Ne zaman Çanakkale ismini duysam görünürde etten kemikten müteşekkil ama kuvvet olarak çelikten daha sert bedenler aklıma gelir. Zor bir dönem güçsüz bir devlet ne olduğunu anlamadan cihan harbine girmiş. Komutanlar bile Alman, "nasıl olur bu" evet, maalesef olmuş. Lakin cihat aşkıyla yanan bu yiğitlerin kahramanlıkları kurtardı bu vatanı. Bazılarına cihat kelimesi bile soğuk geliyor günümüzde. Bu kelimeye yüklenen anlam terörle aynı parelelde yan yana kullanılır oldu. Zor dönemde ise nice halk bir payanda gibi cihada dayanarak ayağa kalkabiliyordu.
Düşünüyorum da dünyadaki terörün bitmesini kim istemez? Tabii ki yaptıranlar diye bir ses geliyor içimden. Müslümanların hiç mi hiç işine yaramıyor bu terör. Böyle güzel bir kavram (cihat) nasıl olurda kirletilir, zihinler bulandırılır. Kirletilemez. Bu kafire karşı en büyük silahtır cihat. Tabii ki herkese göre bir cihat anlayışı var. Çamura düşen altın gibi bir gün olur da asli vazifesine rücu eder inşallah.
Evet... Çanakkale'de çocuklarda şehit oldu. Analar süt kuzusu yavrularına temiz elbiseler giydirdiler ve süslediler. Son defa saçlarını taradılar. Okula değil, cepheye gönderdiler. Küçücük elleri ile gecenin karanlığında soğuk namluları tuttular. Hava o kadar soğuktu ki; soğuk namluyu biraz bırakıyor, top seslerini duyunca korkudan sıkıca sarılıyordu babasının eline sarılır gibi. Komutanı aldı onu kollarının arasına; evladım, korkma korkma dedi. Sadece babacığım diyebildi. Artık onun için korku yoktu. Küçücük bedeni kendini bırakıverdi. Komutanı göz yaşlarına boğularak tek eliyle kaldırıverdi. Ne olacak, küçük asker ya otuz ya otuzbeş okka çeker dünya terazisi ile. Ahirette ise babasının da anasının da yükünü kaldırır küçücük omuzları ile.
Küçük asker sevgiyi de bilmez, büyük ağabeyleri gibi nişanlısından ayrılmamıştır. O güzel annesini özlemektedir.
Kim Yüce Allah'ın vadine inanarak ve güvenerek malıyla ve canıyla şehit olmak pahasına düşmanla mücadele ederse, bunu yapanları Allah utandırmayacak, mahçup etmeyecek, verdiklerine karşılık ebedi Cennet hayatı ve nimetleriyle mükâfatlandıracaktır, demektedir. İşte bu ayetin ifade ettiği manaya iman, geçmişteki bütün imkânsız görülen zaferlerin ruh mimarı olduğu gibi Çanakkale zaferinin de mimarıdır. Bu gerçeği ne Batılısı ne Doğulusu, ne imanlısı ne imansızı kimse inkâr edememektedir.
Anlaşılıyor ki o insanlar ölümden korkmuyor, adeta ölüm onlardan ürperiyordu. Kalpleri iman doluydu ve Allah ile karlı bir alış-verişin zevkiyle, neşesiyle dünyanın en korkunç ve en soğuk gerçeği olan ölümün kucağına kendilerini, bir ananın kucağına atar gibi atıyorlardı.
Bugün bu ruhu, bu imanı sinemizde taşıyor muyuz? Bu çok önemlidir. Çanakkale Zaferini, sadece bir övünç meselesi olarak mı görüyoruz? Eğer bu zaferin altında yatan bu ruhu, görmezden gelir ve geçiştirirsek, bizim için artık Çanakkale zaferleri bitmiş demektir.
