Gaybe İmanın Psiko-Sosyal Sonuçları / Prof. Dr. Hayati Hökelekli

Psikolojik bir olay olarak iman; insanın duyuları ve akli kavrayışı ötesinde, kuşatıcı nihai bir hakikat olarak kabul ettiği, kendisine bağlanıp yöneldiği tabiatüstü gerçeklikle ilgili içsel bir tutum olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla imanın asıl konusu gayb’dır. (Bakara, 2/3). Bu bakımdan iman gerçekliği objektif kesin delillerle kanıtlanamayan, ancak gerçekliğinden kesin olarak emin olunan bir obje ile ilgili ruhsal duruma işaret eder. Gaybdan hiç söz etmesek bile tek başına iman kavramı, “tabiatüstü aşkın” bir gerçeklikle kurulan içsel bağı, nihai olarak odaklanmış bir ilgiyi ifade etmesi bakımından yeterli çağrışımlara sahip gözükmektedir.

İnanmanın sebepleri kadar sonuçları da son derece karmaşıktır. Ayrıca, kişilere göre farklılaşan bir çeşitlilik söz konusudur. Gaybla ilgili inançların kendine özgü muhtevası kişiden kişiye değişebilmekle birlikte, inançların daha genel olan tarafı herkes için aynı anlam ve fonksiyona sahiptir. Çünkü her insan için zaruri olan şey günlük idraklerinin ve davranışlarının bir anlam ve bütünlüğe kavuşmasıdır. İşte genel anlamda inançların kişinin hayatında oynadığı temel rollerden biri, onun psikolojik dünyasına bir yapı ve devamlılık kazandırmaktır. Bu bakımdan iman insan hayatı için varoluşsal bir öneme sahiptir. İnançsız bir insanın psikolojik varlığı düşünülemez; zira bu insan devamlılığı olmayan bir varlık demektir. İnanma, hayatın dayandığı temel bir noktadır; insan davranışlarındaki bütünlüğe ancak inançları sayesinde ulaşır. İnanma insanın hem temel bir faaliyeti hem de başta gelen ihtiyacıdır. İnançlar insanın hemen bütün düşüncelerinde ve davranışlarında önemli rol oynarlar. “En sonda iman insanın hakikat arzusu ve kendini ıslah etme, iyileştirme ihtiyacına karşılık gelir ve bunları nihai anlamda tatmin etme işlevini yerine getirir. 

İNSAN TABİATI, AŞKINLIK VE KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRME

