Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i ani’l münker yani “iyiliği emretmek kötülükten nehyetmek” ve tebliğ görevi sadece yetişkin ve âlimlerin görevi değil, tüm Müslümanların vazifesidir. Dolayısıyla herkesin bildiği kadarıyla tebliğ yapması ve muhatapları haramlardan sakındırmaya çalışması vaciptir, dinimizin bir emridir. Eğer bu şekilde olmazsa haram ve günahlar gitgide yaygınlaşmakta, insanlar şirk ve küfre saplanıp kalabilmektedirler. Bu durum zamanla normalmiş gibi görülebilmektedir. Toplumda yayılan yangın herkesi kuşatabilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de altmışın üzerinde ayet, tebliğ ve emr-i bi’l ma’rûf ile ilgilidir. Bu ayetlere baktığımızda Allahu Teâlâ’nın tebliğ ve emr-i bi’l ma’rûf’a ne kadar ehemmiyet verdiğini görebiliyoruz. Allahu Teâlâ ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve ‘Kuşkusuz ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?” (Fussilet, 41/33)
Bir başka ayet-i kerime’de Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“(Resulüm) Sen af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.” (A’râf, 7/199)
Peygamber Efendimiz’in (sav) pek çok hadis kaynağında geçen şu hadisi, konunun önemine ayrıca dikkat çekmektedir: “Sizden kim kötü bir iş yapıldığını görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmiyorsa dili ile engellesin. Buna gücü yetmiyorsa kalbiyle buğz etsin. Bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Tirmizi) Tebliğ Sahabe-i Kiram’ın da “hal” ve “kâl” olarak hiçbir zaman bırakmadıkları bir faaliyet olmuştur. Onlar tevhid mesajını insanlarla buluşturdukları ölçüde kendilerini mutlu hissetmişlerdir.
Tebliğ ve irşaddan uzak durmanın da ayrıca mesuliyeti vardır. Bu durumu Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle anlatır: “Kıyamet gününde bir kişinin yakasına hiç tanımadığı biri yapışır. Adam ‘Benden ne istiyorsun? Ben seni tanımıyorum.’ der. Yakasına yapışan kişi de: ‘Dünyada iken beni hata ve çirkin işler üzerinde görürdün de ikaz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.’ diyerek o kişiden davacı olur.”
Bir Davetçi Olarak Habib-i Neccar
Habib-i Neccar Hazretleri tebliğ görevini yerine getirmek için putperest bir toplumda tevhid inancını anlatmış ve savunmuştur. Bunun yanında o, gelen davetçilere destek olarak tebliğ ve irşad yolunda gayret gösterenlere destek olmanın da Allah’a itaat olduğu bilinci içerisinde fedakârlıkta bulunmuştur. Putperest Antakya halkına gönderilen ve halka davette bulunan Hz. İsa’nın (a.s) iki elçisini desteklemek üzere koşarak gelen ve insanları uyaran Habib-i Neccar, canı pahasına bu davetçilere en güzel desteği vermiştir. Bu husus Yasin suresi 13 ve 30. ayetleri arasında anlatılmaktadır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “(Ey Muhammed) Onlara, o memleket (Antakya) halkını örnek ver. Hani oraya elçiler gelmişti. Hani biz onlara iki elçi göndermiştik de onları yalancı saymışlardı. Biz de onlara üçüncü bir elçi ile destek vermiştik. Onlar, ‘Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz.’ dediler. Onlar şöyle dediler: ‘Siz de ancak bizim gibi insansınız. Rahman hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.’ (Elçiler ise) şöyle dediler: Bizim gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu Rabbimiz biliyor. Bize düşen ancak apaçık bir tebliğdir.”
Ayet-i kerimede açıkça vurgulanan tebliğ ve davet hususu yukarıda da belirttiğimiz gibi tüm müminler üzerine bir vazifedir. Bu görevi yerine getirirken bazı sıkıntı, iftira vb. durumlarla karşılaşıldığında ise kişiye düşen sabretmektir. Nitekim Antakya halkı da gelen iki davetçiye, beldeye uğursuzluk getirmek gibi bir durumla itham ve iftirada bulunmuşlardır. Ayet-i Kerime’de bu durum şöyle anlatılır: “Dediler ki: ‘Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve bizim tarafımızdan size elem dolu bir azap dokunur.’ Elçiler de ‘Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Size öğüt verildiği için mi (uğursuzluğa uğruyorsunuz?). Hayır, siz aşırı giden bir kavimsiniz.’ dediler.”
