Evet, yıllardır aşktan bahsediyoruz. Bakalım gerçek aşk neymiş. Kerem ile Aslı'lar, Ferhat ile Şirin'ler ve daha nicelerinin yaşadığı aşk gerçek aşk mı, yoksa gerçek aşk olduğunu sandıkları bir deryaya mı daldılar. Uğrunda hayatlarını feda ettikleri sevgileri aslında bu kadar abartmalarına değer miydi, başka alternatifleri yok muydu, neden bu aşkla ömür boyu yanıp tutuştular ve hala bizleri kendilerinden haberdar ediyorlar.
Acaba şu anda kendileri bu aşklarının yüzyıllardır dilden dile dolaşmalarından memnunlar mı? Onlar bulundukları âlemden bize bakıp "İyi bir şey yapmışız, şimdi burada beraberiz, siz de aynısını yaşayın" mı diyorlar, yoksa "Aman ha, biz yanlış yapmışız, sakın aynı hatayı siz yapmayın" mı diyorlar. Onlara sormak mümkün değil, ama incelersek doğru mu yoksa yanlış mı yaptıklarını anlayabiliriz.
Âlemleri yaratan ve onlara her türlü maddî manevî özellikleri de veren Allah (Celle Celalühü), kendi ilminde bulunan özellikleri vermiştir elbet. İlmi, kudreti, rahmet ve merhameti sonsuz olan Rabbimiz, hiçbir şey yaratılmadan önce kendisindeki özellikleri görerek, ne kadar mükemmel olduğunu seyretmiş ve bunu paylaşmayı murad etmiştir. İnsanı bu sebeple yaratmıştır. Bilinmek, bu güzellikten haberdar etmek ve yaratılanlar olarak bu olağanüstülük karşısında secde etmek için. Tabii ki yarattığı her şeyi de bu güzelliklerden nasiplendirmek için.
Bu kadar mükemmellik elbette âşık olunacak bir haldir ve Allah da kendisindeki bu sayısız güzelliğin aşığıdır. Dolayısı ile aşkın en doruk noktadaki hâli, Allah (Celle Celalühü)'ın kendi zâtına olan aşkıdır. Rabb'ül Alemîn'in kendi zâtına olan aşkı öyle fazladır ki, yaratılan hiç kimse aşkta bu noktadaki hissiyata erişemez. Buradan net olarak görülüyor ki, Allah'ın bize vermiş olduğu âşık olma sıfatı ilk önce ve en yoğun şekilde kendisine yöneltilmek ve kendisini sınırsız sevebilmek için verilmiştir. Nitekim ayette; "De ki, eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler sizlere Allah'dan, O'nun Resulün'den ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğuna hidayet vermez." Tevbe-24 buyurmuştur. Bu ayet ve bu açıklamadan sonra, kime ne kadar sevgi ayırmamız gerektiğini herkes kendi anlama ve sevme kapasitesine göre belirlesin.
Elbette ki kalbimize olağanüstü bir maneviyat ve sevgi âlemi yerleştiren Allah, bu sevgi ile karşı cinse de meyletmeyi, onunla beraber olup nesli devam ettirmeyi, onu sevmeyi, hem de çok sevmeyi murad etmiştir. Ama kendisinden daha çok sevmeyi değil. Ancak ne yazıktır ki haddini bilmeyen insanoğlu, ayetlerden ve ahiretten gafil yaşayıp tapılacak derecede birini sevmiş ve bu sermayeyi heba etmiştir. Bakın aşk hikâyelerine; falanca âşık, maşukunu görmeden önce gidip öğle namazını eda etti ve sonra yanına gitti…
ne Peygamber, ne helal ne haram hiç esamesi yok. Allah'ın karşısında bu ne hal. Neye bu sevgi. Allah yokmuş gibi sevmenin adına aşk denir mi. Dağları delecek kadar Şirin'i sev, dağdan inip iki rekât namaz kılma. Aşkından çöllere düş, Cuma namazı için köye inme. Bir kere, Allah aşkı bir başkasını bu denli sevmeye engeldir. Neredeyse aklını yitirecek kadar birine âşık olan kişi ancak ve ancak Allah'tan gafil biri olabilir. Ömür boyu Allah'ın rızasını kazanmak mecburiyetinde olan biri nasıl olur da ömrünü dağlarda veya çöllerde geçirebilir. Ancak mecnun olursa bunu yapabilir. Mecnunluğu da doğuştan değil, kızı gördükten sonra olduğuna göre, böylesi bir aşk asla olmaması gereken boyutta ve yanlış kişiye aktarılmasından kaynaklanır. Nitekim bu aşk destanlarının kimisinin sonunda, karşı tarafa duyulan aşkın Allah aşkına rücû ettirildiğini de görmekteyiz. Örneğin Kays (Mecnun), hayatının sonlarına doğru Allah'a olan aşkını Leyla'ya olan aşkının üzerine çıkarmıştır. Üstelik bu halde iken bile Leyla'ya olan aşkından da bir şey eksiltmemiştir.