Gayba iman, az sayıda seçkin insanın ulaşabileceği sıra dışı bir olay değilse “aşkın” olanla bağ kurmanın bütün insanlar için tabii, evrensel, değişmez bir temeli olduğunu en başta kabul etmek zorundayız. Bu doğal “inanma yeteneği”ne bizim kültürümüz fıtrat adını vermiştir. İnanma bilinci fıtrat çekirdeğinden yeşerir ve insanoğlunun, nihai hakikate yönelik arzu ve arayışına kaynaklık yapar. Batı’daki çoğu psikoloji ekolü, bilinci yakın zamana kadar zaman ve mekânla sınırlı dünyevi bir olgu olarak kabul ediyor, gayba iman türü olayları da aslı olmayan, vakıaya uygun düşmeyen bir idrak yanılsaması olarak değerlendiriyordu. Ancak, Transpersonel Psikoloji olarak adlandırılan son otuz yıl içerisindeki bazı önemli çalışmalar, bu görüşü önemli ölçüde sarsıntıya uğrattı. Bu akımın kendi araştırmalarına dayalı olarak vardığı sonuca göre insan tabiatı ve gelişimi, insanoğlunun normal olarak gelişmiş egosunun sınırlarını aşan imkânlara sahiptir. Denebilir ki bilinç, zaman ve mekân sınırlarının ötesinde sonsuz bir mahiyete sahiptir. Bu bize, insanın potansiyelinin sonsuza kadar uzandığını, fizik dünyanın sınırlarını aşarak bütün gerçekliği kuşatan bir düşünce ve tecrübe imkânları içerisinde seyredebildiğini ve tabiatüstü gerçeklerle bağ kurabildiğini haber veren geleneksel dini öğretilerle (Tin, 95/4) örtüşen bilimsel bir gerçek olarak gözükmektedir. Tüm potansiyeller gerçekleştiğinde varılan nokta, Allah’ın varlığının kendisinden ibaret olmaktadır. Bir başka deyişle, kendilik tecrübesinin en derin ve uç noktasına varıldığında, ilahi hakikat insan için gerçek bir tecrübe, bilgi ve arzu konusu hâline gelebilmektedir. Bazı motivasyon teorilerinde dile getirildiği gibi, istek ya da ihtiyaçlar hiyerarşisinin en üst basamağında “aşkınlık” ihtiyacı veya “manevi ihtiyaçlar” yer almaktadır; tam olarak kendini gerçekleştirme diğerleri yanında bu ihtiyacın tatminine bağlıdır. Buna göre Allah’a ve manevi/kutsal gerçeklere inanma psikolojik olarak kendini gerçekleştirmenin en üst şeklidir. Böyle bir inancı elde edemeyen kimselerin, potansiyellerini tam olarak kullanamayan eksik şahsiyetler olduğu söylenebilir. Kişi manevi gerçekler ve değerlere yaklaştığı ve onlarla bağ kurduğu ölçüde kendi fıtratına da yaklaşmış ve onun imkânlarını fiilileştirmiş olmaktadır. İnsanoğlu farkına varsın ya da varmasın sürekli olarak bu imanı elde etmeye sürüklenmektedir. Hayatın akışı içerisinde yaşanan “kalb huzursuzluğu” bu sonsuz aşkınlığın çekim alanında yer alan fakat bir türlü tam olarak ona ulaşamayan insanın ödediği psikolojik bir bedeldir. İnsan kalbi sonsuzluğu aramaktadır, çünkü sonlu varlık olarak o, burada istirahat etmek istemektedir. Sonsuzda o, kendi tamamlanmasını ve gerçekleşmesini görür. İçerisinde nihailiğin aşikâr olduğu her şeyin cazibesinin ve büyüleyiciliğinin sebebi de budur. İnsan ruhunun tam huzur ve tatmin arayışının Allah’a iman dışında başka hiçbir şeyle karşılanamaz oluşu, kendisinin ait olduğu sonsuzun farkında oluşuyla ilgilidir. Nihai olana yönelik bir ilgi olan iman, aynı zamanda nihai bir tatmin kaynağıdır. Kur’an’da bu gerçek şöyle dile getirilmiştir: “Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28). Buna karşılık, Allah’la bağını koparmış ve kendi bireyselliği içerisine hapsolmuş kimsenin, sonu gelmez tutkuların ve tatmin bulmayan arzuların egemenliğinde, her tür kötü etkiye açık olması ve kendine yabancılaşmadan kurtulması imkânsız hâle gelmektedir (Haşr, 59/19; Tevbe, 9/67;Tahâ, 20/124; Zuhruf, 43/36; Cin, 72/17).

İmana bağlı olarak insanda gelişip en üst seviyeye ulaşan bilinç durumu gerçekliği ve gerçekliğe ilişkin bilinci engelleyici değil tersine gerçekliği bütün boyutlarıyla kuşatıcı olduğu için özgürleştiricidir. Gayba inanan kişinin bakış açısı yalnızca bu dünyanın gözlemlenebilir görüntüleriyle sınırlı kalmaz, onları da içine almakla birlikte onları aşarak metafizik gerçeklikleri de kuşatacak şekilde geniş, bütüncü ve kapsamlı bir mahiyet kazanır. Metafizik tecrübenin zihin sağlığı için hayati önemini ısrarla vurgulayan Jung, “fizik ötesine yaklaşım gerçek bir ruhsal tedavidir ve bu tür fizik ötesi tecrübelere ulaştıkça patolojinin cenderesinden kurtuluruz” demektedir. Ona göre; nasıl ki sosyal bir varlık olarak insan uzun vadede toplumla bağı olmadan yaşayamazsa, fert de dış faktörlerin yıkıcı etkisini göreceli olarak azaltabilen dünya ötesi bir prensip olmadan hiçbir zaman varoluşu, manevi ve ahlâki özerkliği için gerçek bir sebep bulamaz. Tanrı’ya bağlanmayan bir fert dünyanın fiziksel ve ahlâki kışkırtıcılığına kendi kaynakları ile direnemez. Bunu yapabilmek için onu kitlelerin içinde boğulmaktan koruyan içsel ve fizik ötesi bir deneyimin varlığına ihtiyacı vardır. 

