onlardan ücret dahi almadı. Gemi açıldıktan sonra denizin ortasında giderken Hızır batmayacak şekilde gemiye bir hasar verdi. Hz. Musa bunu görünce itiraz etti ve Hızır’ın bu işini kötü bir iş olarak nitelendirdi. Hızır ona verdiği sözü hatırlatınca Hz. Musa hemen özür diledi ve affını talep etti. Hızır affetti. Gemiden inip yürümeye devam ettiler. Bir karyeye geldiler. Orada oynayan çocukları gördüler. Hızır içlerinden birini hemen tutup öldürdü. Bu olaydan dehşet içinde kalan Hz. Musa Hızır’a itiraz etti ve onun yaptığı işi nükran olarak değerlendirdi. Hızır ona sözünü hatırlatınca Hz. Musa mahcup olup tekrar özür diledi ve kendini şöyle bir şarta bağladı: “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam artık bana arkadaşlık etme!” O beldeden de ayrılıp başka bir karyeye geçtiler. O şehrin insanlarından yiyecek bir şeyler istediler ve barınma talep ettiler. Şehir halkı onlarla hiç ilgilenmedi. Yiyecek istediklerine göre demek ki çok zor durumdaydılar. İçlerinde bulundukları zorluk onları sâilliğe yani dilenmeye mecbur bırakmıştı. Çaresiz bir şekilde, aç ve yorgun şehirde dolaşırken yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Hızır onu doğrulttu. Hz. Musa buna da itiraz etti. Hâlbuki bu iş kötü bir iş değildi. Tüm şeriatlerde tavsiye edilen hayırlı bir işti ki kötülüğe iyilikle mukabele etmekti! Hz. Musa’nın bu hayırlı işe itirazı ile Hızır yollarını ayırdı. Ayırmadan önce de gerekli izahı yaparak üç olayın arka planındaki hikmeti açıkladı:

“Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu delerek kusurlu hale getirmek istedim. (Çünkü) onların gideceği yerde her (sağlam) gemiyi gaspetmekte olan bir kral vardı. Gence gelince, onun anne babası mümin kimselerdi; gencin onları sonunda azgınlık ve nankörlüğe düşürmesinden korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin. Duvara gelince o, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara ait bir define vardı; babaları ise iyi bir adamdı. Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarsınlar. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur.” (Kehf, 18/79-82)

Olayların hikemî veya bâtınî tarafını öğrenince Hz. Musa’nın herhangi bir itirazı kalmadı. Demek ki bu işler itiraz edilmemesi gereken şeylerdir. Bu bakımdan Hz. Musa’nın Hızır’a öncelikle bir yanılsama sebebiyle itiraz ettiği söylenebilir. Çünkü baştan sona rahmet olan Hızır’ın işlerini kötü ve zalimce bir tavır olarak algılamıştır. İkincisi; Hızır’ın işlerini Tevrat’ın şeriatine göre değerlendirmiş ve bu nedenle itiraz etmiştir. Hâlbuki Hızır Tevrat’a tâbî olmadığı için onun işlerini Tevrat kanunlarına göre değerlendirmek yanlış olur. Nitekim Bünyamin’e, kardeşi Hz. Yûsuf tarafından, onu yanında alıkoymak maksadıyla hırsızlık kumpası kurulduğu zaman, suç Mısır’da işlen(miş gibi gösteril)diği hâlde, Bünyamin Kenan diyârının şeriatına göre cezâlandırılmıştı. Çünkü Bünyamin, kendisine suç isnat edildiği zaman Mısır’da bulunmuş olsa bile, Kenan diyarında carî olan şeriata tâbî idi. Mısır kanunlarında hırsıza sopa vurulur ve çaldığı malın iki misli ödettirilirdi. Hz. Yâkub’un şeriatında ise hırsız yakalanarak çaldığı malın karşılığında mal sâhibine hizmet ettirilirdi. Hz. Musa’nın itirazının üçüncü sebebi zâhir ve bâtın esmâsı arasındaki çatışmadır. Çünkü Hz. Musa’da zâhir esması ön planda Hızır’da ise bâtın esmâsı ön plandadır. Bu iki esmânın ahkâmı da birbirine zıttır. Hz. Musa’nın itirazının dördüncü sebebi onun Hızır’dan daha yüksek bir makamda olmasıdır. Yani Hz. Musa gibi ulû’l-azm bir peygamber kendisinden daha düşük bir makamda olan Hızır tarafından imtihana tâbî tutulmuştur. Yüksek makamda olanın daha düşük bir makamda olana tâbî olması zordur. Hz. Musa’nın itirazının beşinci sebebi de Hızır’ın yaptığı işlerle Hz. Musa’nın bilinçaltına inmesi ve acıyan yerlerine dokunmasıdır. Meselâ; Hızır Hz. Musa’ya katl-i gulamı göstererek onun yıllar önce Mısır’da bir Kıpti’yi sehven öldürmesine atıfta bulunmuştur. Yıllar önce yaptığı işin bilinçaltında ezikliğini hisseden Hz. Musa gulamın ölümünü görünce ister istemez itiraz etme ihtiyacı hissetmiştir. Neticede Hz. Musa bu saydığımız sebeplere binaen Hızır’a itiraz etmiştir. Fakat itirazlarında haksız görülmüştür. Zaten kendisinin de her itirazından sonra Hızır’dan özür dilemesi bunu ortaya koymaktadır.