Habib-i Neccar, gelen davetçilere halkın hakaret ettiğini ve kötü muamelede bulunduğunu duyar. Koşarak şehre gelir ve halka bazı uyarılarda bulunur. Burada öne çıkan başlıklar şunlardır:
“Elçilerin sözünü tasdik ve destek.” “Davetçinin davet ettiği kişiden herhangi bir menfaat gözetmeden sadece Allah rızası için davette bulunması.” “Yaratan’a kulluk ve ibadete vurgu, sadece dille değil; mal, can ve her şeyle tebliğ.” “Ölüm ve ahiret” “Tevhid” “Allah’ın iradesinin dışında hiçbir şeyin olmayacağı.” Ayet-i kerimelerde bu husus şöyle anlatılır:
“Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Bu elçilere uyun. Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir. Hem ben, ne diye beni yaratana kulluk etmeyeyim. Oysa siz de yalnızca O’na döndürüleceksiniz. O’nu bırakıp da başka ilahlar mı edineyim? Eğer Rahman bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar. O takdirde ben mutlaka açık bir sapıklık içinde olurum. Şüphesiz ben sizin Rabbiniz’e inandım. Gelin, beni dinleyin!” (Yasin, 36/20-25)
Ölümden Korkmayan ve İncinmeyen Habib-i Neccar
Habib-i Neccar’la alakalı ayet-i kerimelerde vurgulanan bir diğer husus ise kavmi tarafından şehit edilmesidir. Can, insana Allah tarafından verilen bir emanettir. Şehitler ise diridirler ve Allah tarafından ikramla karşılanmaktadırlar. Davetçi, hassaten peygamberler ve Sahabe-i Kiram örneğinde de olduğu gibi kendisine emanet verilen canını Allah yolunda vermekten çekinmemelidir. Bir diğer önemli nokta ise Habib-i Neccar’ın, kavmi hakkındaki iyi niyet temennileridir ve onları affetmesidir. Peygamber Efendimiz (sav) Taif’te kendisini taşlayan Taiflileri affetmiş ve İslam’la şereflenmeleri için dua etmiştir. Yine O, Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi’yi affetmiştir. Kızı Zeynep’i hamile vaziyetteyken devesinden düşüren Hebbâr b. Esved’i Müslüman olduktan sonra affetmiştir. Habib-i Neccar da kavminin kendisine yaptığı zulme rağmen onları affetmiş ve “Keşke kavmim benim ikram edilenlerden olduğumu bilseydi.” demiştir.
Bu durum ayet-i kerimede şöyle anlatılır: “(Kavmi onu öldürdüğünde kendisine) ‘Cennete gir!’ denildi. O da ‘Keşke kavmim, Rabbim’in beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!’ dedi.”
Nitekim Habib-i Neccar örneği ve Peygamber Efendimiz’in hayatı, tebliğ yapan kişinin, muhatabın eza cefa, alay, kınama vb. verdiği sıkıntılardan incinmemesi, kırılmaması; sadece Allah’a sığınıp Allahu Teâlâ’nın rızasını gözetmesi gerektiğini ortaya koyan en güzel misallerdir.
Netice itibariyle tebliğ ve irşad sadece âlimlerin değil her Müslüman’ın gücü nispetinde görevidir. Bununla birlikte tebliğde şu hususlar ön plana çıkmaktadır: Kişi önce nefsine emretmeli, faydalı ise konuşmalı, faydasız konuşmadan uzak durmalıdır. Allah’ın yardımı ile bu işe girişmelidir. Nefsinin şerrinden, şeytanın hilesinden, kibirden, enaniyetten, riyadan Allah’a sığınmalıdır. Ücret ve menfaat mukabilinde tebliğ yapmamalıdır. Habib-i Neccar da tebliğ ve irşad’la ilgili Kur’ân-ı Kerîm’in kalbi olan Yasin suresinde anlatılan en güzel misallerden biridir. O, kavmini, Resulullah (sav) gibi ve diğer Resul ve Nebiler gibi irşad ve tebliğ ile cennete davet etmiştir.