Sevgi, insanın yüreğinde doğduğundan itibaren filizlenmeye başlar ve yıllar geçtikçe aileden ve çevreden gelen sevgi ile büyür, gelişir ve henüz çocuk yaşta iken bir sevgi hazinesi haline gelir. Hiç azalmadan devamlı olarak büyüyen bu sevgi birikimi taşacak hale gelince, insan bu sermayeyi biri ile paylaşma ihtiyacı hisseder. Bu paylaşım, karşısına çıkan ilk talepliye aktarılır. Bu hazinenin ilk talibi Allah'tır. Ancak Allah'dan gafil yetişen bir insan bunu bilmediği müddetçe, kendisine yakınlık gösteren ilk güzel gözlüye bu hazinenin kapılarını açar. Verdiği sevginin ne kadarını geriye alabilirse, bir o kadarını daha verir ve sonunda Leyla'lar, Mecnun'lar ortaya çıkar. Sevgiliye verilen bu aşırı ilgi ve uğruna ortaya konan hayat, sevgilinin gözünü kamaştırır ve sevilen kişi bu değerin kendi güzelliklerinden kaynaklandığını düşünür. Oysa asıl değerli ve güzel olan sevgili değil, aşığın gönlündeki sevgi birikimidir ve bu birikimi karşısına çıkan bir talepliye vermesinden ötürüdür. Bu talepli kim olsa ona verilecekti. Mecnun, Leyla'yı görmeseydi bu sermayeyi kimseye vermeyecek miydi? Elbette bir başkasına da aynı sevgi ile bağlanacak ve bu sefer de aynı hikâyeyi "Fatma ile Mecnun" olarak duyacaktık. Yunus Emre'ler gibi hem Allah aşkını hem de sevgilisinin aşkını bir arada yaşayan kişiler gibi olunmadıkça, bu uçsuz bucaksız sevgi hazinesini olduğu gibi sevgilisine aktaran kişi haline gelmek kaçınılmaz olur.
Allah'ın, Kibriyâ'sı vardır. Yani Allah (Celle Celalühü) kendisine baktığı zaman kendisinden daha büyük, daha mükemmel, noksansız, tek ve gerçek manada güzel olan başka bir şey daha görmediğini bildiriyor. Bu da Allah'ta aşkın da var olduğunu ve bu aşkla en çok kendisini sevdiğini gösteriyor. O halde bizim duyacağımız en büyük aşk Allah'a ait olmalı ve kişi ya da eşya olsun diğer bütün aşklarımız mertebe olarak bunu aşmamalıdır. Zira yaratılan hiçbir şey Allah'tan daha mükemmel olamayacağına göre, aşkın da en büyüğü Allah'ın payı olup, diğerleri kesinlikle bundan daha az olmalıdır. "Elimde değil" cevabı geçersizdir. Elinde değilse zorla elinde olacak. Her ne yolu varsa kullanıp sevgiliye olan aşkı dengelemenin bir yolu bulunmalıdır.
Kıskançlıklar da böyledir. Kıskançlık yüzünden insan katil oluyor. Hem de arasında hiçbir ilişki olmayan kişi için bile. Daha geçen aylarda gazetelerde okuduk. Kıskanan kız diğer bir kızı kalbinden bıçaklayıp hayatını bitirdi. Şimdi elimde değil deme hakkı var mı? Böylesi bir kıskançlık, psikolojik bir rahatsızlıktır ve tedavisi de kolaydır. Yani insanın elindedir. Tamamen yok saymasını beklemiyoruz ama dengelemek kesinlikle mümkündür ve Allah'dan gafil olmayan her insan bunu dengelemiştir. Dengeleme derken; bu dengeyi, sevgiliye olan aşkı azaltarak değil, tam aksine devamlı olarak güçlendirip arttırarak sevgiyi devam ettirirken, Allah'a olan aşkı, sevgiliye olan aşkın üzerine çıkartmaya çalışmak gerekir. Kişi Allah ile öyle hemhal olmalı ki, Allah aşkı kendiliğinden sevgiliye olan aşkı geçsin. Aksi halde sevgiliye olan aşkı düşürmek elbette ki elde değildir. Ama Allah aşkını daha fazla hale getirmek eldedir. Yapılması gereken budur.
