Yaşamımız için gerekli olan nimetlerin önem sıralamasını iyi yapmak gerekir. İnsanların yaşamları boyunca gerek maddî gerek manevî dünyalarında her varlığa verdikleri bir değer ve yükledikleri bir anlam vardır. Bu değerler dünyası onun hayat görüşünü ve yaşam felsefesini belirleyici önemli bir ölçüdür. Bir insan, yüce yaratıcısı tarafından ona bahşedilmiş ve belli bir süresi olan ömrünü hangi amaç uğruna harcayıp tüketiyorsa o amaç onun ilahı olmuş demektir. Zira İlim, İrfan ve Hikmet ehli Şenel İlhan Beyefendi’nin serlevha olan şu sözüyle ifade ettiği gibi “İnsan amacının kuludur.”
Bunun için hayatımızın içinde bir şekilde yer alan maddî ve manevî herhangi bir şeyin değerinin tespitinin çok iyi yapılması gerekir. Maalesef insanlar için bunu gerçekleştirmek hayatın tuzakları içinde pek kolay ve pek mümkün olamamaktadır.
Evet, hangi varlık, kavram veya nesnenin bizim refah ve huzurumuz için ne kadar önemli olduğu, sıralamada yerinin nerede olması gerektiği ciddi bir meseledir. Bu değerler çizelgesini doğru dolduramadığınız ve sıralamayı doğru yapamadığınız zaman bu yanlışın faturası er geç gelip sizi bulacaktır. Bununla ilgili yaşamımızdan çok sayıda örnekler verebiliriz.
Nimetlerin Kıymetini Onları Kaybetmeden Bilmek Önemlidir
Ozon tabakası delinene kadar, atmosferde nasıl bir radyoaktif kalkanın olduğundan haberimiz yoktu. Kanserler çoğalınca anladık ki dünyanın gözle görülmeyen önemli bir koruma tavanı varmış. Egzoz gazları, sobalar ve kalorifer bacalarından yükselen dumanların, en önemli hayatî unsurumuz olan havamızı nasıl heba ettiğini ölümcül hastalıklar başlayınca anladık. Mesela, ekmek gibi önemli bir nimeti, ele geçmesi ucuz olunca çöplerde görmek de gayet normal oldu. Nine ve dedelerimiz ekmeğe Kur’an ayeti gibi sahip çıkar, yere düşen ekmek kırıntısını öper başlarına korlardı. Çünkü onlar kıtlık gördüler, ekmeğin ne kadar kıymetli olduğuna yaşayarak şahit oldular. Yine suyun bol olduğu ve su sıkıntısının yaşanmadığı yerlerde kimsede su israfı diye bir dert olmaz. Her zaman bulunan ve istenildiğinde kolayca ele geçen su, ne insanların ne hükümet ve devletlerin önemsedikleri sorunlar arasında yer alır. Böyle olması suyu değersiz gösterebilir ama ne zaman suyu bulmak ciddi bir sorun haline gelirse suyun gümüşten altından daha değerli olduğu o zaman anlaşılır. Temiz hava, bol güneş, doğanın korunması vs. gibi nimetlerin hepsi böyledir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün, hayatın her alanında bunun örneklerini bulabiliriz.
Anlıyoruz ki 1400 yıl ötelerden Peygamber Efendimiz’in (sav), derede akıp giden suyla abdest alırken bile onu israf etmeyin demesi mucize değerinde bir sözmüş.
İsrafın temelinde nimetleri küçük görme ve kıymetini idrak edememe gafleti vardır. Peygamber Efendimiz’in (sav) böyle önemli nimetlerin altını çizerek yaptığı uyarıları çoktur:
“Beş şey gelmeden önce şu beş şeyin kıymetini bilin: İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin, hastalıktan önce sağlığın, meşguliyetten önce boş vaktin, fakirlikten önce zenginliğin, ölmeden önce hayatın, yani dünyada âhireti kazanmanın kıymetini bilin!” (Hakim, Müstedrek)
Mutlu Olmak İçin Neye İhtiyacımız Var?