GAYBA İMAN VE KİŞİLİK BÜTÜNLEŞMESİ

İman, gerçekliğin bütün yönlerini kuşattığı gibi, insan kişiliğinin bütün yönleriyle de ilgilidir. İman kişiliğin bütün güçlerinin ortak çabasının sonucudur. İnsan aklıyla olduğu kadar, duygularıyla, iradesi ve ahlâki özellikleriyle tam bir bütün halinde imanın davetine olumlu cevap vermesiyle ona sahip olur. Kişiliğimizin büyük bir bölümünün katılmasına rağmen, küçük de olsa bir bölümünün karşı çıkması, imanı imkânsız kılar (bkz. Neml, 27/14). Dolayısıyla iman bütün kişiliğe derinlik, yön ve birlik kazandırır. Kabul ve teslimiyet iradesi, kişiliğin kapsayıcı ve odaklanmış bir eylemidir. O, insanın anlamlı dilinde, doğruyu bilme ve iyiyi yapma kabiliyetinde, güzellik ve adalet anlayışında kendisini gösteren kişiliğin rasyonel yönüyle ilgili olduğu kadar, güdüsel dinamikleri, arzuları, duygu ve sezgileri ile de derinden bağlantılıdır. Kısacası iman, odaklanmış “ben”deki bütün psikolojik güç ve fonksiyonların birliğidir.

Kişisel hayatın en büyük sorunlarından biri, insan bilincinin dağıtıcı ve parçalayıcı eğilimidir. Eğer birleştirici bir merkez yoksa karşılaştığımız dünyanın uyarıcılarının sonsuz çeşitliliğinin yanı sıra insan zihninin karmaşık içsel hareketliliği, kişilik parçalanmasına yol açar, imanın asıl konusu olan Allah inancı ve kavramı, kişisel hayatı bütünleştirici bir merkez olarak etkisini gösterir. Bu merkez, insan hayatının bütün unsurlarını, bedensel, ruhsal ve manevi, bilinç ve bilinçaltı yönlerini birleştirir. İnsan vücudunun her siniri ve hücresi, insan ruhunun her noktası, iman eylemine katılır. Analitik psikolojinin ortaya koyduğu gibi, insan psikolojisi kutupsallıklar içerir, gerilimli ve çatışmak bir tabiata sahiptir. İlk belirleyici kutupsallık bilinçdışı ile bilinç arasındadır. Bütün bir kişiliğin eylemi olarak iman, bilinçdışı unsurların kişiliğin bilinçli yapısına katılımını sağlar. Derin tabiatında değiştirilmesi ve dönüştürülmesi gerekli zararlı unsurların varlığını kabul eder. Çünkü bütün kişiliği ile bağlandığı imanına kaynaklık eden şu ilâhi mesaj ona rehberlik yapar:

“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems, 91/7-10)

“Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir, dedi.” (Yusuf, 12/53)

