Bugün ben daha ziyade son kitabım ekseninde konuşmak istiyorum. Son kitabımın adı "Her Şeyin Bir Anlamı Var" Neden böyle bir kitap, neden her şeyin bir anlamı var? Öncelikle bu konuda neden kalem oynattığımı konuşarak başlamak istiyorum. Ben aşağı yukarı dört sene boyunca Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde bir Genç Kliniği - kendim kurdum ve yönettim; oranın idari yöneticiliğini, klinik şefliğini yaptım - ve orada Türkiye'nin gençlerinin özellikle dezavantajlı ailelerin gençlerinin sorunlarını bire bir müşahede etme imkânını buldum. Burada çok can yakıcı öyküler dinledim.
Çok üzücü şeylerle karşılaştım. Yani tasavvur dahi edemeyeceğiniz, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine konu olabilecek türden, bazen onlara dahi aksetmeyecek kadar üzücü, yüz kızartıcı şeylere tanık oldum. Hatta bizler vizit yapardık.
Derdim ki asistanlara, "bakın yine gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden bir demet izledik." Aslında enteresan bir şekilde bir söz vardır. Onun tecelli ettiğini gördüm diyebilirim size. Der ki bir psikiyatrist, "Psikiyatrik bir tedavi söz konusu olduğu zaman, çoğu zaman ailenin yanlış üyesi psikiyatriste gelir. Hastalanan kişi aslında çok hassas olan, zalimleşemeyen insandır. Dolayısıyla başkalarının onun üzerinde icra ettiği baskıyı, zulmü göğüsleyemediği için, kendisi aynı araçlarla mukabele edemediği için hastalanır." gibi bir varsayım, bir tez vardır. Bunun canlı örnekleriyle karşılaştım. Fakat buradan çıkardığım sonuçlardan bir tanesi şudur. Gençlerde çok ciddi bir ümitsizlik salgını adeta kol geziyor. Bizim gençliğimiz, yani istikbali onlara tevdi edeceğimiz gençlerimiz, günümüz Türkiyesi'nde adeta ümitsizlikten nefes alamaz hale gelmiş durumdalar. Nihilist bir kuşak diyorum ben buna…
Hiçbir şeye değer vermeyen, hiçbir şeye anlam atfetmeyen, ha-yatının anlamını bulamayan, büyük bir yön şaşırması halinde bir gençlikle karşılaştığımı söyleyebilirim. Tabi bunun yansımaları ne oluyor? İşte sokaklarda şiddet çoğalıyor, okullarda şiddet çoğalıyor. Geçtiğimiz senelerde çok acı hadiselere tanık olduk... Mesela; gencecik insanlar annelerini babalarını katlettiler, böyle bir seri olay arka arkaya geldi. Geçmişte "anne babaya elin kalkmayacağı" düşüncesi çok hâkim iken, bu artık toplumun genel kabul gören bir ahlakî düsturu iken, gün geldi, artık ana babaya hançer saplanmaya başlandı. Uyuşturucu salgını bugün gençlerin arasında çok ciddi boyutlara varıyor ve alarm sinyallerini uzun bir zamandır bütün topluma gönderiyor. Bugün mesela İstanbul'un bazı semtlerinde – ben mesleğim gereği buna muttali oldum- bakkallarda çakallarda uyuşturucu maddelerin - Bulgaristan'dan şuradan buradan getirilen- o çok kötü uyuşturucu maddelerin satıldığını bizler çocuklardan öğrendik. Hatta İstanbul'un içlerinde bazı cepler, bazı kurtarılmış bölgeler var. Oralarda bu maddelerin serbestçe dolaşımı mümkün olabiliyor. Böyle bir ortamda, tabi çok karanlık bir tablo çizdiğimin farkındayım, fakat benim çalıştığım saha bu karanlığı görmeyi mümkün kılan bir saha. Yoksa, tabii ki toplumumuzun içinde pek çok güzel şeyler de olup bitmekte...
