Sekülerizmin hayatımıza sinsice soktuğu ve insanı, insan fıtratını ve ahlakını bozan nice problemler vardır ki, acısı daha sonra anlaşılır. Bıraktığı iz ve attığı kazıkların acısını yıllarca taşırız ama çoktan bizleri kuşatmış, özelliklerimizi değiştirmiştir de haberimiz olmaz. Öyle ki bu durum, kişiliğimizi (huylarımızı), kimliğimizi ve şahsiyetimizi derinden etkiler ve bizi kendi anlam dünyamızdan çok uzaklarda bir yerlere atar.
Bu yazıdan maksat aslında bizi çok değiştiren bu fiili durumun, üzerimizdeki vahim etkilerinden sıyrılarak, kendi şahsiyetimizi yeniden imar etme ve özümüze dönme çabasına anlamlı bir katkıda bulunmaktır. Bu vesileyle de bulunduğumuz yeri, kendi değerlerimiz açısından bir kez daha gözden geçirmektir. Umarım doğru bir tefekkür üzerindeyizdir. Gayret bizden, Tevfik Allah'tandır.
Evet, yumuşak huyluluk görüntüsü altındaki iyilik halinin İslam'la birebir değer ilişkisi anlaşılmadıkça, hümanizma ile İslam ahlakı arasındaki fark yeterince ayırt edilmedikçe, İslam ahlakının orijinal konularından olan ve insanı, değerler hiyerarşisinde yüksek yerlere taşıyan tevazu ile hilm arasındaki benzerlik ve ayırt edici vasıflar da tam anlaşılamaz. Bunun için hilm ahlakı dediğimiz yumuşak huyluluk ve hilmin zaruri bir sonucu olan tevazunun ne olduğunun öncelikle iyi bilinmesi gerekli. Tevazuyu zillete benzer bir uysallık hali olarak algılayanlar, gerçek anlamda İslam ahlakından nasiplenememiş ve İslam ahlakını ne tefekkür boyutunda ne ahlak boyutunda ne de ölçü boyutunda anlayamamış ve algılayamamış demektir. Bugün pek çok insan, "Ben iyilik yapayım da, iyi olayım da bunun dine dayalı bir temeli olmasa da olur." demekle, aslında, açıkça; "Ben İslam Ahlakı şeklinde ahlakî bir konsepti kabul etmiyorum" demiş oluyorlar. Sekülerizmin hayatımızda ne denli sinsi izler bıraktığının ve bu vesileyle dinin özünden ne denli uzaklaştığımızın belki de en büyük delilidir bu yanlış yaklaşım…
Ferdler olarak özünde ve mayasında iyilik hali olduğu halde, iyiliğin kaynağını, amacını reddeden böyle bir anlayış insanı nerelere götürür, iyi hesaplamak lazımdır. Tevazu adı altında aslında sürekli kendi kibrini besleyenler, hilm adı altında da bir takım pragmatik ilişkiler yaşamaktan öteye gidemezler. Hoş, hilm de tamamiyle hem terminolojik hem de fiilî olarak İslami bir değerdir. Sekülerizmin dinî ahlak yerine hümanizmayı tesis etme çabalarının ürettiği insan tipine mukabil, din ile sekülerizm arasında kalmış bu insan tipinin sürekli yaşadığı "İslamsız ahlak ve içinde din olmayan hümanizma halleri" nin itikadî yansımaları hiç de hoş olmasa gerek…
Temelinde "dinle alakası olmayan ahlak anlayışı" yatan bu yaklaşım, dini, hayatın dışına itme çabasından başka bir şey değildir. Yani hayata ve insana dair dini ölçülerin yok edilmesi, insan hayatına ne idüğü belirsiz ölçülerin sinsice sokulmasıdır. Bu durum İslam karşısında bir karşı duruşla konumlanmaya çalışan her türlü "izm"in ortak bileşkesinde yakalar insanı. Nitekim küresellik karşısında her geçen gün büyük bir hızla eriyen insanın, şahsiyetine vurulmuş en büyük darbedir bu. Öyle ki, normal şartlar altında kendini bulmaya çalışan insanın yoluna konmuş koskoca bir taş hükmündedir. Bizler ise, yolların üzerindeki taşları toplamadan yolumuza sıhhatli bir biçimde devam edemeyiz. Çünkü bugün yollar hep taşlarla doludur. Son yılların moda tabiri ve aslında moral bir ihtiyaçtan doğan "psikolojik savaşta yenik düşmemenin" bizler açısından aynı zamanda önemli bir cephesi olmakla beraber, henüz içi yeterince doldurulamamış bir yaklaşımdır. Çünkü neyi nasıl yapacağını bilememek ya da ne tür bir kıvamın peşinde olduğunu tam kestirememiş olmak, "ne olmak" gerektiğini tam bilememek, eğer hala bir duruş sahibi olduğunu düşünüyorsa, bu değerli çabayı yetersiz kılmakta, insanımız hala bu yollarda henüz kendini tanıyamamış "bilinçsiz mücahit" pozisyonunda oyalanmaktadır.