Hz. Musa-Hızır kıssasını şeriat ve hakikat açısından değerlendirmemek gerekir. Bu kıssayı şeriatlerin farklılığı açısından değerlendirmek bir çıkış noktası bulmak adına belki de daha isabetli olur. Yani bu kıssa şeriat ile hakikatin birbirine zıt olduğu fikrini ortaya koymaz. Bu kıssa herkesin kendi şeriatine göre hareket etmesinin zorunluluğunu ortaya koyar. Çünkü Hz. Musa’nın şeriati başkadır, Hızır’ın şeriati başkadır. Hızır gemiyi delerken, çocuğu öldürürken ve duvarı doğrulturken kendi şeriatini uygulamıştır. Hz. Musa da bu iki olaya itiraz ederken -ki duvarı doğrultmayı hariç tutuyoruz, çünkü onun bu itirazında şeriat gayretinden ziyâde nefsî bir gayret hissedilmektedir- kendi şeriatinin gereğini yerine getirmiştir. Çünkü Hz. Musa’nın şeriatine göre zâhirî bir sebep yoksa bir kişinin öldürülmesi câiz değildir. Hz. Musa’nın şeriati bâtınî sebeplere değil zâhirî sebeplere dayanır. Ama Hızır’ın şeriatine göre o çocuğun öldürülmesi câizdir. Çünkü Hızır çocuğun öldürülmesi için yeterli argümana sahiptir. Çocuk ileride şakî olacak ve kendisi yoldan çıktığı gibi ebeveynini de yoldan çıkaracaktır. Dolayısıyla onun daha masumken dünya imtihanının sonlandırılmasında hayır vardır. Aslında çocuğun bu ölümü hem kendisi için hem de ebeveyni için muazzam bir rahmettir. Ama bu rahmet ancak mahşer günü muhatapları tarafından idrak edilecektir. Hz. Musa’ya göre câiz olmayan çocuğun ölümü Hızır’a göre caizdir. Eğer burada Hızır çocuğu öldürmesi için veya gemiyi delmesi için Hz. Musa’yı zorlasaydı işte o zaman yanlış yapmış olurdu. Çünkü bu durumda Hz. Musa’yı şeriate aykırı bir işe zorlamış olurdu ve onu şeriat dairesinin dışına çıkarmış olurdu. Ama Hızır bunu yapmamıştır. Yani Hz. Musa’nın şeriatına saygı göstermiştir.

Neticede Hz. Musa da Hızır da kendi şeriat dairelerinde hareket etmişlerdir. Bu durumda ikisi arasındaki tenâkuzu şeriat ve hakikat arasındaki aykırılığa değil de şeriatlerin farklılığına hamletmek gerekir. Ama günümüzde hak olan şeriat tektir. İnanan herkes Kur’an şeriatine tâbidir. Bu nedenle tasavvuftaki mürit de mürşit de bu şeriate uymak zorundadır. Kur’an şeriatine aykırı bir emir verirse mürşit, müridin ona kesinlikle uymaması gerekir. Mürşit “Şeriatte böyle ama hakikatte aslında şöyle şöyle yapmak daha iyi!” gibi müridini şeriat dairesi dışına çıkaran işlere yönlendirirse müridin hemen ondan uzaklaşması gerekir. Çünkü hakikat, şeriat dairesinin içinde kaldığı sürece hakikattir. Şeriat dairesinin dışına çıkan hakikati tasavvuf asla kabul etmez! Bu konularda firâsetli olmak gerekir. Yoksa mürşit geçinen biri “Ben hakikate çağırıyorum!” diyerek birçok insanı kendi nefsinin hevâ ve hevesine biat etmeye davet edebilir. Nitekim günümüzde bunun örnekleri de görülmektedir.

Hızır ile yolculuğun Hz. Musa açısından elbette müspet sonuçları olmuştur. Eğer böyle olmasaydı Allah, Hz. Musa’yı Hızır’a abes yere göndermiş olurdu ki Allah hâşâ abes iş yapmaktan münezzehtir. Aslında Hz. Musa’nın Hızır’a gönderilmesini ilim öğrenme eksenli değerlendirmemek gerekir. Hz. Musa insanlık skalasında ilk beş kişiden biridir ve kendisinde zaten risâlet ile ilgili ilimler mevcuttur. Çünkü onun Hızır’a gönderilmesi risâletinden önce değildir. Muhtemelen peygamberi olduğu İsrailoğulları’nı Mısır’dan çıkardığı dönemden sonra Hızır’a gönderilmiştir. Bu durumda Hızır’dan ilim öğrenmeye değil de Hızır’ın ilminden istifade etmeye gittiğini söylemek daha isabetli gözükmektedir. Çünkü Hızır’ın Hz. Musa’ya gösterdiği üç olay Hz. Musa’nın hayatının izdüşümleridir. Hz. Musa’da yaşadığı çalkantılı hayatından dolayı gadap, havf, acelecilik, akılcılık, gam ve dayk-ı sadr gibi ukdeler bulunmaktadır. Bu ukdeler sebebiyle Tih sahrasında İsrailoğulları’nı irşad ederken bazı zorluklar yaşamaktadır. İşte Hızır sayesinde ve Hızır’ın ona yaşattığı sıkıntılı anların neticesinde içindeki veya nefsindeki bu ukdelerden kurtulmuş ve kendisine adeta Hızır tarafından bir bilinçaltı temizliği yapılarak İsrailoğulları’nın yanına sadrı genişlemiş bir şekilde dönmüştür. Hızır’ın ilmi, ledünnî ilimdir. Yani bir mahlûktan öğrenilen ilim değildir. Allah indinden verilen vehbî bir ilimdir. Bu yüzden “Hz. Musa Hızır’dan ilim öğrenmiştir.” denildiği zaman burada bir paradoks ortaya çıkmaktadır. Ama “Hz. Musa, Hızır’ın ilminden istifade etmiştir.” denilirse Hz. Musa’nın Hızır’a doğru ve Hızır’la yaptığı bu gizemli yolculuğun daha iyi anlaşılacağı muhakkaktır.