İnsan psikolojisindeki bir diğer kutupsallık ego ve süper ego arasında yaşanır. Eğer süper ego sağlam ilke ve değerlerle temellendirilmemişse, baskıcı bir zorba olup çıkar. Buna karşılık, eğer ego üst modellerle özdeşim kurarak varlığını başka varlıklara açamamışsa, ya narsist kendine tutkun, gurur ve kibir yüklü; ya da dürtülerinin esiri hazcı bir karakterle şekillenir. Gerçek iman hakikat ve adaletin nihai kaynağı olarak Allah’a başvurur. Böylece vicdan, en sağlam dayanağını dini inançlar içerisinde bulur. Allah inancı ve kavramı, narsizme vurulmuş en büyük darbedir. Kendine sınırsız bir güven ve tutkuyla bağlanan ve hiçbir otoriteye boyun eğmeyen, kendini Tanrı’nın yerine ikame eden (Naziat, 79/24) şişkin ego’yu dengeleyecek hiçbir güç yoktur. Çünkü bir kimse düşünce ve davranışları için dengeleyici ve bütünleştirici bir başvuru kaynağı olarak ilâhi yüceliği kaybedince, ya kendi sübjektif arzularına tapmaya başlar (Furkan, 25/43; Kehf, 18/28; Araf, 7/176; Kasas, 28/50) veya kendi arzularını genelleştirip nesnel hâle getirmişse, bir toplumun kendini yansıtmaları olan toplumsallaştırılmış arzulara tapmaya başlar. İman değerleri kişiye, toplumun ve kültürün standartları üzerinde evrensel bir bakış açışı ve davranış tarzı benimsetmekle, kişiliği sapma ve yabancılaşmadan koruyucu sağlam bir korunak görevi yapar. Allah’ın varlığına inanç hiç kimsenin tanrı olamayacağını, her şeyi yapıp, her şeyi bilemeyeceğini kabul ettirir ve böylece insanın narsizmine kapılarak kendini putlaştırmasına kesin bir sınır koyar. Peygamber öğretilerinin özünü oluşturan putlarla savaş aynı zamanda narsizme karşı verilen savaştır. Allah inancı ve kavramı, narsizmin reddedilmesidir; çünkü her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten varlık-insan değil-Allah’tır. Böylece iman alçak gönüllülüğü ortaya çıkarır. İnanan insan mütevazı ve hilm sahibidir; kibir, gurur ve istiğnadan uzak durmak, imanın ayrılmaz bir unsurudur.

ANLAM, KİMLİK VE GÜVENLİK KAYNAĞI OLARAK İMAN

Olayları tanıma arzusu, bir gelecek tasavvuru ve durumunu, çok önem verilen arzu edilen seviyeye getirme ve kollama eğilimi, insani özellikleri içerisinde en önemli olanlarından birisi kabul edilir. Genel bir anlama sisteminin herhangi bir köşesini boş bırakmamak, dünyada karşılaştığı bütün olayları anlatabilecek zihinsel bir sisteme sahip olmak isteği, insanın temel güdülerinden biridir. Akılla tahkike uygun olmayan bir dünya içinde dini inanç ve doktrinler, bütün gerçekliği içine alan açıklamalar sunmakla, inanan insanın ilgi duyduğu şeyler konusunda “nihâi anlam” sorununa cevap oluştururlar. Kısacası, dini inançların arzu planındaki fonksiyonu, varoluşa bir anlam vermektir. Bu bakış açısıyla din, bütün evrenin içinde insan hayatının kesin anlamını kazandığı mutlak düzen olarak tanımlanabilir. Dini inançlar bütün hayat bütün bir gerçeklik ve insanın bu gerçeklik içerisindeki yeri ve görevi ile ilgili bir açıklama olması bakımından inananın zihninde anlamın temelini oluşturur. Hayatın amacı, insanın bu dünyadaki yeri ve görevi gibi anlam ve kimlik meseleleri yanında ıstırap, kötülük, mahrumiyet, ölüm gibi hayatın kabul edilmesi çok zor olan yönleri ancak dini inançların aydınlığında anlaşılır ve kabul edilebilir duruma gelir. Dindar insanların genelde iyimser, olumlu bir dünya görüşü geliştirmelerini, uyumlu, dengeli ve sorumlu bir kişilik eğilimine sahip olmalarını inançların bu yöndeki etkisi ile açıklamak mümkündür.

İlahi dinlerin hemen hepsinde yer alan ortak inanç şudur: “Yeryüzünde tek bir çöp bile yoktur ki gökyüzünde onu koruyan bir melek olmasın”. Dini inançların telkin ettikleri varlık ya da evren görüşünde bütün olaylar kendilerini aşan bir noktaya işaret eder ve bu aşkınlık insan varoluşunun gözle görülebilen somut alanına her yönden müdahalede bulunur. Seküler anlayışın öne sürdüğü gibi eğer evren ilâhi güç ve varlıklardan yoksun boş ve matematiksel bir düzen ise, bu çok sayıda insana korku ve ürpertiden başka bir duygu yaşatmaz. Hâlbuki insan, varoluş bakımından kendisini emin ve güvende hissetmek zorundadır. İnsan, kendi öz kimliğinin sürekliliğine ve çevredeki toplumsal ve nesnel eylem ortamlarının sabitliğine itimat duyduğu, kişi ve şeylerin inanılır oldukları duygusuna sahip olduğu ölçüde, kendisini ontolojik olarak güven içinde hisseder. Allah’tan ve meleklerden boşaltılmış bir dünya anlayışında insan evrende yapayalnızdır. Dini inançların birçok anlamda güven düzenleyici işlevleri vardır. İnanan insan manevi anlamda güvenilir desteği Allah’ın ve meleklerin varlığına duyduğu inançtan alır. Daha da önemlisi dini inançlar, olay ve durumlarla ilgili tecrübelere güvenirlilik enjekte ederler ve bunların açıklanabilmesini ve karşılıklarının verilebilmesini sağlayan bir çerçeve çizerler. 