Çok çalışkan gençlerimiz, bir anlam duygusuyla yaşayan insanlarımız da var, bir ülkü, bir ideal sahibi çok sayıda insanımız var. Fakat yine de buraya bakarak toplumumuzla ilgili ve toplumumuzun gittiği yönle ilgili, bir takım çıkarsamalarda bulunmak mümkündür. Mesela ben size iki tane genç tipi söyleyeceğim. Hiç karşılaştınız mı bilmiyorum. Kadıköy'de Reks Sineması diye bir sinema vardır. Bilinen bir sinema. Onun önünde bazı gençler birikirler ve ayakta dururlar, saatlerce... Bu gençler kendilerine "Emo" adını veriyorlar. Emo, İngilizcede ‘emotional' kelimesinden türetme bir şey. Emo'ların özelliği şu…
"Biz naif çocuklarız. Öyle, hayata karşı saldırganca yaklaşamayız," diyorlar. Saatlerce Reks Sineması'nın önünde ayakta beklemek onların en önemli ritüeli... Böyle bir dayanışma sergiliyorlar kendi aralarında. Çoğu zaman piercing tarzı şeyler takıyorlar… Temel ilkelerinden bir tanesi - onlardan birisinden dinlediğim kadarıyla- abur cuburla beslenmek, yemek yememek, mesela cips yemek, kola içmek falan…
Ve saatlerce orada ayakta durup kendi aralarında sohbet ediyorlar. Çok sıkılanlar, rahatlamak için o piercinglerini çekip kanatıyorlar. Bir de yine klinikte öğrendiğim bir şey; ‘granc'lar var. Bir gün bir kız çocuğu geldi. Çok salaş gi-yimli, hayata böyle küsmüş gibi, hiçbir şey umurunda değil; "Biz, granc'ız" dedi. "Nedir yavrum granc, siz ne yaparsınız?" dedim. "Biz, hayata karşı küskün takılıyoruz. Fazla oralı olmuyoruz. Biz tiki'lere tepki duyuyoruz. -Tikiler var bir de, hep marka giyinen, sadece marka giyinerek karşılarındakini ezmeye çalışan, güç meraklısı çocuklar, popüler olma meraklısı- "Biz tikilere karşıyız. Onlara bir tepki olarak, dünyanın çok da önemsenmeyecek bir dünya olduğunu, bizim hiç bu taraklarda bezimiz olmadığını, müstağni durarak onlara bir protesto yapacağımızı gösteriyoruz… " dedi.
Bir düşündüm, bu, geçmişteki kalenderî dervişlerin bir yansıması gibi, daha seküler bir yansıması gibi... Her akım bir karşı akımını da doğuruyor. Enteresan, gençlerin içinde çok değişik meşrepler ve akımlar var gibi. Şimdi bu gençlerin birleştiği bir yer var. O da hayatta nerde durduklarını, tam olarak nereye ait olduklarını, nereden geldiklerini, tam manasıyla idrak etmiyor olmaları… Adeta ahistorik (tarihsiz) bir şekilde adeta bir gezegenden buraya ışınlanmış gibiler… Bir tarih duygusundan, bir devamlılık duygusundan neredeyse münezzehler…
Böyle olunca, kendinizi bir anlam dairesine istinat etmediğiniz zaman, kendinizi bir anlam çerçevesine yaslamadığınız zaman, her şey mubahlaşıyor, her şey sıradanlaşıyor, her şey yapılabilir hale geliyor. Bir ahlakî çerçeveye kendinizi ait hissetmemeye başlıyorsunuz. O zaman insanlar ne yapmaya başlıyor? Eğer sizin sırtınızı yasladığınız büyük bir ideal, büyük bir ülkü, bir din, bir millet, bir ahlak yoksa, o zaman insanlar; "Eğer benim için doğru ise, doğrudur" felsefesine yaslanmaya başlıyorlar. İşte orada "Rabbena hep bana" nesli ortaya çıkıyor. Buna, 1970'li yıllarda çıkan bu nesle, Amerika'da "me generation" "Ben Kuşağı" adı veriliyor. Geçtiğimiz günlerde Türkçede de bir kitap çıktı "Ben Nesli" diye… Bu kuşağın özelliklerini tarif eden bir şey. Otuz yıl rötarla, "Ben Nesli" Türkiye semalarında da görülüyor.
