Herşeyin kendi yalanını içinde sakladığı bir dünyada yaşıyoruz. Kendini sorgulamayan, kendi yanlışını sorgulamayan hatta tam tersine, bilinen doğruları sorgulayan bir dünya bu. Arayışı yok, ürpertisi yok, duygusu yok. En geçerli kural; "Bir kuyuya taş atmak!" Söylenenlerin her biri divane bir çığlıktan öteye geçmiyor. Arayışı az, beklentisi çok; mutlu değil ama halinden de memnun veya çok rahatsız değil. Ümitleri var ama sahte, o da bunun farkında değil. Yani o beklenti ve sahte ümitlerin, onu mutlu etmeye yetmeyeceğinin. Neyi nerede arayacağını bilemenin getirdiği pek çok çaresizlikle hemhal bir dünya bu. Üstelik ufuk çizgisinde onu değişime öykündürecek bir tatlı hedeften de mahrum. İşte bu garip tablonun altında gizli gerçek ise, "anlam dünyası" denen şeyden mahrum oluşu.
Yani mevcudiyyeti, adını koymaya bile gerek kalmıyacak şey; "anlam". Evet, Kendini sorgulamayan, muhasebe yapmayan, asla da sorgulatmayan bir dünya bu. –Zaten muhasebe ruhu, bambaşka manevi, ulvî çok üst düzeyde bir cehd, bir çaba- "Böyle nereye gidilir" den ziyade, "burdan nasıl çıkılır" konusu, üzerinde durmayı daha çok hakediyor. Eğer bir yaraya merhem olacaksak, bu böyle.
Anlam dünyamızda neler olmalı? Doğru anlaşılmış bir "inanç" kavramının, içinde barındırdığı inceliklerle beraber, insanın duygu dünyasını ne kadar güçlü kıldığını söylemeye bugün hakikaten çok gerek var. Bunu hatırlamaya insanların çok ama çok ihtiyacı var. Çünkü "İmanına inanmak" çok önemli. Herşeyden önce "İmanına inanmak" bir kâinat tasavvurunu da beraberinde getiriyor. Bir astronomi modelinden bahsetmiyorum. Bugün maalesef bilim, felsefeye de kapı açıyor. Ne yazık ki, bilim dahi, Gazali'nin anlamlı ihtarından beri, felsefenin hakikate bakışında insanları bir adım ileri götüremedi. Çünkü bugün dahi hakikat planında tüm ilimler Allah'ı anlatırken, bilim adına, materyalizmin ve "inançsızlığın" önümüze zorbalıkla koyduğu bakış açısı, anlam dünyamız açısından "kainat tasavvuru" düşüncesinin doğru anlaşılmasının önünde muannid (inatçı) bir put olarak durmaya devam ediyor. Oysa burası, tabir yerindeyse, "inancın başladığı yer" idi. Oysa bunu hissetmemek, bunu farketmemek, kâinatın, evrenin yaratıcısının tekvinî ayetlerini görmemek anlamına geldiğinden, bu gerçeğin kabulünün insana verdiği hissediş, duyuş, idrak ve huzurdan da uzaklaşmak anlamına geliyordu. Bu anlamda, anlam dünyamızda inanca dayalı bir "kainat tasavvurunun olmaması" insanı gerçeklerden kopuk bir şizofreniye sürüklüyor adeta. Bundan daha büyük bir kayıp olabilir mi? Dünyanın döndüğünü, ayın hareketlerini, güneşin varlığını inkardan ne farkı var bunun!..