Dini inançlar, özellikle “belirlenen veya kader biçilen” insanlık durumuna ve ilâhi düzene inanç, dünyayı “güvenlikli” kılar. Modernleşmenin önceden “kader” olarak görülen her şeyi seçme konusu haline getirmesi, yani “her şeyin o ana kadar olduğundan farklı olabileceği” veya “hiçbir şey şimdiye kadar olduğu gibi kalmak zorunda değildir” zihniyeti görünüşte insana yeni seçme ve özgürlük fırsatları sunarken, bunların da yüksek bir bedeli vardır. Sosyal bilimciler bu bedele “anomie” derler. Anomie, bireyin evren ve diğer insanlarla istikrarlı ve güven verici bağlardan kopma, hayatını yönlendirmesine yetecek anlamlardan ve değerlerden yoksun hale gelme, korumasız kalma halidir. Gerçek iman sahibi bir insanın ömrü eşyanın/evrenin nizamı dâhilinde emin şekilde geçecektir. Kader inancı, olaylar ve durumlar üzerindeki kişisel kontrolü artırıcı, benlik saygısı ve özgüven duygusunu pekiştirici etkisiyle, daha geniş psikolojik ve toplumsal bir alanda varlığını hissettirecektir. Dini inanç ve değerlerin belirleyici olduğu geleneksel kültürel ortamlarda, riskli girişimlerin yol açtığı belirsizliklerden sıyrılmanın, dolayısıyla da risk deneyiminin nispi bir güvenlik duygusuna çevrilmesi, “ilâhi takdir” inancıyla mümkün olabiliyordu. Riskin risk olarak bilindiği yerde ise tehlikeli eylemlere yönelik itimat üretmenin bu biçimi tam olarak yoktur.

Günümüzde karşı karşıya olduğumuz nükleer savaş ihtimali, ekolojik yıkım, küresel ekonomik mübadelenin çöküşü ve diğer potansiyel küresel felâketler herkes için cesaret kırıcı bir tehlike ufku oluşturmaktadır. Seküler kültürün ağır bastığı bir ortamda risk, gerçekten etkili psikolojik destekleyiciler olmaktan çok ötede, birtakım batıl inanış ve hurafelere başvurarak etkisiz kılınmaya çalışılmaktadır. Seküler bir ortamda, düşük olasılıklı-büyük etkili riskler (nükleer savaş vs.) modern öncesi bir görüntüye yakın, bir ilâhi kader duygusunu, önemsiz batıl inançlar tarafından geliştirilenden çok daha fazla yeniden hatırlatma eğilimi gösterirler.

İster olumlu ister olumsuz bir renk taşısın kader duygusu-kimsenin denetiminde olmayan uzak olgulara karşı duyulan belli belirsiz ve genel bir güven duygusu- varoluşsal bir durumla uğraşma yükü altında ezilen bireyi rahatlatır; yoksa bu durum sürekli bir tedirginliğe yol açabilir. Kader, yani “ne olacaksa olacak” duygusu böylece kendi meselelerini rasyonel denetim altına aldığı varsayılan bir dünyanın tam özünde yeniden belirir. Temel güvenin antitezi olan “korku” duygusu, bilinçdışı birçok komplekslere yol açabilir ve ancak kader inancının yatıştırıcı etkisiyle üstesinden gelinebilir.