2015 yılı başlarında bir medya kuruluşu sokakta halkımız ile röportaj gerçekleştirmişti. Dikkatimi çekti. Röportajı yapan şahıs; “Mutlu olmak için yeni yıldan ne bekler siniz?” diye soruyordu. Cevaplar şöyleydi:
- Param olursa mutlu olurum, onunla tüm hayallerimi gerçekleştiririm.
-Sağlık her şeyden önemlisi, önce sağlık ve huzur isterim.
-Evlenirsem mutlu olurum. Bir işim, bir evim, bir arabam olsun yeter…
Bu cevaplar size de gayet normal gelebilir. Mümin bir topluma yöneltilen bu sorulara Müslümanların verdiği cevaplar bunlar. Bu soruları aslında herkes kendine sormalı ve cevapları ile kendini test etmeli. O zaman hayat görüşü olarak nerede durduğunu da daha iyi anlamış olur.
Ben şimdi, belki fark edemediğimiz bir yanlışlığı açıkça görebilmemiz için, aynı soruları hayal dünyamda başkalarına yönelteceğim.
Mesela bu soruyu Allah Resulü’ne (sav) yöneltsek alacağımız cevap ne olabilirdi? Eminim ki Allah Resulü; mutluluğun Allah ile birlikte olmakta, O’nun sevgisini ve rızasını kazanmakta olduğunu söyleyecek, birinci sıraya Rabbi’ni koyacak, O’nunla barışık olmanın ve Rabbi ile irtibatının sağlıklı olmasının mutluluğun birinci şartı olduğunu söyleyecekti. Bunu söylerken sağlığın, malın, evlatların, zenginliğin katkısını yok saymayacak; onları da bu bakışla, değerler çizelgesinde güzel ve doğru yerlerine koyacaktı elbette. Nitekim Resulullah’a (sav) Mekkeli müşrikler Ebu Talib aracılığıyla, bu davadan vazgeçmesi karşılığında dünyalık olarak ne isterse vereceklerini, aksi halde de ta canına kadar kast edeceklerini söylediler. Bu uyarı ve teklife aldıkları cevap şu olmuştu: “Şunu bilesin ki ey amca; güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem! Allah bu dini ya hakim kılar yahut ben bu uğurda canımı veririm.” Evet, Resulullah’ın değerler dünyasında Rabbi’ne olan sevgisi ve bağlılığı canından ve her şeyinden üstte bir yerdeydi.
Sahabelere bu soruyu yöneltsek, onlar da Allah ve Resulü’nü, onların sevgisini ve onlara bağlılığı, değerler çizelgesinde birinci basamağa yerleştireceklerdi. Ve sonra hayırlısı ile; sağlık, para, evlat, mal vs. diyeceklerdi. Önce para, önce aşk veya mal, evlat, sağlık vs. demeyeceklerdi.
Sahabeler İçin En Büyük Mutluluk Allah ve Resulü ile Beraber Olmaktı
Sahabelerin Allah ve Resulü’ne duydukları sevgi ve bağlılık her şeylerinin önündeydi. Resulullah’a (sav) hitap ederken “Anam babam sana feda olsun Ey Allah’ın Resulü!” derlerdi. Bununla her şeylerinin O’nun yoluna feda olduğunu her fırsatta ifade ederlerdi...
Köle olan Zeyd’i, dininden dönmesi için müşrikler ağaca bağlamış işkence edeceklerdi. İşkence henüz başlamadan Ebu Süfyan kendisine sordu. Tepkisini almak, belki pişmanlık duyduğunu görmek istiyordu. “Şu an senin yerinde Muhammed’in olmasını ve senin de sağ salim ailenin yanında bulunmanı ister miydin?” Zeyd’in cevabı muhteşemdi: “Allah’a yemin olsun ki ailemin yanında sapa sağlam bulunmama karşılık, Muhammed’in bu direkte bağlı olmasını değil, onun topuğuna bir dikenin bile batmasını istemezdim.” Ebu Süfyan donup kaldı, dudaklarından sadece şu sözler döküldü: “İnsanlar arasında hiç kimse, Muhammed’in sevildiği kadar sevilmemiştir.”