Rivayet olunduğuna göre; Resul-i Ekrem'e, Akabe Gecesi, Mekke'de Ensar'dan yetmiş kişi olarak biat ettikleri zaman, yani ikinci Akabe biatında, Abdullah b. Revaha "Rabb'in ve kendin için bizden dilediğini şart koş." demişti. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de: "Rabbim için O'na ibadet etmenizi ve hiç bir şeyi O'na şirk koşmamanızı, kendim için de beni; kendinizi ve mallarınızı nasıl koruyup savunuyorsanız öyle koruyup savunmanızı şart ederim." buyurdu. Onlar da "Bunu yaptığımız takdirde bizim için ne var?" dediler.
Hz. Peygamber "cennet" buyurdu. Bunun üzerine "Bu alış-veriş kârlıdır, bu sözleşmeyi ne bozarız, ne de bozulmasını kabul ederiz." dediler. Sonra işte bu âyet nazil oldu. Bir gün Hz. Peygamber, bu âyeti okurken bir arâbi geldi "bu kimin sözü?" dedi, Resulullah, "Allah kelâmıdır." diye cevap verdi. O arâbi "Vallahi bu çok kârlı bir alış-veriş, biz bunu ne bozarız, ne de bozulmasını isteriz" dedi ve gazaya çıktı, nihayet şehid oldu...
Şüphe yok ki, Allah-ü Teâlâ'nın yarattığı o canlar ve rızık olarak ihsan ettiği o mallar baştan sona Allah'ın mülküdür ve bundan dolayı Allah'ın onları satınalma yoluyla mülkiyetine geçirmesi tasavvur olunamıyacağından Fatiha Sûresi'nde "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz." (Fatiha, 1/5)'in tefsirinde de beyan olunduğu üzere burada Allah-ü Teâlâ'nın büyük bir lütuf gösterisi ile kullarını cihada ve ibadete daveti ve teklifi vardır. Bunun hakikatı şudur ki, Allah insanlara can ve mal vermiş ve onlarada muvakkat bir tasarruf ve faydalanmaya da izin vermiştir. Böylece kullar kendi şahıslarında ve mallarında geçici bir hürriyet ve mülkiyet hakkı ile yine muvakkat bir tasarruf ve faydalanmaya maliktirler.
Fakat kullar bunları sırf kendileri ve kendi rıza ve ihtiyarları adına sarf edecek olurlarsa, Allah'ın ihsanı olan nimetleri, kendileri gibi fani olan maksatlar uğruna tüketmiş olacaklar ve ondan hiç bir kâr ve menfaat elde edemeyecekler. Ecelleri geldiğinde her şeyden mahrum olarak büsbütün hüsran azabı ile karşı karşıya kalacaklardır. Halbuki Allah'ın ihsanı olan can ve malı, kendileri için ve kendi mülkleri olarak değil de hürriyetlerini ve tasarruf haklarını çok iyi kullanarak gönül rızasıyla Allah'a teslim ve Allah için ve Allah'ın emrine, Allah'ın yoluna sarfederlerse Allah onları heder etmeyecek ve kendilerini cennet ile sevaplandırarak ebedi nimetlere erdirecektir. Yani fani olan lezzetlerin Allah için feda edilmesine karşılık ebedi olan hayır ve menfaatler elde edilecek.
Fani hayat yerine baki hayat kaim olacaktır. Bir mümin Allah yolunda savaşa katılır, can verir ve o yolda malını infak ederse, bu yaptığı iş boşa gitmeyecek, ahirette ona karşılık Allah'tan cennet alacak ve başkalarının sıkıntısından uzak olarak sırf nimetlerle dolu olan ebedi mutluluk içinde yaşayacaktır. İşte böyle düzenlenmiş olan bu dünya ile ahiret, bu fani ile o ebedi ve baki aynı anda bir yerde bir araya gelemeyeceğinden, bu fani hayatı o baki hayatla değiştirme işini Allah, kulunun ihtiyarına terk etmiştir. Bu işlem, bu yer değiştirme kulun seçim ve rızası ile Allah'ın kabulüne bağlı bulunduğundan bu ilâhî muamele sanki bir değişme, bir alış-veriş imiş gibi temsilî bir üslup ile ifade buyurulmuştur. Yoksa gerçekte kulun malı da, canı da, ona karşılık olarak verilen cennet de hepsi Allah'ın mülküdür.