Başta Hz. Yusuf Peygamber olmak üzere Hasan-ı Basrî'ler, Yunus'lar ve daha nice evliyalar, ki hem de sevmenin dehası olmuş olan bu insanların hiç birinden böyle bir davranış ortaya çıkmadığına göre, böylesine sevmenin adı aşk değil, olsa olsa… Neyse, rahmetlileri iyi analım. Ama akıllı adamın işi değil böylesine sorumsuzca kendini kaptırmak. Bir insana beslediğimiz sevginin Allah sevgisinin üzerine çıkması, o kişiyi her şeyimizi feda edecek kadar çok sevmiş olmamızın ve dillere destan bir aşk yaşamamızın izahı gafletten başka bir şey değildir.
Tüm kaynaklardan açıkça bellidir ki, sınırsız sevmek sadece insana verilmiş bir nimettir ve bunun sebebi de insanın ibadet ehli olmasıdır. Yani Allah'ın dinini yüklenmesidir. İnsanda gerçekten limitsiz bir sevgi potansiyeli olacak ki, herkesi ve her şeyi gerektiği kadar sevebilsin ve bu sevmelerde de Allah'a olan sevgisinden bir şey eksilmesin. Biz kullar ise gerçek aşk olan Allah aşkını, nefsimizin gösterdiği yerlerde kullanıyoruz. Aşkı yanlış yere kanalize etmenin getirdiği sorunlar ve yıllar yılı ballandıra ballandıra anlatılan ve seyrettirilen aşk hikâyeleri, bize asıl sevilmesi gerekeni unutturup, sevgide ölçüyü bozup, alabildiğine abartılı ve sevgiliyi olması gereken yere değil, hak etmediği kadar yüksek bir yere koyup, neredeyse kasıtlı olarak nice değerleri kaybettirmiş, üstelik karşıdaki kişiyi de şımartıp kibirlendirmekten başka bir işe yaramamıştır.
Görüldüğü gibi, romanlardaki aşkların hiç biri aslında yok. Böyle bir aşk yok derken, var da, matematikçilerin tabiri ile "tanımsız" demek istiyorum. Yani geçersiz. Bunun için sevgiliye aşırı sevgiyi dizginlemek gerekir. İnsan ne kadar severse sevsin, her şeyin aşırısının vereceği zarardan kendini koruduğu gibi, sevgiliye olan muhabbetinde de aşırıya kaçmaktan kendini ve hatta bu yolla sevgilisini bile korumalıdır. Ben demiyorum kimseye âşık olmayalım. Elbette ve mutlaka olalım. Âşık olmayan Allah'ı ne kadar sevebilir ki. Alabildiğine âşık olalım ve o dünya literatürüne giren aşk hikâyelerini de okuyalım. Onların karşılıksız sevgisini örnek alalım. Böylesine büyük bir sevme kapasiteleri olduğu için imrenelim onlara. Aşk var ve ben yıllardır bunu yazdığım gibi yazmaya da devam edeceğim. Ama biz aklı başında insanlar olarak dillere destan olan o aşklardaki sınırsızlığı, o derin, o uçsuz bucaksız sevmenin güzelliğini görüp, bunlara kıyasla Allah (Celle Celalühü)'ı ne kadar sevmemiz gerektiğinin derdine düşelim. Ve hiç kimseyi Allah'tan daha çok sevmeyelim.
Kitaplarda Mecnunların ve Keremlerin de isimleri var, Yunusların ve Mevlanaların da. Birisi Hayatını Allah ve Resulunun yolunda harcamış, Allah ve Resulunu her şeyden çok sevmiş, diğeri de hayatını sevgilisinin yolunda harcamış ve onu her şeyden çok sevmiş. Her iki taraf da hayatlarını buna adamış ve bu hal üzereyken ruhlarını teslim etmiş. Şimdi sizce ahirette her iki tarafın hali ve görecekleri muamele nasıl olur tahmin edin. Bunu vicdanınıza bırakıyorum. Ben inanıyorum ki o âşıklara Allah'ın vermiş olduğu kapasite, onları aynı Mevlanalar, Yunuslar yapabilecek kapasitedeydi ama onlar Allah'ın kendilerine verdiği bu nimeti güzel gözlü birine teslim ettiler. Aynı muamele ile karşılaşacaklarını sanmıyorum ama yürekten ve tüm samimiyetimle diyorum ki, bize yaşattıkları bu harika duygulardan ötürü Allah onların bütün günahlarını affetsin inşallah.
Duygulu olmak insana yakışan bir haldir ama duygusal olmak insanı zillete düşürür. Ayet gereği, bu dünyadan göçerken, kalbimizdeki en büyük aşk Allah aşkı olsun. Kimi ne kadar çok seversek sevelim, ama son nefeste bu hal üzere olalım inşallah.
Allah yar ve yardımcımız olsun.