Hazreti Hansâ (r.anhâ) mersiyeleriyle tanınmış meşhur hanım şâirlerdendi... Cesaret ve kahramanlığıyla ün salmış bir hanım sahabe idi... Dört oğlunu, şehit olmaları temenni ve duasıyla Uhud Savaşı’na gönderdi. Dördü de şehit oldu ve şehadet haberini müjde gibi karşıladı... Her anne gibi aslında çocuklarına karşı derin bir sevgi ve şefkati vardı. Fakat onların iyiliğini öyle istiyordu ki kendisini onların varlığından bu dünyada mahrum etmek pahasına onları şehadete teşvik etti. Hazreti Hansâ’nın değerler dünyasında Allah’a ve ahirete imanı birinci sırada olmasa bu fedakârlığı nasıl yapabilirdi?
Hind binti Amr (r.anhâ) Uhud günü, Müslüman yaralıların tedavisinde hizmet etmek üzere savaş meydanına kadar giden hanımlardan biri idi. Uhud günü kocası, kardeşi ve oğulları şehit düşmüştü. Savaş meydanında şehit düşmüş yakınlarının başında ağlarken, kendini şöyle teselli ediyordu: “Allahım! Resulullah sağ olduktan sonra hiçbir felaketin önemi yoktur.”
Buhari’de geçen bir hadis şöyledir: Hazreti Ömer “Ya Resulallah! Sen bana, nefsim hariç her şeyden daha fazlasıyla sevimlisin.” dedi. Efendimiz şöyle buyurdu: “Sizden hiçbiriniz, ben onun için, nefsinden daha sevgili olmadıkça (gerçek) iman etmiş olamaz.” Bunun üzerine Hazreti Ömer; “Sana Kitab’ı indiren Allah’a yemin olsun ki elbette sen, nefsimden daha fazlasıyla bana sevimlisin.” dedi. Bunun üzerine Resulullah; “Şimdi tamam Ya Ömer!” buyurdu.
Böylece Allah Resulü, Hazreti Ömer aracılığı ile hem diğer sahabelere ve sonradan gelecek biz ümmetine önemli bir ölçüyü gösteriyor ve değerler dünyamızda Allah ve Resulü’nün olması gereken yerine işaret ediyordu.
Şimdi Müslüman olan bu topluma bu sorular yöneltildiğinde çok az kişiden sahabelerin tepkisini alabileceğimiz, Müslümanların çoğunu, bu duygulardan çok uzaklarda tamamen dünya batağına saplanmış bir şekilde göreceğimiz kesindir. Yapmamız gereken ise ciddi bir iç muhasebe ile her şeyi yerli yerine koymaktır. Tüm değerlerimizle beraber baş olması gereken insanların ayak olduğu, ayak olması gereken insanların da baş olduğu garip bir zaman diliminin, yani ahir zamanın ümmetiyiz. Her şey hadislerde belirtildiği gibi gelişti. Kendimizi ve neslimizi kurtarmak adına bir şeyler yapmalıyız. Gerçeği yalanla, elması-altını paslı tenekelerle takas edecek kadar akıllarının üstü gafletle örtülü bu ümmete de kendimize de yardım için, değerleri tekrardan yerli yerine koymalı, değer takdir duygumuzun sıhhatini yeniden gözden geçirmeli ve içinde bulunduğumuz şu değerler skalasında belki her şeyi tepe taklak etmeliyiz.
İlim İrfan ve Hikmet ehli Şenel İlhan Beyefendi’nin çarpıcı ve sarsıcı güzel bir örneği vardır. Der ki: “Farzı muhal, Allah Resulü bir mucize olarak tekrar şu dünya âlemine teşrif etse, bir aylığına Medine’ye gelse ve ümmetini görmek istediğini söylese Müslümanlar bu hadiseye çok sevinir, duygulanır, ağlarlar. Ancak içlerinden birçoğu işlerinin çokluğu nedeniyle özür beyan ederek Resulullah’ı görmeye gitmezlerdi.” Müthiş bir mikyas! Bence her Müslüman bu soruyu kendine sormalı, vicdanından gelen cevabı dinlemeli ve bu gerçekle ölmeden önce yüzleşmelidir.