Büyük bir anlam kaybıyla malul insan için sorun burada başlıyor. Çünkü bu, yani kainat-yaratıcı arasındaki direkt ilişki eksenini düşünce olarak kuramamak, kainattaki birbiriyle çok anlamlı ve derinden bağlantılı, hatta bu ilişkiler yumağının birinin inkarı hepsinin inkarı anlamına gelecek anlam ve hikmetin, tamamı doğru olan bir bütünlüğün inkarı anlamına geldiği için, insanı, kendini tanımlamak bakımından bir konum problemiyle karşı karşıya getiriyor. Renk körlüğü, algı körlüğü, duygu körlüğü, bilumum körlük ve nankörlükler birarada… Kendine ve evrene dışardan bakamayan insan, "iç oluş" problemini de aşamamakla karşı karşıya… Çünkü "kainat tasavvuru"ndan mahrum…
Anlam dünyamızda olması gerekip de bugün yokluğunu hissettiğimiz en önemli ikinci şey, yukarıda bahsettiğimiz kainat tasavvurunun insana biçtiği rolün ne olduğunu tam tefekkür edememiş olmaktır ki, bunun tabii sonucu, "sorumluluk duygusunun" olmamasıdır. Neye, kime karşı ve nasıl bir sorumluluk? İşte insanın kendini kandırmaya başladığı yer burası. Pek çok insan, gerçekten de inandığını söylediği ve varlığını reddetmediği yaratıcı karşısında "yokmuş gibi yaşamak" şeklinde bir tenakuzu yaşamakta. Hiç şüphesiz, insan hayatını kaosa dönüştüren en önemli şey de bu. Dışardan bakanları hayrete düşüren, içinde olanların ise çok ciddiye alması gereken aymazlık hali. Bedeli çok ağır olan bir aymazlık…
Kainatın, hayatın, insanın ve tüm canlıların yaratıcısı karşısında, muhatap olma noktasında, nerede durduğunu henüz farkedememiş olmak... İnsana sorumluluk duygusunu ne verir acaba? Sevmek mi, saymak mı, korkmak mı, ümitlenmek mi? Söz konusu yaratıcı olunca, bunların hepsi demek gerekiyor. Burada insanı rahatlatacak en önemli şey, küçük bir çocuğun dahi zihninde beliren ve ömür boyu insanla birlikte yaşayan, "Allah'ı tanıma" meselesidir. İnsan Allah'ı, en başta, gönderdiği Kitap ve Peygamberleri sayesinde tanıyabilir. Daha sonra iman ve imanın duygu tezahürleri, insanın içinde inanca dair sıcaklıkların ve hissedişlerin oluşmasıyla insana Allah'ı tanıtırlar. Bu anlamda, meselenin akıl boyutunu algılamış insanlar için, artık "iman duygudur" diyebiliriz. Yani duygularla da hissetmek… Çok şükür ki, Allah (Celle Celalühü) insanı bu yolculuğunda tek başına bırakmıyor, herşey sadece insana düşmüyor, sadece insana kalmamış, sadece insana bırakılmamış… "Bir adım atana on adım yaklaşmak" vaad edilmiş…
Üstelik de yeryüzünde bir adım atıp da, kendisine on adım yaklaşılmamış hiçbir kul yok. İnancın rasyonel boyutunda, bunu denemek isteyenler için, yol açık, hodri meydan!..
"Yokmuş gibi yaşamak!" dedik. Bu nasıl bir şey? İnsan, içindeki hangi duygulara karşılık, anlam dünyasının gereklerine alabildiğince sırtını dönüyor? Hangi duygu ona, Allah'ı unutturuyor? Dünya sevgisiyle başlayan aymazlık zinciri, bugün fiilen hayatın her küçük karesinde iyiliklerin yerini kötülüklerin, güzel duyguların yerini çirkinliklerin almasını önceliyor. Yani bencilliğin, ihtirasın, kötü duygulanımın, merhametsizliğin, adaletsizliğin, cimriliğin, zevkçiliğin, hazzın ve hızın, bölünmüşlüğün, bilinçsizliğin, bunalımın, kaosun ve kötü akıbetin… O yüzden, "Bilinen doğrulara mesafeli durmak tehlikelidir." diyoruz.
İsmet Özel'in dediği gibi, "Taşları yemek yasak" ve insanlar taş yemeye devam ediyor…
Ey insanlar, lütfen taş yemeyiniz…