Aslında Allah-ü Teâlâ, kendi mülkünü, yine kendi mülkü ile değiştirecektir. Ancak bu değiştirme işlemi, cebri olmayıp yine de kulun rıza ve ihtiyarına bağlanmış olduğundan Allah-ü Teâlâ bu sözleşmenin şerefini kullarına bağışla-mıştır. Sanki zengin bir velinin kendi velayeti altındaki fakir bir çocuğa sermaye vererek onu ticarete teşvik etmek için dükkan açtırması ve başka müşteri aramayıp satacağı malı yalnızca kendisine satmak üzere şart koşup, her aldığına da kat kat kâr vermesi gibi bir alış-veriş şeklinde temsilî ifade kullanılmıştır.
Benzersiz bir lütuf ve ihsanın hukuk diliyle ifade buyurulması demek olan bu temsilî anlatımla ayrıca hukukî muamele ve sözleşmelerin temel özelliklerini belirlemeye yönelik bir sözleşme örneği ortaya konmuştur. Ayrıca hukukî muamelelerin din ve dünya işlerinde esas olduğu gösterilmiştir. Yine burada gösterilmek istenmiştir ki; hukukî sözleşmelere dayanan alış-veriş akitleri ve bu yolla elde edilecek kâr ve kazançlar, teberru ve bağış yoluyla elde edilecek gelirlerden daha hayırlı ve daha şereflidir. Beşerin hayatının ve mutluluğunun hukuki sözleşmelere riayet ve sözünde durmak gibi insanî ve ahlâkî özelliklere bağlı olduğuna da işaret vardır.
Şu halde, herşeyden önce bu sözleşmenin taraflarını belirleyerek işe başlı-yor. Bu sözleşmenin Allah katında bir icabı ve kulun imanı da bu icabın kabulü demektir. Nitekim Hz. Hasan demiştir ki, "İşitiniz, vallahi, Allah Teâlâ'nın her mümine sattığı kârlı biat; öyle ağır basan bir kefedir ki, yeryüzünde bu biate katılmayan hiçbir mümin yoktur..." Yani âyetin hükmü ve kapsamı; nüzul sebebi olarak bildirilen Akabe biatını haber vermekten ibaret değildir, bütün müminlere şamildir.
Caferi Sadık Hz.'lerinden de; "bedenlerinizin Cennet'ten başka fiyatı yoktur, onları ondan başkasına satmayınız." diye de nakledilmiştir. Şair Fuzûlî'nin
"Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil!"
" Ne nizâ eyleyelim ol ne senindir, ne benim."
demesi de bu âyetin muhtevasına işarettir.
Müminler bu ilâhî satınalmaya karşı can ve mallarını Allah'a nasıl satacaklar, denilirse: Allah yolunda savaş yaparlar, öldürürler de, öldürülürler de. Gazi de olurlar, şehid de. Söz konusu bedel Allah üzeri-ne haktır ve bu Tevrat'da, İncil'de ve Kur'ân'da verilen bir vaaddir. Yani bu alışverişin fiyatı bu dünyada peşin değil, ahirette ödenecek olan bir müeccel vaaddir. Fakat şüpheli bir vaat değil, Allah üzerine sabit bir borçtur, her şüpheden uzaktır.
Hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de Kur'ân'da sabit olmuş bir vaaddir. Hakk'ın vaadidir. Allah'dan daha ziyade ahdini tutan, sözünü yerine getiren kim vardır? Sözünden dönmek şerefli bir insana bile yakışmazken Allah-ü Teâlâ hakkında böyle bir düşünceye kapılmak mümkün müdür? Öyleyse ey müminler! Yapmış olduğunuz bu alış-verişinizle istibşar ediniz, birbirinizi müjdeleyip birlikte sevininiz, bayram ediniz.
İşte o, yani bu alış-verişinize fiyat olmak üzere size verilmesi, şahıslarınıza tahsis olunması kesin bir Hakk vaadi olan Cennet, büyük ve muhteşem kurtuluşun kendisidir. İşte o büyük kurtuluş, ondan daha büyüğü düşünülemeyen o ebedi felah ve necat işte budur.