Hz. Peygamber’in Komutanlığı ve Yetiştirdiği Komutan Sahabiler / Prof. Dr. Ali Bakkal

Asr-ı Saadet dönemi savaşlarını saymak gerekirse Bedir, Uhud ve Hendek Savaşlarının özellikleri nelerdi? Bu savaşların getirdiği tecrübeler vardı hiç şüphesiz. En önemlisi başlarında Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vardı. Bu ortamı farklı boyutlarıyla değerlendirir misiniz? 

Tek kişilik askeri operasyonlar da sayıldığı zaman on yıllık Medine döneminde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) 32 gazve 98 seriyye gerçekleştirdiği görülmektedir. Bir ilâ beş kişi arasında yapılan askerî operasyonlar istisna edilirse gazve ve seriyyelerin toplam sayısı yüze kadar iner. Bedir, Uhud ve Hendek Savaşları bunlardan sadece üçüdür. Bu durumda Resûl-i Ekrem her yıl ortalama on civarında askerî operasyon gerçekleştirmiş olmaktadır. Savaşların önemi büyük ölçüde sebep ve sonuçlarıyla ölçülür. Hz. Peygamber’in yaptığı savaşları 15 başlık altında toplamak mümkündür:

1) Düşmanı korkutma ve ekonomik açıdan zayıflatma; bunların büyük kısmı kervan gözetleme veya kervan basma amaçlıdır (11 adet), 

2) Meşru müdafaa (2 adet), 

3) Antlaşmaların ihlali (4 adet), 

4) Düşmanın savaş teklifi (1 adet), 

5) Bazı kabilelerin düşman ordusuna katılmaları veya destek vermeleri (5 adet), 

6) Medine veya İslam ordusu üzerine saldırı hazırlığı (21 adet), 

7) Müslümanların can ve mallarına kasteden düşmanı tecziye (10 adet), 

8) Saldırıp kaçan düşmanı takip ve tecziye (4 adet), 

9) Elçi dokunulmazlığını ihlâl (3 adet), 

10) Mağlubiyetten sonra düşmana karşı güç gösterisi (1 adet), 

11) Saldırı ihtimaline karşı tedbir (1 adet), 

12) Hedef şaşırtma ve düşmanı yanıltma (1 adet), 

13) Putların imhası (8 adet), 

14) İslâm’a davet edilen kabilelerin kaba kuvvetle karşılık vermeleri (12 adet), 

15) Vergi vermeyen kabileyi vergi vermeye zorlama (1 adet).

Hiç şüphesiz Hz. Peygamber’in (s.a.v.) en önemli savaşları Bedir, Uhud ve Hendek gazveleriydi. Çünkü bunların her biri savunma amacıyla gerçekleştirilen ölüm-kalım mücadelesiydi. Ayrıca Uhud, Müslümanların en çok zayiat verdikleri bir savaştı ve bunun sonuçları biraz ağır olmuştu. Ancak bu savaşlardan sonra Müslümanlar kendilerine yapılan zulmün hesabını sorabilecek bir mevkiye ulaştılar. Hudeybiye antlaşmasından sonra Hendek Savaşı’nda düşmana yardım eden kabilelere tek tek dersleri verildi.