Nedir bu kuşağın özelliği? Sadece kendisi için yaşaması, büyük mefkûrelerden ideallerden kendini uzak tutması, kendi benliği için doğru olanı doğru addetmesi ve bütün davranışlarının meşruiyetini sadece kendi çıkarını gözeterek düşünmesi… Kendi çıkarına uygun ise bunun meşru ve doğru bir şey olduğunu düşünmesi… Bu tabi, çok büyük bir karmaşayı beraberinde getirir. Çünkü benim için doğru olduğuna inandığım şey, bir başkası için yanlış olabilir…
Bizi birleştirecek ortak bir ahlakın, kamusal bir ahlakın, kamusal bir iyinin olması gerekir. Eğer hayatta biz ortak iyiler üretememişsek; bir toplum, bir millet olamamışız demektir. Bir milleti millet kılan şeylerden bir tanesi de, ortak bir ahlak etrafında buluşabilmesidir insanların… Böyle olunca herkes sadece kendi çıkarı için doğru olanı meşru kabul etmeye ve onu istemeye başlayınca tabii ki toplumda değer karmaşası başlıyor. Bu değer karmaşasının izlerini aslında biz, ta Amerika'dan buraya, Batı dünyasından buraya doğru esmekte olan o güçlü küresel rüzgârda buluyoruz. O tohumları bu rüzgâr serpiyor. Nasıl serpiyor? Bir defa, bizim toplumumuz gibi ve Doğu toplumları gibi, bunların çok temel bir hüviyeti var. Bizler kolektivist toplumlarız psikolojik manada konuşursam yani insanların bir arada olmanın lezzetini tattığı, bir arada olmaktan özel bir haz duyduğu, herkesin bir başkası için yaşadığı, bir başkasına hizmet ettiği, diğergamlığı öne çıkaran toplumlarız. Doğu toplumlarının diğergamlık vasfı hakikaten çok barizdir. Batı toplumları ise daha bireyci bir etosdan, kişilik ve ahlak anlayışından yola çıkarlar. Bunun avantajları da var dezavantajları da var. Muhakkak ki, bizim toplumlarımızda, Doğu toplumlarında insanların ferdiyetini ortaya koyması, bireyselliklerini ortaya koymaları biraz daha zor olabilmektedir. 30 yaşına gelip bir türlü anasından babasından ayrılamamış fertlerle karşılaşabilirsiniz bizim toplumumuzda. 40 yaşına gelip bir türlü ailesinden kopamamış insanlarla karşılaşabilirsiniz. Veya efendim, toplum içinde çok rahat edemeyen, kendisiyle ilgili bir şey söyleyeceği zaman, öne çıkıp konuşması iktiza ettiğinde rahat edemeyen çok sayıda insanla karşılaşabilirsiniz. Batı toplumlarında insanlar kendilerine çok güvenirler çok inanırlar.
Fakat orada da yabancılaşma ve yalnızlaşma çok önemli bir problemdir. Ben mesela İngiltere'de çalışırken kendi başına konuşan insanların varlığını gördüğüm zaman çok şaşırmıştım. Metrolarda, restoranlarda kendi kendine konuşan insanlarla karşılaşırsınız. Çok enteresan bir fenomendir bu. Yalnızdırlar çünkü, konuşacak insanları yoktur. ABD de birazcık statü ve güç kaybettiğiniz zaman, para kaybettiğiniz zaman kimse size merhamet etmez. Oralar sosyal Darwinizm denen, güçlü olanın ayakta kalacağı, güçsüz olanın canının çıkacağı, felsefenin fazlasıyla cari olduğu, fazlasıyla işlediği vahşi toplumlardır. Bir cangılı andırırlar. Fakat oralarda da insanlar ferdiyetlerini daha kolay koruyup, ifade edebilirler. Şimdi bu rüzgar bize, ferdiyetçiliğin bireyciliğin en doğru seçenek olduğunu, herkesin kendi çıkarını kollaması gerektiğini, bu dünyada haklı olanın mutlaka eninde sonunda "ben" olduğumu telkin ediyor. Bu bireyci yaklaşım, insanlara şunu telkin ediyor. "Sen varsın ve gerisi önemli değil! Sen yoksan gerisi hiç önemli değil! Her şeyi önce kendin için düşün." Bu aslında geriye doğru baktığınız zaman enteresan bir düşünce. Yani o sosyal Darwinist ideoloji, geriye doğru baktığınız zaman şöyle bir kainat tasavvurundan yola çıkıyor. Diyor ki bize; "Sadece güçlü olan ayakta kalır, sadece ezenler galip gelir. Sadece ezenler hayatiyetini devam ettirir. Eğer siz hayatiyetinizi devam ettirmek istiyorsanız ezilen olmaktansa ezen olunuz. Mağlup olmaktansa galip olunuz. Dolayısıyla, şairin; "Dayan bir tekme sen de zevk için feryad lazımsa." dediği gibi, yani düşmüşe sen de dayan bir tekme, zevk için feryad lazımsa…
