Anlamak nedir, iman nedir? Bir insan nasıl anlar, bilmekle anlamak aynı şeyler midir? Bunlar çok önemli konulardır.
İnsan aklıyla bilir ama bilmek anlamak değildir. Anlamak çok daha derin bir mevzudur; sadece aklın fonksiyonu değil, akılla beraber duyguların da devreye girmesiyle gerçekleşen bir şeydir.
Dolayısıyla anlamak, bir insanın akıl ve duyguları ile birlikte varlıkların veya olayların neden ve niçinlerini olması gerektiği gibi kavramasıdır.
Örneğin aslan vahşi bir hayvandır, bunu bilmek kişileri bir ölçüde aslan hakkında bilgi sahibi yapar ve ondan korkutur. Ama bilgiden kaynaklanan korkunun etkisi zayıf olur. Ne zaman aslanı vahşi bir ortamda avlarını dehşetli bir şekilde parçalarken görürsek, bilmek anlamaya dönüşür ve etkisi de ona göre olması gerektiği şekilde artar.
Allahu Teâlâ’yı, onun büyüklük ve azametini, kudretini anlamak da böyledir. Anladığın zaman ne kadar korkman gerektiğini ya da sevmen ve saygı duyman gerektiğini bilirsin.
“Rasulullah (aleyhissalâtü vesselâm) buyurdular ki:
“Ben sizin görmediğinizi görür, işitmediğinizi işitirim. Nitekim sema uğuldadı, uğuldamak da ona hak oldu. Semada dört parmak sığacak kadar boş bir yer yoktur, her tarafta Allah’a secde için alnını koymuş bir melek vardır. Allah’a yemin olsun, benim bildiğimi siz bilseydiniz az güler, çok ağlardınız; yataklarda kadınlarla telezzüz etmezdiniz; yollara, çöllere dökülür, (belanızı def etmesi için) Allah’a yalvar yakar olurdunuz.” (Tirmizî, Zühd 9, (2313))
Bu hadisi rivayet eden Ebu Zerr radıyallâhu anh arkasından “Keşke sökülen bir ağaç olsaydım.” diye bu korkusunu dile getirmiştir. İşte anlamak böyle bir şeydir. Rasulullah (s.a.v.) burada aslan örneğinde olduğu gibi sadece aklıyla değil duyu organları ve hisleri ile de şahit olduğu çok korkutucu bir gerçekten haber veriyor.
Bu tür bir anlamanın gerçekleşmesi için ne yapmalı o zaman denirse; en kestirme yolu Allah’ı (C.C.) yakînen anlamış olan insanlarla birlikte olmak ki Kur’ân buna “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun!” (Tevbe, 9/119) ayetiyle işaret ediyor.
Bu ayetten anlaşılıyor ki, sadık ve salih zatlara muhabbet duyup onların sohbetlerinde bulunmak demek, hayat ve hâdiselere onların nazarıyla bakabilmek demektir. Bu ise elbette ki kişiye büyük bir anlayış gücü ve yakîn duygusu kazandırır.
Allah’ı (C.C.) anlamanın diğer bir yolu da namazdır. Namaz kötülükten alıkoyar diyor ayette. Bundan maksat, namazdan alınan feyzle ahlakın güzelleşmesi ve yaptığı kötülükleri artık yapmamasıdır… Her bir namaza durduğumuzda ayrı bir manevî hastalığımıza niyet edersek Allah da yardım eder ve inşallah zaman içinde tedricen düzeliriz. Yalnız burada huşûya dikkat etmek önemlidir…
Örneğin niyet ettim öğle namazının farzına derken, aynı zamanda gönlümüzden her şeyi gerektiği şekilde anlamaya da niyet alabiliriz… Böylece ümit olunur ki her şeyi, her varlığı, özellikle de Allah’ı (C.C.) daha yüksek seviyede anlayabilme kıvamına geliriz… Nitekim âlemlerin Efendisi olan Rasulullah (s.a.v.) “Ya Rabbi eşyanın hakikatini bana göster.” diye dua etmiştir. Rasulullah (s.a.v.) niçin eşyanın hakikatine muttali olmayı bu derece arzu etmiştir? Çünkü “Eşya dediğimiz şeyler, Rabbimizin sıfat ve isimlerinin tecelli ettiği aynalardır. Bu aynalara dikkatlice baktığımızda onlarda Rabbimizin isim ve sıfatlarının tecellilerini görebiliriz. Neticede bu bakış Rabbimizin yaratma sanatını görmemize ve neticede ona karşı hem bir muhabbet hem de saygı ve haşyet duymamıza, kısaca Rabbimizi daha iyi anlamamıza sebep olacaktır.