GAYBA İMAN VE DÜNYANIN SEMBOLİK ALGISI

İman değerleri, onu kabul edip benimseyen kimseye özel bir bakış açısı kazandırır: İçinde yaşadığımız dünya ve tabiat, orada olup biten tüm hadiseler kendi ötesinde bir irade ve düzene işaret eden özel anlamlara sahiptir. Bir tabiat olayı sırf bir tabiat olayı değildir; tabiatüstü iradenin yönü konusunda bizi bilgilendiren bir işaret, ayet, belge ya da delildir. Buna göre, evrenin bütünü, ilâhi iradenin maksatlı ve düzenli şekilde kendisini ifade ettiği işaretlerden oluşan sembolik bir bütündür. İlâhi varlığın tezahürü olması bakımından bu dünya, içinde “kutsal”ı barındıran, kutsal’ın tecrübesine imkân veren manevi bir boyut içerisinde algılanma ve anlaşılmaya uygun bir yerdir. En küçüğünden en büyüğüne her varlık ya da olay, inanan insanın kendisiyle Allah arasındaki deruni ilişkiyi gözden geçirmeye ve teyit etmeye sevk eden mesajlar yüklüdür. Dikkatli ve derin bir bakış açısı, inanan insanın manevi gelişimine rehberlik yapan ibretler ve dersleri izlemekte zorlanmaz.

Tabiatçı bir bakış açısıyla bir sivrisinek, yalnızca bir böcektir; inananlar içinse “Rablerinden (gelen) bir gerçek”tir (Bakara, 2/26). Şüphesiz deprem bir tabiat olayıdır; ama onun ötesinde ilâhi bir ceza, uyarı, kader, imtihan gibi kelimelerin dile getirdiği şekilde, inanan insanın zihninde bir başka üst anlamı vardır. Dini bakış açısına göre tabiat ve toplum ilâhi işaretlerle oluşturulmuştur. Sonuçta bütün tabii ve toplumsal düzen ancak düzenin dini ya da kutsal özelliği ile var olur. Böylece her tabii ya da toplumsal mesele aynı zamanda dini bir meseledir. Eğer yeterince yağmur yağmıyorsa veya bir afet meydana gelmişse, bu küçük evren (mikrokozmoz) olan insan ile büyük evren (makrokozmoz) olan Allah arasında bir şeylerin eksikliğine ya da ilişkide kusura işaret eder. Her türlü sıkıntılar, yenilgiler ve benzer olaylar eşyanın “doğru” nizamındaki bozuklukların göstergesidir. Bu durumdan çıkarılacak sonuç da şudur: Dini ibadet ve görevler daha dikkatli yapılmalı, dine aykırı davranışlardan uzak durulmalı ya da acil durum karşısında özel dinî vasıtalar  (adak, kurban, dua...) harekete geçirilmelidir. 

Kutsal’ın tezahürlerini doğrudan doğruya algılayan mümin için dünya, dini tecrübe yeridir. Bu yolla elde edilen bilgi imanın gerçekliğini kesin hâle koyan bir delil niteliği taşıdığı kadar, insanın hayat tarzını ve davranışlarını kuvvetle etkileyip değiştirebilen psikolojik bir öneme de sahiptir. Öte yandan, dini inançların insana bu dünyayı aşan, fizik ötesi âleme uzanan bir bakış açısı benimsetmeleri, sembolik düşünme yöntemlerinin kullanılmasına geniş şekilde imkân açmasına, düşüncenin boyutlanıp zenginleşmesine en büyük katkı olarak da değerlendirilebilir. 