Sözde selefi anlayışların, müslüman bir şahsiyet oluşturmak adına sergiledikleri görüntü ve derunilikten uzak arayış ve ümmet temelindeki bir çoğu haklı çabaların cevabı da, ehl-i sünneti içinden yıpratmak yerine, Allah rızası için müslüman şahsiyetinin oluşması adına bu sorulara verilecek sağlam ve ciddi cevapları bu ümmetin hizmetine sunmakta gizlidir. Evet, tevhid binasını büyük bir kolaycılıkla başkalarını tekfir ederek ya da bir vesileyle kendi komplekslerini aşmak için kendini aşikar bir şekilde yüceltmekle değil, gerçek müslüman şahsiyetini imar ederek ihya etmek gerekmektedir. Aksi halde hikmet ve marifetten, dört başı mamur bir güzel ahlaktan nasiplenmemiş kişilik ve kimlik görüntülerinin içi hep boş kalmaya mahkûm olacaktır. Özellikle İslam tarihindeki büyük mana erlerini tekfir etmek gibi bir cehaletin bu ümmetin çok yönlü gelişimine yaptığı darbe ve çıkardığı fatura çok ağırdır ki, Allah korusun, ahirette ilahi adaletin pençesinden kimse kaçamaz. Bunun ihtimali dahi üzerinde çok düşünülmesi gereken bir vebali gerektirir. Kur'an ve sünnet bize bunun böyle olduğunu açıkça söylemektedir. Aksi halde sinsi yahudi tuzaklarının oyuncağı olmaktan öteye gidemeyiz. Bu şahsiyet zaafiyetiyle de o çok söylenen "yahudileşme temayülünün" tam da içine düşeriz de haberimiz olmaz. Tüm bunlar Müslüman olmanın ahlaki müeyyidelerinden habersiz yaşamanın getirdiği tehlikeli fıkıh ihlalleridir denebilir.
İmam-ı Gazali Hz., haya ile riya arasındaki ince farkı anlatırken, bu iki kavram, birbirine çok zıt kavramlar olduğu halde, "haya ile riyayı birbirinden ayırt etmek zordur" diyor. Şöyle ki, insanın Hakk'a yaranma çabası ihlas temelinde değerlendirilirken, halka yaranma çabası ise "riya" olarak değerlendirilmektedir. İnsanın Allah'ın emirlerine kıyasla düşünmesi ve yaşaması ihlas iken, insanın, insanlara kıyasla bir varlık duygusu içinde kendinde varlık görüp, karşılığını da insanlardan beklemesi, ibadetleri karşılığında onların nezdinde bir yer edinme çabası ihlasın aksine hem riya hem de kibir hem de ucub (amelini beğenme, ameliyle kendinde varlık görme ve Allah'ın (Celle Celalühü) karşısında ameliyle böbürlenme) olarak değerlendirilmektedir.