Namaz haricinde, zikir, tefekkür gibi ibadetlerden alınan feyzler de aynıdır. Bu feyzler insanların kalplerindeki günah kirlerini ve zulmet perdelerini temizler. Böylece insanların firaset ve basiretleri açılır, manevi gözlerinin önündeki sisler, puslar kalkar, neticesinde doğal olarak gerçekleri olduğu gibi anlama ve algılama yetileri devreye girer…
İslam’da emredilen bütün ibadetlerin ve yasaklanan kötülüklerin asıl maksadı, yakîn duygusunu kazanmak ve Allah’ı anlamak içindir. Allah’ı (C.C.) anlayan da artık hayatı, olayları ve her şeyi gerçekte olduğu şekliyle anlar. Eşyanın hakikatini anlamak, olayları doğru yorumlamak gibi yüksek bir algı düzeyi, ancak önce Allah’ı bilmek ve anlamak duygusundan geçer…
Allah (C.C.) dostlarının bu kadar zikir, fikir ve ibadet ile meşgul olmaları, bu konuda bu kadar azim ve gayretle çabalamaları da sonuçta önce Allah’ı ve sonra da her şeyi her varlığı doğru bir şekilde anlamak istemelerinden kaynaklanır.
Çünkü özel ruhlar için anlamak, ekmek, su gibi bir ihtiyaçtır. Asla sıradan bir insan gibi hayata bakamazlar ve hayvanlar gibi sadece, bedensel arzularının tatmini için yaşamazlar.
Hz. İbrahim’in Kur’ân’da bahsi geçen hikâyesi de bu anlattıklarımıza güzel bir misaldir.
Hani İbrahim, “Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” demişti. (Allah ona) “İnanmıyor musun?” deyince, “Hayır (inandım) ancak kalbimin tatmin olması için” demişti. “Öyleyse, dört kuş tut. Onları kendine alıştır. Sonra onları parçalayıp her bir parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Sana uçarak gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara, 2/260)
Hz. İbrahim’in bu isteği bir iman sorunu değildir... Hz. İbrahim’in: “Elbette inandım, lâkin sırf kalbim tatmin olsun diye bunu istedim.” demesi gösteriyor ki burada mesele kalbin tatmin olmasıdır, yani bilmek değil, anlamak talebidir.
Ruhlar kaosu sevmez bir düzen ister. Akıl da bunu sistematize eder. Örneğin akıl sadece beş duyu ile algıladığı kadar hadiseler hakkında bilgi sahibi olabilir. Ruhun yeteneği olan basiret, firaset, sezgi gibi özellikler de devreye girerse, birçok fizik ve metafizik hakikatleri daha doğru anlamak ancak mümkün olur.
Akılla görülen, fark edilen veya algılanan deliller sadece imana giden yolda kapıyı çalmaktır. Kalp devreye girerse duygular devreye girer. İşte o zaman inanç imana döner ve hidayet kapısı açılmış olur…
İman etme özelliğimiz bizim hem çok güzel yanımız hem de imtihan için zayıf tarafımızdır. Örneğin grip olan bir kişinin bu hastalıktan kurtulması için tıbbı bitirip doktor olması gerekmez... Onun yapması gereken, doktora güvenip verdiği ilaçları kullanmaktır. Asansöre binmek için asansörü yapanı tanımak, nasıl yaptığını görmek de gerekmez. Aynı şekilde otomobil ile trafiğe çıkarken kaza yapmayacağına, uçağa binerken düşmeyeceğine kimsenin garantisi yoktur. İşte bu işleri insanlar inanma özellikleri sayesinde rahat yaparlar. Yani riske rağmen başımıza bir şey gelmeyeceğine inanırız ve bu eylemleri kolayca yaparız. Normal olan da budur. Zira bunlara güvenip teslim olmazsan yaşamak çekilmez hal alır. İnanmak hayatımıza öyle bir yön verir ki, bazen lehimize bazen de aleyhimize bu duygunun sonuçları olabilir. Mesela telefonda dolandırılanlar karşıdaki kişiye inandıkları için dolandırılırlar. Profesör bile olsan dolandırılırsın. Bu kişiler akılları olmadığı için değil, inandıkları için dolandırılıyorlar... En basitinden matematik bile sadece akıl işi değildir. İki kere ikinin dört olduğuna iman etmezsen acaba 3 mü diye sorarsan işin içinden çıkamazsın ve deliliğe merhaba dersin…
Dolayısıyla insan gerekli delilleri elde ettikten sonra duygularını devreye sokup inanmalıdır. Bütün bu delillere rağmen bir insan, gene inanmıyor, şüphe ediyorsa, bu kişilere deli denir. Bunlar sadece duygularının peşinden gidenlerdir. Psikiyatristler bile aklî problemleri olanlara daha kolay müdahale ederler. Duygularına takılıp kalmış, sadece bir duyguyla hareket edenlerle uğraşmak çok daha zordur derler. Önemli olan dengeli olmaktır. Yani akılla beraber duygularını da devreye katarak anlamak doğru anlamaktır…
Duygu sağırlığı, aleksitimi
İnsan ilişkilerinde malumdur ki duyguların çok önemli yeri vardır. Peki, duygu nedir, duygulu olmak nedir, insanlar duyguları anlamında eşit midir?