HAYATIN GÜÇLÜKLERİYLE BAŞA ÇIKMANIN ETKİN BİR FAKTÖRÜ OLARAK GAYBA İMAN

Bütün acı ve sıkıntılarına rağmen hayatla uzlaşma, olaylara olumlu, umutlu ve iyimser yaklaşma, gerçek imanla şekillenen bir dünya görüşünün en belirgin özelliğidir. Dini inançların telkin ettiği bakış açısı gerçekçi olduğu kadar uyarıcıdır da: Dünya geçicidir ve gerçek mutluluk yeri değildir; mümin küçük ya da büyük karşılaştığı her bir olaya verdiği cevapla imanı konusunda sınava tâbi tutulmaktadır (Bakara 2/155). Maddi, psikolojik ya da manevi çeşitli olumsuz durumlar içerisinde sadakatle korunan ve geliştirilen dini inanç ve tutum, kişinin ruhsal dengesini ve uyumunu koruyucu, en etkin faktördür. Başa gelen sıkıntıların bir anlamı olduğunu (imtihan, uyarı, ceza, kader...) ve Allah’ın yardımıyla bunların aşılabileceği inancı kişinin özgüvenini artırıcı, huzur ve rahatlama sağlayıcı bir etkiye sahiptir. Hayat sürekli sorunlar üretmektedir ve insanlar bu durumlarda sıklıkla dini inançlarına başvurarak, onlardan manevi güç ve destek alarak, kutsal değerler aracılığıyla hayatı denetim altına alma başarısını göstermektedirler. Hayatın bütün acı ve sıkıntılarına rağmen samimi inanç sahibi dindarların “iyimser ve umutlu” bir bakış açısı ve tutumunu korumaları, inancın moral değerleri ve ruh sağlığını koruyucu fonksiyonunun önemli bir göstergesidir.

Hayatın zor anlarında çaresizlik içerisinde bocaladığı bir durumda, dini inançlarına, dua ve ibadete başvurarak durumla başa çıkma davranışı neredeyse evrensel bir olgudur. İnsanın sınırlarını zorlayan dramatik tecrübeler, kişiyi Allah’a yaklaştırması ölçüsünde manevi güçleri harekete geçiren ve yükselten sabır, tevekkül, rıza ve teslimiyet tutumları yanında, zorluklarla mücadele etme bilincini uyaran, olumlu başa çıkma tarzlarının en önemli kaynağını oluştururlar. Batı ülkelerinde olduğu gibi, ülkemizde yapılan araştırma sonuçları da, dini inançların bu güçlü psikolojik etkisini gözler önüne sermektedir. 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerini yaşamış kimseler üzerinde yapılan araştırmalarda, depremi yaşayan kimselerin önemli bir bölümünün, gerek bu felâketin oluşu esnasında yaşanan ani şok ve sarsıntılarla başa çıkmada, gerekse olayın meydana getirdiği maddi ve manevi kayıpların yol açtığı gerilim, sıkıntı ve bunalımların aşılmasında en çok dini inanç ve kavramlara başvurdukları görülmektedir. 

Bazı görüşleri eksen alarak ifade edecek olursak, dini inancın nihai hedefi, insanları ölümün meydana getirdiği sıkıntı ve gerilimden kurtarmaktır. Çünkü ölümün varlığı karşı konulamaz ve üstesinden gelinemez bir gerçektir. Canlı varlıklar olduğumuzu ve bir gün mutlaka öleceğimizi bilmemizin doğurduğu sorunlar insanın bu dünyada karşılaştığı diğer bütün sorunların en ciddi ve en köklüsüdür. Bundan dolayı da bütün korkularımızın temelinde bu ölüm korkusu yatar. Dini inançlar özellikle ahiret inancı, ruhun ölümsüzlüğü ve hayatın sonsuzluğu anlayışı en çok bu ölümlü olmanın kaygı ve gerilimini yaşayan insan için, yatıştırıcı ve iyileştirici bir çerçeve sunar. Ahiret inancı her şeyden önce insan tabiatında var olan ölümsüzlük, sonsuzluk arzusuna bir karşılık ve tatmin çerçevesi oluşturduğu için hayat da buna göre anlam ve değer kazanır. Ahiret inancı yalnızca kişinin kendi ölümü korkusuna karşı değil aynı zamanda sevdiği yakınlarını kaybetmesinin doğurduğu ve toplum tarafından da desteklenen, acıların yol açtığı yıkıcı fantezi ve yanılsamalardan da koruyucu bir rol oynar. Bu dünyada karşılaşılan geçici sıkıntılar, belâ ve musibetler, haksızlık ve mağduriyetlere rağmen ruh sağlığını kaybetmeden ayakta kalma ve bunlarla başa çıkmada en önemli teselli ve telâfi kaynağı, gerçek adaletin, güzelliğin ve ölümsüzlüğün hüküm sürdüğü bir öteki dünya inancıdır, özellikle yaşlılık döneminin sıkıntıları içerisinde ahiret inancının, pek çok insan için hem ölümle ilgili korku ve kaygıları yatıştırmada hem de uyum düzeyini artırmada önemli katkıları olduğu bilinmektedir. Ölümlü dünyanın dert ve sıkıntıları içerisinde sabır ve tevekkülle Rabbi’ne yönelen müminin dilinden dökülen: “Allah’tan geldik, yine O’na dönücüyüz.” (Bakara, 2/156) ifadesinin dışa vurduğu sonsuz güven duygusu ve ruh selameti, inancın gücü dışında başka hiçbir yolla elde edilemeyecek eşsiz bir koruyucu değere sahiptir.