İnsanlar düştüğü zaman dönüp bakmayan bir kültür, narsistik bir kültürdür. Sadece kendine sevdalı bir kültürdür. Sadece kendi aksini görmeye ayarlı bir kültürdür. Bu kültür bizim topraklarımızda ne yapıyor? Bizim topraklarımıza yayıldığı zaman, rekabeti önceliyor bir defa… Rekabetin dışında dayanışma duygusunu yok ediyor. Ben, geçtiğimiz günlerde dersten önce öğrencilere bir soru sordum. "Biribirinize notlarınızı değiş tokuş ediyor musunuz?" gibi, çok basit bir soru.. Bir şeyi merak etmiştim. Dediler ki niye hocam, niye verelim ki yani. Ben geliyorum not tutuyorum, emek harcıyorum. O da gelip not tutsun. Derse gelmeyen bir insan, benden niye not alsın ki… Aramızda üstelik rekabet var. Ya benden daha yüksek not alırsa…" Genç kuşakta buna benzer örneklere çok defa rastlayabilirsiniz. Bir tane çocuk geliyordu bana bir ara... Ailesi, "Bunun saldırganlığını biz zaptedemiyoruz. Ne yaparsan yap!" diye getirdiler…" Çocuk şöyle söylüyor... , "Bir liste tuttum, 40 kişiyi hallettim, 80 kişi kaldı." "Nasıl, neyi hallettin, ne yapıyorsun?" dedim. "Benim sınıflarımda 120 kişi var. 40 kişiyi dövdüm, 80 kişi kaldı sırada." diyor. "Peki, niye dövmek istiyorsun o insanları?" diye sorduğumda, "Valla benim gücüme hepsinin boyun eğmesini istiyorum. Yani hiç birinin beni ezmeyi aklından bile geçirmemesini istiyorum!"diyor. Bunlar size şu an teorik bir şey anlatıyor gibi geliyor ama, hepsi de birebir toplumsal sahada akisleri olan şeyler…
Bir toplum ki sadece güçlüleri kutsar, bir toplum ki, sadece güçlülerin ayakta ve hayatta kalma hakkını savunur; o toplum işte böyle gençler yetiştirir. Hep söylenen bir şeydir, sağda solda hep dikkatimizi çeker… Yani biz gücün hakkına mı inanacağız, yoksa hakkın gücüne mi inanacağız? Eğer hakkın gücüne inanırsak bu çocuğu engellememiz lazım. Eğer gücün hakkına inanırsak, mesela çocuğumuz, kötü bir şey yaptığında da -yakın zamanlarda vahşi bir cinayet işlenmişti- ona kol kanat germeye çalışırız!... Mesela, sizin şöyle bir şeyi aklınız ve havsalanız alabiliyor mu, gönlünüz kabul ediyor mu? Sizin çocuğunuz dahi olsa, bu kadar vahşi bir cinayeti işleyen bir insan, savunulmaya, korunulmaya değer bir kişi midir? İşte ortak ahlak olmazsa, kamusal iyi olmazsa ne olur? Herkes kendi çıkarını savunmaya başlar. O zaman da toplumsal vicdan, maşeri vicdan çok ciddi bir yara alır. İşte bu narsizmanın, insan tekinden topluma yayılması, bütün toplumun hastalıklı bir narsizmin kurbanı olması, herkesin kendi çıkarının peşinde uçurtma uçuran bir insan teki olması, değerleri ve anlam duygusunu altüst ediyor. Halbuki bizler sadece kendisi için yaşayan varlıklar olamayız. İnsan sadece kendi bireysel çıkarı için, onun kendi süfli arzularının gerçekleşmesi için yaşayan bir canlı olamaz. İnsanın içinde, -bu kitapta da tartışmaya çalıştığım gibi- her zaman bir ebediyet arzusu vardır. İnsanın içinde, güzelliği görme yönünde bir gayret vardır. İnsan güzellikle kendisini bulur. Çok güzel bir manzarayla karşılaştığımız zaman dururuz orada, geçmeyiz. Onu içimize çekmek isteriz onu adeta içimize nakşetmek isteriz. Hatırlamak isteriz, o bize o an bir vecd duygusu verir, bir istiğrak verir. İşte modern dünyada, yaşadığımız dünyada, maalesef kaybettiğimiz hassasiyetlerden bir tanesi de budur. Güzelliğe yeterince vakit ayıramamak, güzelliği görecek bir ruh bilincine ulaşamamış olmak, ondan uzak düşmüş olmak… Halbuki hayat, her gün gözümüzün önünde bir sürü mucizeleriyle çiçekleniyor, yeşeriyor, bize bir sürü imkânlarını bahşediyor... Eğer biz ona haşyet ve hayret duygusuyla, bir ürperişle ve şaşkınlık duygusuyla bakmayı bilirsek; onun içindeki saklı güzellikler de bize kendini gösterecek…
