Günümüz dünyasında insanları ideolojik, felsefî, pek çok bakımdan etkileyen çeldiriciler var. Bu şartlarda, günümüz insanının aklına, zihnine, gönlüne, Peygamber Efendimiz’in (sav) irfan ve hikmet boyutu nasıl aktarılabilir?
Bu, aşağı yukarı bütün asırlardaki en büyük sorunumuz, sadece bu çağa mahsus bir şey değil. Tabi bu çağda iletişim daha güçlü, daha yaygın ve daha yoğun olduğu için daha büyük bir sorun gibi gözüküyor. Ancak bütün çağlarda, mesela 14. yüzyılda da problem buydu; 14. yüzyılda da başka sorunlar vardı. “Peygamberimiz’i, İslamî değerleri nasıl anlatacağız?” diye bir sorun vardı. Yani bu problem her asırda var. Dolayısıyla bu çağa mahsus bir durumdan söz edemeyiz burada. Geçmiş asırlarda ne yapıldıysa ona benzer bir şey yapacağız, tabi tarzlar biraz değişmiş olacak. Dikkatimizi, bilgi kaynağı olarak Kur’ân-ı Kerîm’e ve hadislere vermemiz lazım. Yani Müslümanların kendi hayatlarında Kur’ân-ı Kerîm’i, hadisi, sünneti bir bilgi kaynağı olarak kabul etmeleri lazım ve bunun eğitimi için, bunun talim ve terbiyesi için çalışmalar yapmaları lazım. Nitekim Müslümanlar bunu yapıyor. Bunu daha da yaygınlaştırmak gerekiyor; yani bu çalışmaların kalitesini arttırmak, mücadelesini vermek, araçları ona göre kullanmak gerekiyor.
En iyi örnek olma şekli, insanın kendisinin yaşayarak örnek olmasıdır. Mesela, çocuklara bir şey öğretmenin ilk ve en etkili yolunun, artık babanın kendi örnekliği olduğu öğrenildi; yani baba örnek olacak, anne örnek olacak. Bu bakımdan, Müslüman nesillerin yetişmesi için mücadele etmemiz lazım. Bence işin temel esası budur.
Bu öğretim-eğitim sürecinde çeldirici şeylerden uzaklaşmak lazım. Dikkatimizi verimsiz tartışmalardan, verimsiz işlerden uzak tutmamız gerekiyor. Dikkatimizi, asıl olanı gölgeleyecek, asıl olanı ikincilleştirecek bütün işlerden uzak tutmalıyız.
Müslümanlar çok uzun bir süredir defansta, yani çok uzun bir süredir gündemi hep başkaları belirliyor. Bu böyle gittiği sürece esas meselelerimize gelemeyeceğiz. Bilimsel çalışmalarda böyle bir şey vardır; insan, bilimsel çalışmalarda çevreyi anlatırken, konuya gelme vakti bulamaz, tam geleceğim derken konu biter, süre biter veya imkânlar biter vesaire. Bence, Müslümanların doğrudan, lafı hiç uzatmadan kendi ana meselelerini anlatmaları ve tartışmaları lazım.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Bertrand Russell isminde bir İngiliz filozof, BBC’de felsefe konuşmaları yapıyor. Temel iddiası şu: “Avrupa medeniyeti pek çok kriz yaşadı, pek çok sıkıntı yaşadı. Bu da yaşadığımız krizlerden birisidir, bu da geçicidir. Yani kimse moralini bozmasın.” Avrupalılar veya İngilizler ona “Lüzumsuz bir şey yapıyorsun…” demediler. İşte bizim de böyle bir duruşta olmamız lazım. İslam’a dair, büyük düşünürlerimiz üzerine, yetiştirdiğimiz büyük şahsiyetler üzerine çalışmalar yapmalıyız ve kimse bunlara “Bunlar lükstür.” dememeli. Esas lüks olan, vaktimizi tükettiğimiz diğer işlerdir.
Ana mesele derken kastınız nedir?