İMANIN SOSYAL BÜTÜNLEŞTİRİCİ GÜCÜ

İman hayatı kişiliğin çeşitli boyutlarını ve gerçekliğin her alanını kuşatıp bütünleştirdiği gibi, toplumu oluşturan fertleri de, hem onları kapsayan fakat aynı zamanda aşan mutlak anlamlar ve değerler etrafında birleştirip, bütünleştirir. Irk, renk, cinsiyet, soy ve etnik köken gibi insanları birbirinden farklılaştıran bütün doğal bağların üstünde dini inanç ve değerler bir üst kimlik oluşturarak, ayrışmaları en aza indirip fertleri birbirine yaklaştırır. Dini inançların telkin ettiği aşkın ilkeyi (bütün insanlar Allah’ın kuludur; inananlar kardeştir.) paylaşan kimseler yalnızca bu şekilde verilen anlam çerçevesi içerisinde birbiriyle ilişkide bulunmaları mümkün hâle gelmekle kalmaz, aynı zamanda kendilerini aşma ve bazen de kendini feda etme noktasına kadar olmak üzere çeşitli bencillikleri bir tarafa atmak mümkün olur. En azından önemli sosyal davranışlara (mesela evlilik, cenaze, çalışma hayatı, savaş…) bunları yerine getiren fertlerden çok daha büyük anlam ve değer atfedilir. Bu davranışların bir toplumda kurumlaşma tarzı onları, son tahlilde kâinatın kutsal düzeniyle ilişkiye sokan belirgin anlamlara bürünmüş olur. Böylece evlenmek dini tören, çalışmak Tanrı’yı memnun edici görev, savaşta ölmek ise daha mutlu ahiret hayatı için bir pasaport haline gelir. Aynı şekilde dini inançlar, toplumsal düzenin korunması ve sürdürülmesinde ortak bir niyet, talep ve çabaya da referans oluştururlar. Toplumsal huzuru ve düzeni tehdit eden anarşi ve terör gibi olaylar; bozgunculuk; hırsızlık yolsuzluk rüşvet, fuhuş vb. ahlâksızlıklar günah; deprem, sel, yangın, kuraklık, bulaşıcı hastalık gibi tabii afetler, ilâhi öfkeyi celbeden ve felâketleri davet eden yanlış işler olarak yorumlanır. Bu durum, toplumsal ilişkilerin yeniden gözden geçirilip yapılandırılması yönündeki yenilikçi ve ıslahatçı düşünce, arayış ve uygulamalara haklılık kazandırır.

Toplumsal kurum ve davranışlar, kutsal bir atıf çerçevesine yerleştirilmesiyle bir tür meşruluk kazanır. Toplumda gücü elinde tutanların zaman zaman, kendi siyasi ve idari kararlarını halk nezdinde itibarlı ve kabul edilebilir kılmak için dini inanç ve değerlere başvurduklarını hepimiz biliriz. Bunun kötüye kullanımlarını bir yana bırakırsak, manevi ve kutsal kabul edilen değerlerin toplumu yönetenlerle yönetilenler arasındaki güvensizlik ve gerilimi azaltmada, toplumun bütünlüğünü korumada önemli roller yüklendiğini görebiliriz. İnançlı halk kesimi açısından devlet büyüklerine itaat, Allah’a itaat derecesinde bir görev anlamı taşıyabilir. Toplumsal düzeni sarsacak davranışlardan uzak durmak, fitneden sakınmak dini bir zorunluluk, ilahi düzenin korunması demek olduğundan, toplumsal barış ve huzur kendi garantisini bu inanç ekseninde elde etmiş olur.