Bir de şurası çok önemlidir. Zannediliyor ki müşrikler sadece üç kez (Bedir, Uhud, Hendek) Medine yakınlarına kadar gelip Müslümanlara saldırmak istemişlerdir. Bunların dışında müşriklerin tam 21 kez Medine ve Müslümanlar üzerine saldırı hazırlığı oldu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) her defasında bunların faaliyetlerinden önceden haber alıp çoğunu habersizce bastırdı, yerlerinden kımıldama imkânı dahi bulamadılar. Savaşlarda Hz. Peygamber’in (s.a.v.) en çok önem verdiği hususlardan birisi en az can kaybıyla sonuca gitmekti. Birkaç kişilik suikast operasyonları da dâhil olmak üzere 130 adet gazve seriyye sonucunda müşriklerden öldürülenlerin sayısı 250’yi geçmemektedir. Bir seriyyede 30 kişi de yanlış bir karar sonucunda öldürülmüştü. Bu rakama Benî Kurayza erkeklerinin öldürülmesi dâhil edilmemiştir. Burada öldürülenlerin sebebi bir yerde yine kendileriydi. Çünkü Saîd b. Muâz’ın hakem olmasını istemişler ve o da kendileri için böyle bir durumda dinlerinin gereği ne ise o şekilde hükmedilmesine karar vermişti; Tevrat’a göre ihanet edip savaş açan bir kavmin hükmü buluğ çağına ermiş erkeklerin öldürülmesi şeklinde olduğu için Kureyza erkekleri öldürülmüştü. 130 askeri operasyonda Müslümanlardan şehit olanların sayısı ise 121 kadardır. Bu sayıya Bi’rimaûne ve Recî vak’alarında şehit edilen 79 kişi eklenirse rakam 200’e çıkar. Buna göre Benî Kureyza olayı dışında Hz. Peygamber’in gazve ve seriyyeleri sonucunda iki taraftan 480 kişi civarında olmaktadır. Bu da tarihte en az zayiatla en büyük zaferleri kazanmak anlamına gelmektedir. Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) birkaç kişilik suikast operasyonlarını dahi problemi en az kayıpla çözme yönteminin bir parçasıydı. Bu suikastlar öncelikle kendi kabilelerini savaşa teşvik eden etkili kişilere karşı yapılmıştı. Ve bu kişiler yaptıkları faaliyetle hukuken ölümü hak etmiş bulunuyorlardı. Şurasını çok kesin olarak söyleyebiliriz: Hz. Peygamber (s.a.v.) asla kendisine karşı savaş açmayan ve savaşlarda tarafsız kalanlara karşı savaş açmamıştır. Hiçbir zaman Resûl-i Ekrem (s.a.v.) savaşı ilk başlatan kişi olmamıştır.

“Komutan Sahabiler” tanımlamasını değerlendirir misiniz? Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde yetişen asker ve komutanların daha sonraki İslam fetihlerine katkısı nasıl olmuştur? Savaş ahlakında ya da hukukunda neler söz konusuydu? 

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) her alanda “adam yetiştiren” bir peygamberdir. Tebliğ döneminde Hz. Peygamber kendisini bizzat savaşın içinde buldu. Maksadı savaşmak değildi. Önce uzun bir sabır dönemi geçti (Mekke devri). Sonra savunma pozisyonuna geldi (Hudeybiye antlaşmasına kadar). İçerdeki müşrikler, Yahudiler ve Hristiyanlar saldırılarından hâlâ vazgeçmeyince o da tecziye hareketini başlatmak mecburiyetinde kaldı. Medine devri aynı zamanda bir nevi savaş dönemi olduğu için Hz. Peygamber çok sayıda komutana ihtiyaç duydu. Bu dönemde Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) tam 64 sahabeyi seriyyelerde komutan olarak kullandığını görüyoruz. Bu komutanların hepsi seriyyesine göre özenle seçilmiş kişilerdir. Ve bu komutanlar Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vefatından sonra da İslam Devleti’nin yükünü üzerlerinde taşıyan kişiler olmuştur. Öncelikle Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) vefatından sonra halife seçilen dört kişiden üçü (Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali) bu komutanlar arasından seçilmiştir. Halifelerin dışında bu 64 kişiden 21’i Hulefâ-i Râşidîn döneminde komutanlık yapmış olan kişilerdir. Burada komutanlık derken de başkomutanlığı kastediyoruz. Kırk kişi ise sadece Resûl-i Ekrem döneminde başkomutanlık yapmış olan sahabelerdir. Bunların önemli bir kısmı Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde ya şehit olmuş veya kendiliğinden vefat etmiş kimselerdi. Bazıları ise Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) vefatından hemen sonra olmuştur. Hayatta kalanların önemli bir kısmı başkomutan olarak olmasa da yine asker veya bölük komutanı olarak birçok savaşa katılmış bulunuyordu. 