Maalesef, günlük koşuşturmacanın içinde bu güzelliklerin pek azına aşina olarak yaşıyoruz. Bu da bizi anlam duygusundan uzağa düşürüyor. Yani bir anlamsızlık buhranı içine düşebiliyoruz, güzelliği görmediğimiz zaman… İnsanı anlamsızlık içine düşüren şeylerden bir tanesi de, insanın, bugün yerine geçmişte veya gelecekte yaşaması. Ben buna "Zaman Nevrozu" diyorum. Depresif insanlara baktığınız zaman, depresif insanlar, adeta geçmişte takılır kalırlar, hep geçmişte yaşarlar. Bugüne bir türlü gelemezler. "Geçmişte şöyle kötü şeyler olmuştu, böyle kötü şeyler olmuştu!…" Geçmişi hep ebedi ve uzun bir kötülük olarak hatırlarlar. Endişeli insanlara baktığınız zaman, geleceğe baktıklarında, çok büyük bir karamsarlık ve kötümser kehanet vardır. "Yarın deprem olabilir, yarın başıma şunlar gelebilir. Yarın hasta olabilirim…" gibi. Hep yarınla ilgili bir korku ve endişe vardır. İşte temel problemlerden bir tanesi "bugün, burada ve şimdi olamamaktan" kaynaklanıyor. İnsanlar "ânın hakkını veremiyorlar", bugünün, şu anda yaşadığımız "ân parçacığının" hakkını veremiyorlar. Pek çoğumuz veremiyoruz.
Bu kitapta cep telefonlarıyla ilgili iki tane yazı var. Cep telefonları, insanların, günümüz toplumunda ânını parçalayan en önemli şeylerden bir tanesi. Namaz kılarken cep telefonu çalıyor, ibadethanede cep telefonu çalıyor, konser salonunda cep telefonu çalıyor, bir konferansta cep telefonu çalıyor. Bir dostumuzla çok güzel bir sohbeti başlattığımız bir anda, tam böyle birbirimizin gözüne bakıp güzel bir muhabbeti paylaştığımız anda cep telefonu çalıyor veya bizim dikkatimizi çekecek bir başka şey oluyor. Ânı hep parçalıyoruz. Ânı bir bütün, yekpare bir şey olarak yaşayamıyoruz. Bu da hayattan aldığımız anlam duygusunu çok zedeliyor. Mesela bu kitapta yine Orada Olmak diye bir yazı yazdım. Orada Olmak başlıklı bu yazıda da şunu tartışmaya gayret ettim. İnsanlar bir şeyi yaparken ona ruhlarıyla katılamıyorlar. Bir sohbete tam ruhlarını veremiyorlar. Hep kafalarında, zihinlerinde başka şeyler olabiliyor. Bir sohbet ortamında herkes bir şeylerden bahsediyor, coşkuyla bir şeyler paylaşıyor. Bakıyorsunuz, iki ya da üç kişi hülyalı bir şekilde bambaşka şeylerle meşgul… Üç beş arkadaş bir araya geliyor, birisi sürekli cep telefonuyla mesaj gönderiyor!.. Orada olamamak yine modern çağla ilgili bir problem. Bizler bir türlü Mevlana'nın tabiriyle söylersem "Ânın sarhoşu olamıyoruz", o ânla kendimizden geçemiyoruz. Ya erteliyoruz ya da geçmişe dayanıp kalıyoruz. İşte bu da, bizlerin maalesef ânı tam manasıyla yaşayamamamızı ve ezbere konuşmaları çok fazla beraberinde getiriyor. Mesela burada az önce arkadaşlarımla gelirken klişe cümlelerle konuşmak üzerine bir sohbetimiz olmuştu. Bu yazıda buna değinmeye çalışmıştım ben de…