Bu nedenledir ki, "haya ile riyayı birbirinden ayırt etmek zordur" denilmiştir. Nefis ve nefis hastalıkları ile ilgili olarak sadece dilde, sözlü tefekkürü olan fakat bu konular üzerinde hiç düşünmemiş, yeterince idrak edilmemiş bir ahlak anlayışı, müslümanın dünyasında ancak ihlas temelinden yoksun bir anlayış ve yaşayışı gösterir. Bırakınız seküler yaşam biçiminin kurguladığı ve şekillendirdiği tamamiyle İslam'dan uzak insan tipini, ahlak düşüncesini baş tacı etmemiş bir anlayışla yürütülen İslami bir yaşantıya sahip Müslümanlar dahi, çoktan sekülerizmin müridleri haline gelmişlerdir de maalesef hiç haberleri dahi yoktur kendilerinden… Maalesef…
Aynı şekilde, hilm ve tevazu arasındaki farkı fark edememiş olmak da yine ahlaktan mahrum bir kişiliği gözler önüne sermektedir. Evet, sağlıklı bir müslümanın ahlak anlayışında hilm ve tevazu, ya gerçek bir Müslüman gibi, inceden inceye çileyle tefekkürle terbiye olmuş, dengelenmiş ve taçlanmış olmalı ya da sekülerizme teşne Müslümanlar olarak varlıkla yokluk arasında ne idüğü belirsiz bir kimlikle hayata devam etmek zorunda kalınmalı!.. Şimdilik üçüncü bir yol görünmüyor!..
Çünkü hilm ve tevazu, gerçekten de vakar sahibi insanların ahlakıdır. Vakar ise, tevazunun ta kendisidir. Şu ana kadar, sadece fikri boyutta değil her boyutta ahlaken, ilmen bizleri emziren çok değerli büyüğümüz Feyz Dergisi'nin de sahibi ve başyazarı olan S.Şenel İlhan Bey'in terkip, yorum ve değerlendirmeleriyle bu konuyu anlatmaya çalıştım. Şu andan sonra da sözü tamamiyle kendisine bırakarak makaleme devam etmek istiyorum: " Varlığını, kişiliğini, kimliğini koruyarak iyi olmak "İslam Ahlakı"dır. Sadece iyi olmak, Budizm inancıdır. Hz.Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), merhamet ve cömertlikten çok, vakarı öne çıkarırdı.
Mekke fethine giden İslam ordusuna öldürülmeleri için verilen yedi isimden biri de Abdullah'tır. Abdullah, Müslüman olmuş, Medine'ye gelmiş. Sonra Mekke'ye dönerek iftiralar atmış bir kişidir. Kendisi hakkındaki emri duyan Abdullah, af talebi için Hz. Osman'a gitmiş, talebini kabul eden Hz. Osman'la birlikte af talebinde bulunmak için Efendimiz'in huzuruna gelmişlerdir. Hz. Osman Hz. Peygamber'den Abdullah'ın affını dilediğinde, Efendimiz iki kez üst üste sükût etmiştir. Üçüncü kez söylendiğinde ise, Efendimiz affettiğini beyan etmiştir. Huzurdan çıkışlarından sonra ise Efendimizin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), "Benim sükûtumu gördüğünüzde niye biriniz kalkıp boynunu vurmadı" sözü üzerine, Sahabeler "Ya Resulullah aklımıza geldi ama keşke bize gözle ufak bir işaret verseydin" demişlerdir. Efendimiz o zaman "Bir peygamber asla kaş göz işareti yapmaz" diye buyurmuştur.
Yine İslam'da cemaatle namaz kılmak 27 kat daha fazla sevap olduğu halde, koşa koşa namaza gitmek mekruh kabul edilmiştir. Yine Hz.Peygamber asla kahkaha ile gülmezdi, tebessüm ederdi. Bunların hepsi, İslam'da vakarın ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. İnsan, benliğini, kişiliğini, kimliğini koruyarak iyi olmalı. Bizler, benliğimizden ödün vermeden iyilik yapacağız. Aksi halde karşımızdaki insanlar bizi, kibirli iseler yalaka, cimri iseler enayi, ahmak iseler deli zannedebilirler. Burada önemli olan, insan ilişkilerinde, insanların tabir yerindeyse bizden korkması, sevmesi ve ummasıdır. Yani bizden, kul düzeyinde olsak bile, Allah'ın yeryüzünde halifesi olarak, Allah'tan umar gibi ummalı, sevmeli ve korkmalılar ki, biz, insan ilişkilerinde, gerçekten de temsil etmemiz gereken yerde duruyor olalım…"
Vakar ile ilgili bu harika tesbitten sonra, yine kıymetli büyüğümüzün sohbetleriyle konuya devam etmek istiyorum. İslam alimleri tekebbürü yani kibri haram olarak değerlendirdikleri gibi, tezellülü yani zilleti, kendini küçük görmeyi de haram olarak değerlendirmişlerdir. Ucuba düşmeden yani amelleriyle haşa Allah (Celle Celalühü) karşısında kendinde varlık görmeyi değil de kendinde varlık görmeden ameline değer vermeyi önemsemezsek eğer, o amellerin Allah (Celle Celalühü) katındaki değerinden habersizmiş gibi, yani amellerimizi sadece nefsaniyetimize payanda yaparsak, o amellerin Allah katındaki önemini de reddetmiş oluruz.