Irak, İran, Suriye ve Mısır topraklarını fetheden komutanlar Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yetiştirdiği komutan sahabelerdi. Bu ülkelerin fethi Hz. Ömer zamanında gerçekleşti. Irak büyük ölçüde Hâlid b. Velîd’in başkomutanlığında gerçekleşmiştir. Ancak Irak’ta kalmamızı sağlayan ve İran kapılarının İslam’a açılmasını sağlayan kişi ise Saîd b. Ebî Vakkâs’tır. Çünkü bu imkân Sâsânî İmparatorluğunu sona erdiren Kâdisiye Savaşı ile mümkün olmuştur. Bu savaşın başkomutanı ise Saîd b. Ebî Vakkâs’tı. Suriye, Ürdün ve Filistin topraklarının Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Yezîd b. Ebû Süfyân, Şürahbîl b. Hasene ve Amr İbnü’l-Âs eliyle gerçekleşmiştir. Ancak bu toprakların elimizde kalmasını sağlayan ve ayrıca Mısır’ın Fethi’ni sağlayan en büyük savaş Yermûk savaşıdır. Bu savaşın başkomutanı da Hâlid b. Velîd’di. Mısır’ın Fethi ise Amr İbnü’l-Âs eliyle gerçekleşmiştir. Bu isimlerin hemen tamamı dünya tarihinin büyük komutanları arasında yerlerini almıştır. 

Kitabınızda o dönemde yetişmiş altmış dört şerefli komutan sahabenin ismi var. Bazılarının kişilik özelliklerinden daha geniş bahsedilmiş… Biraz da öne çıkmış komutan sahabelerin özelliklerinden bahseder misiniz?

Öncelikle Hz. Peygamber’in (s.a.v.) istihdam ettiği bütün komutanlarda, cesaret, korkusuzluk, dayanıklılık, tedbirli olmak, öngörüşlülük gibi komutan olmanın gerektirdiği bütün özellikler vardı. Bunun ötesinde onların her biri Hz. Peygamber’in emirlerine son derece sadık insanlardı. Başka türlü yapmak bazen çok menfaatli gibi görünse dahi emir dâhilinde olmayan şeyleri yapmazlardı. En önemli özelliklerinden biri de işlerini istişare ile yapmış olmalarıydı. Özellikle büyük savaşlarda başkomutan hiçbir zaman kendisi karar verip her ne olursa olsun buna göre bir uygulama cihetine gitmemiştir. Her biri, kendi düşüncesine aykırı bile olsa istişare neticesinde çıkan karara sadık kalmış ve karar verilen hususun uygulanması konusunda da samimi olmuştur. Bunun en açık örneği Yermük Savaşı’dır. Hz. Ebû Bekir, Hâlid b. Velîd’i önce Yemâme’deki irtidat hareketlerini bastırmak için görevlendirmişti. Buradaki vazifeyi layıkıyla yerine getirdikten sonra Irak’a gitmesi emredildi ve burada birkaç savaş yaptı. Daha sonra Suriye ordularına yardım için görevlendirildi. Ancak kendisine başkomutanlık emri verilmemişti. Hâlid b. Velîd, Busrâ yakınlarında Ebû Ubeyde b. Cerrah, Şürahbîl b. Hasene ve Yezîd b. Ebû Süfyân ile buluştu. Onlar kendisini istişare ile başkomutan yaptılar. Yermük Savaşı’ndan önce savaş taktiği konusunda Hâlid ile diğer komutanlar arasında farklı görüşler vardı. Fakat başkomutan Hâlid’in değil, diğer komutanların görüşü tercih edildi ve savaş bu görüş istikametinde gerçekleştirildi.

Peygamber ve sahabiler, başkomutan ve komutan adayları, savaşlar, seriyyeler, gazveler, yaşanmış kahramanlıklar, fedakârlıklar, sevinçler ve hüzünler… Dünya-ahiret, şehadet, Cennet, mücadele, fedakârlıkların her türü ve boyutu oradaydı… Hepsi iç içe… Yaşanmış pek çok çarpıcı, ilginç olay var. Biraz bahseder misiniz?