Bu perişan halimizin adı “değer takdir duygusunu” yitirme, değerler dünyamızda her şeyin altüst olması, gerçek yaşamla rüyaların değişilmesi ve ahiretin varlığı hakkında ciddi kuşkuların oluşması demektir ki bunun da bir başka adı dünyevîleşme, maddîleşme ve sekülerleşmedir.
Değer takdir duygusu, Şenel İlhan Beyefendi’nin özenle üzerinde durduğu çok önem verdiği bir konudur. Bununla alakalı olarak değişik zamanlardaki sohbetlerinin belki özeti olabilecek bir şeyleri paylaşmak isterim çok kıymetli okurlarımla.
“Onlar Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Fakat Allah karşı koyulmaz kuvvet sahibi ve her şeyin mutlak galibidir.” (Hac, 22/74) ayetinde ciddi şekilde uyarıldıkları gibi kulların en büyük yanlışı; Allah’ı (c.c) hakkıyla takdir etmemek, O’nun azametini, kudretini, gücünü fark etmemekle başlar. Başta yapılan bu vahim hata; çürük temeller üzerine gökdelenler dikme veya yanlış ilmekle başlayan bir kazağı binbir emekle örme gibidir. O bina en ufak depremde yıkılır, o kazak örüldükten sonra sökülür. Bu sebeple, önce Allah’ın (c.c.) hakkını gözetmek her şeyden önde gelir. Çünkü Kur’ân ve sünnete göre Allah (c.c.) kullarını yoktan var etmiş, onlara sayısız nimetler vermiştir. Bir kul bütün bu nimetlerin farkında olarak önce Allah’ın hakkını Allah’a vermelidir.
Allah’ın (c.c.) Hakları Nelerdir?
Belki kısaca; O’na ortak koşmamak, verdiği nimetler dolayısıyla teşekkür etmek, nankör olmamak, O’nu her şeyden çok sevmek, bencil isteklerinde Allah’ın (c.c.) hakkını ve isteklerini kendi isteklerinin önüne almak, günah işlerken O’nu hatıra getirerek utanıp vazgeçmek, tabiri caizse “Bu günahı işlerken Rabbim beni görüyor, O’nu üzüp kırmayayım...” demek, devamlı O’nu zikredip unutmamak, emirlerini yapıp yasaklarından kaçmak, sev dediklerini sevip sevme dediklerinden uzak durmak… Bütün bunlar yapılırsa akabinde kulda büyük bir Allah sevgisi de oluşur. Ama maalesef ikili ilişkilerinde bencil olan, egoistçe hep kendini düşünen, hep kendi için yaşayan insanlar; Allah hakkı, Peygamber hakkı, ana baba hakkı, kul hakkı gibi şeylerin değerini bilmezler.
“Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak salih ameller ise Rabbin’in katında sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır.” (Kehf, 18/46) ayetiyle hatırlatıldığı gibi, geçici dünya menfaatleri uğruna sonsuz olan ahiret hayatında iyi bir konumda olmayı ihmal veya terk etmek de ciddi bir değer takdir zafiyetidir.
“Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru.” (Bakara, 2/201) diyebilmek ve “Dünya, ahiretin tarlasıdır.” (Deylemi) “Dünyaya sövmeyin, çünkü mümin için ne güzel bir binektir. Hayra onunla erişir, şerden onunla kurtulur.” (Deylemi) “Allah rızasını kazanmak, ahiret azığını temin etmek için dünya ne güzel yerdir. Allah rızasını kazanmayan, ahiret azığını temin etmeyen için de dünya ne kötü yerdir.” (Hakim) hadislerinde işaret edilen manaya uygun bir şekilde dünya ve ahiret dengesini orta bir yol üzerinde kurabilmek, ancak değer takdir duygusu sıhhatli kişilerin başarabileceği bir iştir.