Çünkü o ameller vardır ve çok kıymetlidir. Şimdiki pek çok tasavvuf ehlinin bir değerlendirme hatası yaparak, güya nefis muhasebesi adına amellerinin kıymetini bilmemeleri ve adeta "yok saymaları" gerektiğinin telkin edilmesi; kesinlikle, ucub ve varlık duygularıyla mücadele değil, tam tersine adı henüz konmamış bir yokluk duygusudur ki, neyi niçin yaptığımıza dair denge, estetik ve gerçek muhasebe ruhundan bir müslümanı uzaklaştırmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Zaten kompleksli ve zilletli olan bir insana nasıl ki, zorla yaptırılan "kibirle mücadele" yaklaşımı yanlış ise, amellerini görme ihtiyacı içinde olan ve bu amelleri Allah rızası için yapması gerektiği aslolan insana da amellerini yok sayması, görmemesi gerektiği tavsiye edilmemelidir.
Aynı durum hilm, tevazu ve vakar ilişkisi için de sözkonusudur. "Kibirle mücadele ediyorum" diyerek zaten kompleksli ve zilletli olan birinin, daha da zilletli hale getirilmesi nasıl ki çok ama çok yanlış ise, aynı şekilde, İslam'ın çok kıymetli ahlak ölçüleri içinde, gerçek vakarı bilmeyen birisinin de"hilm ve tevazu içinde yaşıyorum" demesi o denli yanlıştır. Çünkü, "Varlığını, kişiliğini, kimliğini koruyarak iyi olmak "İslam Ahlakı"dır." Yani bugün gerçek cepheleriyle yeniden imar ve ihya edilmesi gereken İslam Ahlakı… Burada, yetişme bozukluklarına bağlı düşünce ve davranış bozuklukları kesinlikle göz ardı edilmemelidir. Aksi halde hilm ve tevazu yaparken vakarını yitiren, kibirle mücadele ediyorum zannıyla zillete düşen, ucubla mücadele ediyorum derken yanlış bir enaniyetle yanlış yollara sapan Müslüman tipinin, selefi geçiniyor olsa da, derviş geçiniyor olsa da; gerçek bir nefis mücadelesiyle alakası olmadığı gibi, manen de terakki etmesi, hikmet ve marifet ehli olması mümkün görünmemektedir. Olsa olsa sahte kişiliklerin hayat bulduğu sahte duruşların adamı olmaktan öteye gidemez vesselam…
Bizlere bu çok mühim ölçüleri hem öğreten hem hayatın pratiği içinde anlamlandıran S.Şenel ilhan Bey'in eline, diline, yüreğine sağlık diyorum. Müslümanın gerçek kimlik ve şahsiyetini bulma yolunda yaptığı tüm çalışmalar, sohbetler, tefekkürler nedeniyle Allah (Celle Celalühü) ondan ve onun gibi ehl-i beytlerden razı olsun, bizleri de yanından ayırmasın ki, nerde durduğunu ne yaptığını bilen Müslümanlar olarak sonsuzluk karşısında hiç sözü bile edilemeyecek şu kısa ömrümüze Allah'ın (Celle Celalühü) razı olacağı bir "duruşla" devam edebilelim.
Allah'a (Celle Celalühü) emanet olunuz.