Şöyle diyor burada: "Bir konuşmaya başlıyorsunuz ve o konuşmanın hangi cümlelerle hangi okyanuslara yelken açacağını kestiriyorsunuz. O konuşmanın seyr-ü seferinde biraz da sizin katkıda bulunmanız gerek. Hayatınızda onlarca kez tekrar ettiğiniz bir cümleyi, şıpın işi, o sohbete boca ediyorsunuz. Muhatabınız da boş durmuyor, o da ezber bir cümleyle size cevap veriyor. Bu topraklar üzerinde yaşayan insanların, böyle onbinlerce ezbere cümlesi var. Otomatik pilota bağlanmış olarak sohbet hali… Orada olmak zor. Ruh, çoktan başka vadilerde uçurtmalarını kovalamaya başlamıştır. Yanlış giden bir şeyler olmalı. Cep telefonunun her zıngırdamasına cevap vermek zorunda hissediyoruz. Bu yerine göre pek münasebetsiz aygıtı, güzel bir sohbetin keyifli bir ânın ortasında kapatmak gibi bir serinlik aklımıza gelmiyor. Onun zıngırtısıyla an bölünüyor, ruh parçalara ayrılıyor. Sohbete eski kıvamında geri dönemezsiniz artık, onun akışı bu saldırıyla yaralanmıştır. "
Kitaptan bir alıntı daha; "Hayatı internette dolaşır gibi yaşıyoruz. Bir anda birkaç pencere birden açarak ayrı iklimlerde geziniyoruz. Bedenimiz bir yerde, ancak ruhumuz başka yerlerde geziniyor. Bir gülüşün tam ortasında, uzay gemisinden yanlışlıkla dünyaya düşmüş bir yabancı gibi kalakalıyoruz. Sahi ben orada değilken bu kadar komik ne olmuş olabilir. Niye gülüyor çevremdeki bu insanlar, neyi kaçırdım ben?" Evet, bu şekilde devam ediyor. Şimdi biz, o çok güzel ifadesiyle Hz. Mevlana'nın; "Ân'ın sarhoşu" olamazsak, o ânla kendimizden geçemezsek, yine anlam duygusunu kaybediyoruz. Çünkü yapıp ettiklerimiz saman tadında oluyor. Onlardan büyük bir şevk, büyük bir coşku, büyük bir iştiyak alamamaya, duyamamaya başlıyoruz. Bir başka şey, günlük hayatın koşturmacasının her şeyi öldürmesi… Maişet telaşının veya günlük hayatta sağa sola koşturmacanın, hayatımızın bir bütününü adeta esir alması. İşlerimizin kölesi haline gelmemiz… Bağımlılıklarımızın kölesi haline gelmemiz ve bunun dışına pek az çıkıyor olmamız. İnsan sadece işinin kölesi olarak var olabilir mi bu hayatta? İnsan sadece heva ve hevesinin kölesi olarak varolabilir mi bu hayatta? Yani böyle bir hayat yaşanmaya değer bir hayat mıdır? Hepimizin tek tek insan olarak kendimize sormamız gereken bir soru var. Bu dünyada var olmakla neler değişti? Ben bu dünyada varolduğum için, ben insan teki olarak bu ömrü bu topraklar üzerinde yaşadığım için neyi değiştirdim? Kimin hayatına, ne gibi bir katkım oldu? Bir kediyi mi besledim? Bir gün birisine güzel bir söz edip, onun kendini güzel hissetmesini mi sağladım? Ne oldu, benim varlığım neyi değiştirdi? Bu soru çok önemli bir soru…
Çünkü ben her insanın dünyaya boşuna gelmiş olamayacağını, mutlaka herkesin bir vazifeyi ifa etmek, güzel bir söz söylemek, bir kalbi onarmak, birisine tebessüm etmek üzere bir vazifesi olduğunu düşünüyorum. O yüzden her şeyin bir anlamı var diyorum. İşte bizler varlığımızın bu dünyada bir şeyi değiştirmesi gerektiğine inanırsak, hayatımızda saklı olan o anlam duygusunu daha yoğunluklu bir şekilde ararız, onu merak ederiz. Nedir benim hayatımın gayesi, nasıl yaşarsam doğru bir hayatı yaşamış olurum diye kendi kendimize esaslı sorular sorabiliriz. "Eğer bir benlik, kendisinden daha yüce bir amaca yönelmemişse, çürümeye ve yok olmaya mahkumdur" diyor bir filozof… Hepimiz, bizimle kaim olmayan, biz yitip gittikten, biz öldükten sonra, ruhlar âlemine karıştıktan sonra da bizimle bitmeyecek bir ülkünün, bir idealin peşinde koşmalıyız. İşte Hz.İbrahim'in kıssasında anlatıldığı gibi; "Ben sönen, batan şeyler istemiyorum" diyor. Sönmeyen ve batmayan bir idealin peşinde insan koşarsa, o zaman insanlar, tabi kendilerini çok daha mutlu ve huzurlu hissediyorlar. Hayatını anlam duygusuyla donatabilen insanlar, elbette çok daha mutlu, çok daha mutmain ve huzurlu oluyorlar. Huzur dediğimiz duygu, anlamla çok birebir alakalı. Izdıraptan bile anlam çıkartabiliriz. Bir ızdıraptan, yaşadığımız bir üzüntüden, bir kederden eğer anlam duygusuyla ayrılabiliyorsak; "Ben bunu yaşadım ve bundan şunu öğrendim" diyebiliyorsak, işte o zaman insan, o tecrübeden çok büyük bir zenginlikle ayrılıyor demektir. Ve bu zenginlik ona, yarın bir gün muhakkak karşılaştığı başka zorluklarla baş etmek konusunda rehberlik edecektir. İşte bu anlam duygusu, bugün modern insanın maalesef, elde etmekte çok zorlandığı şeylerden bir tanesi…