Ama insan acelecidir, kıpır kıpır elinde hissettiği peşin lezzetleri sever. Ahiret ve maneviyat nimetlerini görmek ise basiret, feraset, akıl ve sabır ister. Öyle hemen hissedilemez. O sebeple dünyalık kullar; makam mevki sahibi insanların peşinde koşar, onları sever, onlara hâşâ Allah gibi değer verirler. Allah’a, peygambere, evliyaya, maneviyata ise hakkıyla değer vermezler. İşte bu vahim durum, aklı doğru kullanmamaktır. Açıkçası “değer takdir duygusu” zafiyetidir.
Allah katındaki amellerin kıymetini, Allah’ın kitabına ve Resulullah’ın hadislerine göre tanzim etmek ve gayretleri o yönde artırmak değerleri takdir anlamında önemlidir.
“Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 68/4) “Sizin imanca en güzeliniz, ahlakça en güzel olanınızdır.” (Hakim) “Müminlerin iman yönünden en faziletlisi ahlakça en iyi olanıdır.” (Tirmizi) ”Şüphesiz güzel ahlak, güneşin buzu erittiği gibi günahları eritir.” (Harâiti) İşte bu uyarıları dikkate alarak ibadetlerde güzel ahlakı ön sıralara koymak da doğru bir değerlendirme anlamında önemlidir.
Allah için olan az bir ameli de asla küçük görmemelidir. Çünkü o amel Allah için yapılmıştır, değerlendirmesini şanına uygun şekilde Rabbimiz yapacaktır. Ben bu anlamda müminlerin, üzerlerindeki manevi zenginliği hakkıyla değerlendirip kıymetini takdir edemediklerini görüyorum. O sebeple de kendilerini haksız yere kötü hissediyor ve dolayısıyla mutsuz oluyorlar. Bir mümin hiçbir zaman asık yüzlü olmamalıdır. Bir mümin maneviyatım yok diye mutsuz oluyorsa değer takdir duygusu konusundaki bilgisizliği ve şuursuzluğu nedeniyledir. Sebebine gelince şöyle izah edebiliriz: “En alt tabaka bir mümin ile en üstteki mümin arasında sayısız dereceler var. Diyelim ki ben en aşağıdaki bir müminim yani hiçbir iyi amelim yok, günahlarım ise çok mu çok… Bu arada ben imanımın yanında, yapmış olduğum iyiliklerimi düşünüyorum ve şunları hatırlıyorum. Bir fakire diyelim ki çok az bir sadaka vermişim, bir yerde bir Kur’ân ayeti işitip ürpermiş duygulanmışım. İşte bu halde iken ben sizlerin yanına geliyorum. Dergi elemanlarına bakıyorum ki sanki Peygamber ameli yapıyorlar ve onların mesleğini icra ediyorlar. Bu durumda, bu büyük ameli işleyen kardeşlerime karşı elbette hayranlık ve saygı duyarım. Ama onların yanında kendimi sıfır gibi değersiz de hissetmem. Niye? Çünkü benim de birkaç amelim var ve amellerin kıymetini ise Allah (c.c.) takdir edecek. O zaman o az amelim beni kurtarabilir mi, kurtarabilir. Bu konuda ümitli olurum ve işte bu ümidim beni asla mutsuz etmez. Bu değerlendirmeleri yapabilmek çok önemlidir.”
Ayet ve hadisleri iyi tetkik ederek amellerin kıymet sırasını iyi belirlemek, Allah için yapılan her bir iyiliği ve ameli küçük görmemek, bu şuurda yaşamaya çalışmak ve bu şuuru çocuklarımıza, ailemize ve çevremize de vermeye çalışmak, değer takdir duygusu yerinde olan akıllı Müslümanların, üzerinde önemle durması gereken bir konudur.
Allah’a emanet olun.