İnsanlar duygu cihetiyle eşit olmayıp dörde ayrılırlar:
1) Çok duygulu insanlar
2) Normal duygulu insanlar
3) Duyguları zayıf insanlar
4) Duygusuz insanlar
1973 yılında, kocalarının sevgisizliğinden, ilgisizliğinden, duygusuzluğundan şikâyet eden ve bu nedenle psikologlara giden kadınların sayısında ciddi artış olunca bu konu masaya yatırılıyor. Araştırmalar neticesinde her 100 kişiden, 13 kişi de duygu olmadığı, yani limbik sistemin duygu üreten kısmının olmadığı veya gelişmemiş olduğu görülüyor. Bu duygu körlüğü veya sağırlığına aleksitimi, bu tür insanlara da aleksitimik kişilikli insanlar deniyor…
Bu duygu körlüğünün oluşumunun iki nedeni var:
1) Doğuştan kişilik özelliği olanlar
2) Yetişme bozukluğu nedeniyle duyguları körelenler
Doğuştan duygu körü olanların durumu psikolojik bir rahatsızlık veya hastalık değildir. Bu kişiler normal insanlar ama yaratılıştan bunlarda duygu ya hiç yok ya da çok azdır. Psikiyatrlar diyor ki; bu kişiler topal, kör gibi hallerinden sorumlu olmayan özürlü insanlardır. Bunların değişmesinin bir çaresi var, bilişsel terapi... Bilişsel terapi bu kişilerde olumlu değişikliklere sebep oluyor ve bu kişiler isterlerse duygu körlüğünden bilişsel terapi ile kurtulabiliyor.
Olaya dini açıdan bakınca da durum şu ki, bunları Allah duyguları niye sağır kör veya yetersiz diye sorgulamayacaktır... Hatta Allah katındaki diğer görevlerini yerine getirirlerse cennetine de alır ama böyle insanların Allah’a dost olma kapasiteleri yoktur. Çünkü Allah’a dost olmak isteyen kişilerin duygularının yoğun olması gerekir...
Sonradan duygu körlüğüne yakalananların durumu farklıdır. Onların önceden duyguları açıktır, ancak belli süre kullanmaya kullanmaya duygularını kullanamaz hale gelmişlerdir…
Örneğin: Doktorlarda; mesleğe başladıkları zaman merhamet, şefkat daha baskınken, zamanla hastalara karşı bu duyguları körelir. Bir zaman sonra nötr bir hale bile gelebilir. Bu tür sonradan olma veya yetişme bozukluğundan kaynaklanan aleksitimi hastaları düzeltilebilir... Ve bu davranışlarından dolayı sorumludurlar... Bunlara Allah niye düzelmek için çalışmadınız diye sorar... Bunun ilacı mücadele ile tersini yapmaktır ve sosyalleşmektir… İnsanlarla iç içe diyalog halinde oldukça duygular açılır ve ifadeler zenginleşir… Sevgi kanalları açılır.