Bu konuda pek çok düşünür, pek çok yazar, Batı dünyasında alarm zillerini çoktan çalmışlardır. Batı toplumunu kıyasıya eleştirmektedirler. Çünkü manevi duygular, maalesef oralarda giderek terk edilmektedir. İnsanın bir tapınan varlık olduğu, "homoreligious" olduğu gerçeği, oralarda pek kabul görmemeye başlamıştır. İnsanın sadece zevkleri peşinde koşan, o zevkleri tatmin ettikçe, anlık mutlulukları yaşadıkça, daha işte o mutluluk dediğimiz şeye ulaşacak bir varlık olduğu düşüncesi, bu hedonistik, modern kapitalistik uygarlığın, adeta mottosu, düsturu haline gelmiştir. O yüzden modern hayata baktığınız zaman hep, ihtiyaçların ani tatmini üzerine kurulu bir sürü müessese görürsünüz. Fast food dediğimiz şey, mesela, insanın açlık duygusunun çok hızlı bir şekilde tatmini üzerine kuruludur. Modern çağın temel özelliklerinden bir tanesi, arzunun çabuk tatmin edilmesidir. Arzuya ket vurulmamasıdır, gem vurulmamasıdır. Dolayısıyla arzuya gem vurulmadığı için de, arzular hemen bir an önce tatmin edilmek istendiği için de, insanlar olgunlaşamamakta, büyüyememektedir. Böyle bir problemle de karşı karşıyayız. Şöyle ilginç bir paradoks var. İnsanlar 50 yaşına geliyorlar, fakat bir türlü olgunlaşamıyorlar. Çocuklar beş yaşına geliyorlar, onbeş yaşın davranış kalıplarıyla davranmaya başlıyorlar. Yani çocuklar bir an önce büyüyor, büyükler çocuk kalıyor. Fakat herkes bir yere sıkışıyor. Ergenlik çağına sıkışıyor. Herkes 15-20 yaş davranış kalıplarıyla modern çağda davranmaya başlıyor. Bugün bizim toplumumuza da bakın... Yaşlanan insanlarda, bir kısmında, daha böyle belli bir sosyo kültürel çevrede yaşlanmayı kabul etmeme, dolayısıyla genç tipi alışkanlıkları devam ettirme tarzında bir temayül görebilirsiniz.Bu, mesela Batı toplumlarında biraz daha yaygın. Neyse, modern medeniyetle ilgili sayısız şeyler söylenebilir… Şöyle bir hitam olsun; "Her Şeyin Bir Anlamı Var" başlıklı yazıyı okuyarak bitireyim ve kitaptan tadımlık bir şey sunmuş olayım: "Her şeyin bir anlamı var. Bana diyorsun ki "Bu dünya anlamsız ve ben burada olmayı kendim seçmedim." Bu sözcüklerde burası ile orası arasında asılı duran bir hayatın izleri var. Yokluk ve varlık arasında yürüyen bir ip cambazının hüneri var.
Sevdim, diyorsun. Sevdiğin zaman, gelmeyecek adamları sevdin. Sesini duysa da çağrına icabet edemeyecek adamları. Onları sevmekle erkenden giden bir sevgiliyi çağırıyordun aslında. "Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden / Çok seneler geçti dönen yok seferinden." Çocukluğunun en büyük aşkı artık dönülemeyecek uzak ülkedeydi ve sen en uzak adamları seversen ve onlar seni severse, bir mucize olursa yani, belki onu geri getirebileceğini düşünüyordun. Yitirilen, bir daha ele geçmedi. Uzak, yakın olmadı. Canının acısı günbegün katmerlendi. Hayatı, sadece acıyan yerlerine bakarak tanıdın. Var olduğunu sadece yaralarına bakarak hissettin. Ruhun en derinle-rine yerleşen ve bir burgaç gibi insanın içini oyan bir ağrıyla okudun kendini. İçinde katıksız gözyaşı olan bir hokkaya banılarak yazılmış bir hayat. Oldun mu, Öldün mü, bilemedin.