Savaşa gitmek ölümü göze almak demektir. Ölümü göze almak ise en büyük fedakârlıktır. Fakat savaş öyle bir olgudur ki bazı şartlarda ölümü bile özletir. 

Savaş alanı elbette kahramanlıklar meydanıdır. Ancak savaşın bütün zorlukları burada değildir. Elbette bir savaşı kazanmak büyük beceri ister, önemli tekniklerin kullanılmasını gerektirir. Bazen bir anlık kararsızlıklar koca bir savaşın kaybedilmesine neden olabilir. Fakat savaşın asıl zorlukları bazen savaşın dışında görülür. Tebük Seferi bunun en açık örneğidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) hicretin dokuzuncu yılı Receb ayında, Bizans’ın Şam bölgesindeki Arapları da yanına alarak savaş hazırlığı yaptığı haberini alınca, 30 bin kişilik bir ordu hazırlayarak Tebük yoluna koyuldu. Tebük, Medine’ye 700 km. uzaklıktaydı. Seferin toplamda 50 gün kadar sürdüğü tahmin edilmektedir. Tebük’e gidildiğinde ordu burada 15-20 gün kaldı. Seferin gidiş-geliş kısmının bir ay sürdüğü ve ordunun her gün asgarî olarak 45 km. yol aldığı anlaşılmaktadır. Bir kişinin değil, otuz bin kişinin bir ay boyunca her gün asgari 45 km. yol aldığını bir düşünün. Bunun ne kadar zor bir sefer olduğunu buradan anlayabilirsiniz. Bu, kolektif bir fedakârlık örneğidir. Birçok zorlukların yaşanmış olması sebebiyle Kur’ân’da bu sefer için “sâ’atü’l-’usre: güçlük zamanı” (et-Tevbe, 9/117) tabiri kullanılmıştır.

Savaş her zaman savaş değildir. Bazen savaş en büyük eğitim seferberliğidir. Tebük Seferi işte böyleydi. Sadece bu sefer vesilesiyle otuz bin kişi geceli gündüzlü elli gün boyunca Hz. Peygamber’in (s.a.v.) eğitiminden geçmişlerdi. Onunla beraber kalkmışlar, onunla beraber yürümüşler, onunla beraber yiyip-içmişler ve ibadetlerini onunla beraber yapmışlardı. Savaş değil, peygamber rehberliğinde büyük bir eğitim projesi!

30 bin kişinin bir meydanda çarpıştırılması bir bakıma kolay bir şeydir. Fakat bu kadar büyük bir ordunun 700 km uzaklığa götürülmesi öyle kolay organize edilebilecek bir şey değildir. Büyük orduları bazen savaş değil, uzun seferler perişan etmiştir. Hz. Peygamber bu sefere gayet dinç olarak çıktı ve yine dinç olarak döndü. Ordusu da öyleydi. Otuz bin kişi içinden bir kişi çıkıp, “Madem bu kadar zahmete rağmen savaşmayacaktık, niçin bu sefere çıktık?” demedi. Benim düşünceme göre büyük orduların sevki çok zor olduğu için Roma ordusunun hiçbir zaman Medine üzerine yürümesi gibi bir düşüncesi yoktu. Fakat Medine’den geçen kervan böyle bir şey söylemişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) hemen ordusunu hazırladı. Kanaatimce bunun iki nedeni vardı: Kuzey Araplarını denetim altına almak ve yeni Müslüman olan Araplara Peygamber eliyle İslam’ı öğretmek. Eğitim bu seferin en esaslı amaçlarındandı.

Esasen bu durumun Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde de devam ettiği kanaatindeyim. Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) vefatının arkasından irtidad eden Arapların samimi Müslüman olmaları belki de savaşlar vesilesiyle sağlanacaktı. Savaşları şahsi kahramanlık yönünden ziyade, görünen ve görünmeyen fonksiyonlarıyla değerlendirmek lazımdır.