Açıkçası aleksitimikler, duygularını fark ve ifade edemeyen, soyut düşünmede zorlanan kişilerdir. Hayal güçleri oldukça sınırlı, yüzleri ve bedenleri, duygu ya da coşku işareti taşımaz… Derin bir iç dünyaları olmadığından, aleksitimiklerin düşünceleri iç değil, daha çok dış uyaranlarla harekete geçer; dürtünce tepki verirler, dürtü bitince tepkileri durur. Duygularını başkalarına anlatmak için uygun kelimeler bulmakta zorlanırlar. Duygusal konular yerine günlük olaylar üzerine konuşmayı tercih ederler. Başkalarının duygularını anlamakta da zorlanırlar. Dolayısıyla duygusal hayatları kısır, insan ilişkileri çok zayıf sevgisiz insanlardır. Kimseyi sevemez, ailesinden ya da akrabasından biri öldüğünde ağlayamaz ya da duygulanmazlar… Tutukturlar, öfkeleri bile sahtedir, içten gelmez, olması gerektiği için öfkelenirler, duygusuz tepki verirler...
Baştan da söylediğimiz gibi, bu durum onlar için de ciddi bir sorundur, zira duygusuz olmalarından dolayı çevreleri tarafından yeterince sevilmez, anlaşılamazlar... Ruhsal dünyalarını paylaşamamak, karşılarındakini mutlu edememek, stres düzeylerini artırır. Bu durum onların hayatta mutsuz olmalarına yol açar. Hatta ifade edilemeyen duyguları, baş, karın, bel ağrıları, anksiyete (endişe) bozuklukları, panik atak gibi psikosomatik yakınmalar şeklinde bedenlerinde farklı rahatsızlıklara bile dönüşebilir. Çocukluk yıllarında sevgi ve şefkatin azlığı, duyguların yeterince ifade edilmemesi veya böyle duygusuz ailelerde yetişmiş olmak da aleksitimiye yol açabilir…
Peygamberimiz iki günü birbirine müsavi insan zarardadır buyuruyor. Biz bu âleme değişmeye, terakki etmeye geldik. Bu tür kişilik özelliklerine sahip adamlar değişmek istiyorlarsa, Allah dostlarına, mürşitlere müracaat edecekler. Allah dostlarına bir doktora teslim olan hasta gibi teslim olarak, onların sohbet ve feyz ortamında inikas ile değişecekler. Allah (C.C.) Kur’ân’da namaz insanı bütün kötülüklerden temizler buyuruyor. O zaman duygusuzluktan da temizler. Zikir de öyledir, zikir kalbi tasfiye nefsi tezkiye eder. Bütün bu ilaçların en faydalısı da yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sadıklarla beraber olmaktır. Sadıklarla beraber olmak böyle insanlar için hacdan da mı faydalıdır? Evet, Hac farzdır, gidecek ama kalbinde sevgi, ihlas, samimiyet gibi duygular olmayan bir adamın hacı olması ona ne kadar fayda verecek. O zaman duygusuz adamlar önce bu güzel duyguları kazanıp sonra hacca giderlerse görecekler ki hac ibadeti daha bir coşkulu, daha tesirli, daha bir feyzli gelecek onlara…
O zaman bu aleksitimik kişilikli insanlar, kendilerinden nefret etmeden, iğrenmeden, değişmek için mücadele ederlerse bunun için de özellikle sadıklarla beraber olarak bu süreci başlatırlarsa göreceklerdir ki bu istenmeyen sevimsiz hallerinden kurtulacaklardır.
Şunu unutmasınlar Allah (C.C.) onları öyle imtihan ediyor. Bunun için çare arayacaklar. Mesela Efendimiz: “Kur’ân hüzünle nazil oldu, onu okurken ağlayınız. Ağlayamıyorsanız, ağlar gibi okuyunuz (veya kendinizi ağlamaya zorlayınız.)” (İbn Mâce, İkametü’s-salah, 176) buyuruyor. İşte bu hadis-i şerifin verdiği mesaj bu kişiler için bir çıkış kapısı, bir ilaç, bir çare hükmündedir. Bu kişiler bu hadis-i şerifin verdiği mesajı anlarlarsa duygusuzluktan kurtulabilirler. Yani her konuda duygulu insanlar gibi tepkiler verecekler, sevmeyi sevecekler, iyilik yapacaklar, toplum içerisinde acıyanların, merhamet edenlerin, cömertlerin, fedakârların hallerini taklit edecekler.
En kolayı da bütün bu tedavi çalışmalarını iyi bir mürşidin manevî terbiyesi altında onun sohbet ortamında yapacaklar ki böyle yaparlarsa inşallah çok hızlı bir şekilde değişeceklerdir.