Şimdi diyorum ki ben sana, her şeyin bir anlamı var. Çiçeğin, böceğin, dalları eğen rüzgârın, ağzımızdan çıktıktan sonra yüzyıllarca uzayda asılı duran sözcüklerin bir anlamı var. Hiçbir şey kaybolmuyor. Her hıçkırık, hayal kırıklığının yaydığı her titreşim, içimizde bir coşkunun pır pır kanatlanışı kaybolmu-yor. Kâinat gibi, insan da enerjisini sakınıyor. Sonra dağınık duran her şey, biz onu çağırmayı bilirsek, bir yapbozun parçaları gibi birleşip bir şey söylüyor. Sonra yine dağılıyor.
Konuşuyoruz seninle. Yavaş yavaş iyileştiğini hissediyorum. Öfken azalıyor. Artık Tanrıya kızmıyor gibisin. Ve artık şükür ki, yaralarından ibaret değilsin. Hayatın, çiçek tozlan gibi oradan oraya neşe içinde uçuşuyor. Varoluşuna sinmiş olan o ızdırap sanki daha derinlere, kımıldadığında hissetmeyeceğin bir yerlere iniyor. Onunla da başın hoş olsun, çünkü bir anlamı var.
Evet, her şeyin bir anlamı var. Aşığın derdi de teslimiyet, ötekini yücelterek, onunla özdeşleşip onun vasıtasıyla yücelerek kusurlarımızı örtmek isti-yoruz. Âşığın tasası, teslimiyet ile fani-liğin sınırlarını zorlamak. Kendi yalnızlık ve kısıtlamalarını fark eden âşık; anlam, kuvvet ve gayesini mâşukuyla yekruh olmakta buluyor. Kendini aleve atan pervane misali. Olmak, bilmektir. Daha da ilerisi var: Yanmak, bilmektir.
Her şeyin bir anlamı var. İnsan düşüyor, kalkıyor, kendisine bir hikâye kuruyor. Kendi hikâyesine çok inanıyor, az inanıyor, hiç inanmıyor. Başkalarının hikâyesine inanıyor. Kendisine inanılacak değişik hikâyeler buluyor. Bir ömrü bir hikâyenin parçası olmak için tükettiği oluyor. Anlatmayı seviyoruz, değil mi?
Sana senin hikâyenin seni başkalarından farklı kılmaya çalıştığını, acılarına tutunmakla diğer fanilerden kendini ayırdığını söyledim. Biricik olmak istiyordun. Diğerleri, bu hayatın bu kadar beyhude olduğunu nasıl göremiyordu? Ne oluyordu da ağız dolusu kahkahayla gülebiliyorlardı? Her şeyin basit bir kurmaca olduğunu nasıl fark edemiyorlardı? Evet, seni onlardan ayıran başka bir hikâyen olmalıydı. Sen varlık dünyasında yokluğu tecrübe edebiliyordun. Olmamak sanatında ilerlemiş, yaşamıyor gibi yaşamak ilminde mertebe edinmiştin.
Her şeyin bir anlamı var. Uçurumun kenarı sıra cesaretinden yürümüyordun. Sana uzanacak bir el olsun ve korktuğunu hissetsin istiyordun. Hiçliği yaşarken hiçlikten nasıl ürktüğünü, uçurumun sana baktığını bir kişi olsun anlasın. Yokluktan kaçayım derken, varlığı inkâr ediyordun. Oysa görünmez olduğunda bile ardında sesler bırakıyordun. Burukluğun sesi, aşkın sesi, teslimiyet arzusunun sesi, özlemin sesi. O sesleri duyabilen herkes, orada değil de burada olduğunu, aramızda dolaştığını anlıyordu.
Kalbi kırıklar birbirini bu seslerden tanır. Sahi, ruhun izlerini kim silebilir? Her şeyin bir anlamı var."
(*) Not: Bu konuşma, Prof.Dr.Kemal SAYAR tarafından Kubbealtı Cemiyeti'nde 29 Nisan 2009 tarihinde yapılmıştır. (Konferans Notları)