Saidi Nursi’nin çok güzel bir sözü var: “Ana meselemiz hep imandır, buna bağlı olarak ahlaktır, ona bağlı olarak ibadet alanıdır.” Yani dikkatimizi buraya vermemiz lazım. Eğer ortada iman yoksa konuşmalarımız imana dair değilse biz, Müslümanların sosyal hayatını müdafaa ederek, mücadelesini vererek bir şey yapamayız. Bizim ana meselemiz imandır ve imanın anlamıdır. Ana meselemiz Allah’tır. Dikkatimizi Allah’a vermemiz lazım, Allah’a dair bilgiye vermemiz lazım. Dikkatimizi ahlaka vermemiz lazım. Yani yeryüzü nereye gidiyor olursa olsun, bilmemiz lazım ki biz ahlaklı olmadığımız sürece bu işleri çözemeyiz. Yani herkesin kişi olarak buna ikna olması lazım. Bu konuda talim, mücadele etmek lazım.
Mesela, iki Müslüman bir araya geldiği zaman konuşmaları iman ve ahlak üzerine değil. Ayet-i kerîmede, “Andolsun zamana ki insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir.)” (Asr Suresi) buyruluyor. Birbirimize Hakk’ı tavsiye etmiyoruz, sabrı tavsiye etmiyoruz, yani temel meselemiz bu değil. Bir araya geldiğimizde, okuduğumuz haberleri birbirimize tekrar tekrar anlatıyoruz, sürekli bizim dışımızdaki dünyayı çoğaltıyoruz.
Tasavvuf, varlığı anlama ve anlamlandırma noktasında başlı başına bir kaynak. Tasavvufun verdiği evrensel mesajdan en güzel şekilde nasiplenmek, bir irfan yolcusunun en önemli talebi ve bu talep de çok önemli bir giriş kapısı. Bu konuyu değerlendirir misiniz?
Tasavvuf imandır, ahlaktır. Tasavvuf, aslında iman ve ahlakı sahihleştirmek demek. Yani bütün meselesi bu ikisidir. Tasavvuf, marifetullah ve marifetun nefs’tir; yani insanın kendini tanıması, bunun neticesinde Allah’ı tanımasıdır. Hepimizin buna ihtiyacı var. Ahlak ihsandır. Peygamber Efendimiz öyle tarif ediyor: “İhsan, Allah’ı görür gibi ibadet etmektir.” Allah’ı görür gibi ibadet etmek demek; riyakârlıktan, kibirden, bencillikten uzaklaşmak demektir. Bunlar İslam’ın temel değerleridir. İki milyar Müslüman bunların hepsini kabul etmek ve mücadelesini hep buna göre vermek zorundadır.
“Nereden geldik, nereye gidiyoruz, ne yapıyoruz, nereye varacağız?” Böyle düşünmeye başladığımız zaman ahlak ortaya çıkıyor. “Allah kim, biz kimiz?..” böyle düşünmeye başladığımızda ahlak ortaya çıkıyor.
Tasavvuf ehlinin aşka bakışını anlatır mısınız?
Aşk, günlük hayatta kullandığımız ve çok sevdiğimiz bir kelimedir, sûfiler de bunu çok kullanırlar. Fakat sûfiler aşkı hiçbir zaman günlük hayatta kullandığımız manada kullanmamışlardır. Tasavvufta aşk demek, Allah’a bağlılık demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle diyor: “Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” Bundan dolayı aşk bir iddia, yani Allah’ı sevmek bir iddia. Bunun ispatı Resulullah’ın sünnetine uymaktır. İddia burhan ister, delil ister. Bir mutasavvıf aşktan söz ettiği zaman, aşktan konuştuğu zaman, hemen hayatını sünnete göre tanzim etmeye başlıyor; çünkü delili o. Yani başka bir şekilde bu aşkın maksada ulaşması mümkün değil. Herkesin bunu iyi bilmesi lazım. Aşk kelimesi tasavvuf metinlerinde asla “kadın-erkek”, yani mecazi aşk anlamında kullanılmaz. Aşk kelimesi mutlaka kuvvetli iman anlamında kullanılır. Allah için fedakârlık yapmak anlamında kullanılır. Bir de Allah’tan dolayı tabiatı, insanı, cemiyeti, toplumu sevmek vardır. Bu da aşkın neticesidir, aşkın kendisi değildir.