İslam dinini dikkatle incelediğimizde görürüz ki öncelikle inanan her bireyi, maddi ve manevi kirlerden arındırarak onları güvenilir bir mümin olarak inşayı hedefler. İslam, kişilerin inşası devam ederken oradan topluma yönelir. Zira sosyolojik bir gerçekliktir ki temiz bir toplum ancak, kötülüklerden arınmış, birbirini seven, birbirine güvenen, birbirinin hak ve hukukunu, gerek huzurunda gerekse gıyabında, koruyup gözeten güzel ahlaklı bireylerden oluşabilir. Zira bireylerde olması gereken bu vasıflar, onlardan oluşacak İslam binasının tuğlalarını birbirine bağlayan yapıştırıcılar gibidirler. Açıkçası asgari düzeyde de olsa toplumu oluşturan her bireye, öncelikle sevgi, saygı, güven, hoşgörü, merhamet, yardımlaşma, adil olma, doğruluk, dürüstlük gibi ahlakî vasıflar kazandırılmadan, sağlıklı bir toplum oluşturmak mümkün değildir. Nitekim insanlık tarihinin en güzide toplumu olan Asr-ı Saadet toplumu, Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) önderliği ve rehberliğinde işte bu şekilde önce fertlerin, sonra toplumun maddi ve manevi terbiye ve tezkiyesi şeklinde tedricen oluşmuştur.
Farz edelim ki; binbir emekle temiz bir toplum oluşturdunuz, peki bu kadarı yeterli midir? Hayır!.. Zira, binbir emek, özveri ve gayretle oluşturduğunuz temiz toplumun bu halinin, her zaman ve zeminde korunması da onun inşası kadar mühimdir. Bu nedenle en son ve en mükemmel din olan İslam dini, hiçbir dini inanışta görmediğimiz bir şekilde bu birliği hem en sağlam bir şekilde oluşturmaya, hem de bu birliği bozabilecek her türlü zararlı duygu ve davranışa karşı onu korumaya yönelik çok önemli ahlaki önlemler ve tedbirler vaaz etmiştir.
Sosyal dokunun sıhhatini belirleyen en önemli duygu, sevgi duygusudur. Bu nedenle toplumu oluşturan fertlerin birbirlerini önce sevmesi, sonra da bu sevginin sürekliliği çok önemlidir. Çünkü, sevgiden kardeşlik, kardeşlikten ise merhamet, hoşgörü, yardımlaşma, güven, fedakârlık gibi sosyal dokuyu hem koruyan, hem de besleyen çok güzel yeni duygular ortaya çıkar. İşte bu nedenledir ki İslam, sevgi ve kardeşliğe çok önem verir. Nitekim bu sözümüzün teyidi, İslami kaynaklarda sevgiye dair pek çok eserin ve yine hakeza âyet ve hadis-i şeriflerin varlığı ile ortadadır.
O halde bir toplumun huzurlu bir toplum olması ve öyle de kalması için, bireyleri birbirine bağlayan en güçlü bağlardan olan sevgi bağının, önce oluşturulması sonra da büyütülmesi ve korunması çok önemlidir.
“Yaşadığımız toplumda bu çok önemli duygunun azaldığının ve akabinde toplumu sevgisizlik, kıskançlık, bencillik, öfke, kin, düşmanlık gibi negatif duygularının sardığının en belirgin alameti nedir” diye kendimize soracak olursak, bunun cevabı olarak diyebiliriz ki: Gıybet, dedikodu, laf taşıma, su-i zan, tecessüs, mahremiyete tecavüz gibi sosyal dokuyu zedeleyen, hasta eden manevi virüslerin bir pandemi gibi her yere ve herkese yayılmasıdır.
Bu nedenle özellikle bir toplumun içinde gıybet eden, laf götürüp getiren, insanların kusurlarını araştıran, onların gizli günah ve hallerini öğrenmeye çalışan ve sonra da bunları toplum içinde paylaşan kişiler, tehlikeli insanlardır. Bunlara engel olmak, sağlıklı bir toplumun inşası için olmazsa olmaz derecede gereklidir. Yani gıybet hastalığı asla hoş görülebilir bir huy, masumca bir davranış, zararsız boş bir gevezelik değil, kesinlikle kaçınılması gereken büyük bir hastalıktır.
Bu konuyla ilgili önemli bir ayet şöyledir: “...Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Hucurat, 49/12)
Şimdi bu ayetin mesajını daha iyi anlamak için ölü kardeşinizin etinin, bir tabakta önünüze getirildiğini ve bunu yemeğe davet edildiğinizi düşünün. Asla yiyemezdiniz ve eminim ki düşüncesi bile midenizi alt üst ederdi. Herhalde, bir mümin için kardeşlerinin arkasından onları çekiştirmenin, küçük düşürmenin, kınamanın, itibarlarını zedelemenin, kısaca gıybetlerini yapmanın ne kadar iğrenç, kötü bir şey olduğu, bundan daha iyi bir misalle, akla ve duygulara eminim ki kazınamazdı.
Peygamber Efendimiz de (s.a.v.) bu konuda bizlere önemli uyarılarda bulunmuştur: “Zandan sakının. Çünkü zan, sözlerin en yalanıdır. Birbirinizin eksikliğini görmeye ve işitmeye çalışmayın. Özel hayatlarınızı da araştırmayın. Birbirinize haset etmeyin. Birbirinize arkanızı çevirip küsmeyin. Birbirinize nefret ve düşmanlık da beslemeyin. Ey Allah’ın kulları! Birbirinizle kardeş olun!” (Buhârî, Edeb, 57)
“Ashâbımdan hiç kimse bana bir başkası hakkında (beni rahatsız edecek) bir şey iletmesin. Zira ben sizin karşınıza (hakkınızda her türlü güvensizlikten) salim olan bir kalple çıkmayı arzu ediyorum” (Ebû Dâvûd, Edeb, 28)
Gıybetten sakınmaya gösterilen hassasiyetin iyice anlaşılması adına Asrı Saadet döneminden güzel bir örnekte şöyle: Hanımları arasında, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) çok düşkün olan Hz. Âişe, Resulullah’ın diğer eşi Safiyye’nin boyunun kısa oluşunu eliyle ima ederek, “Ey Allah’ın Resûlü, sana Safiyye’deki şu hâl yeter.” demiştir. Bu sözler karşısında Allah Resûlü (s.a.v.), hemen Hz. Âişe’yi ikaz ederek, “Ey Aişe, sen öyle bir söz söyledin ki, o söz denize karışsaydı denizin suyunu bozardı.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 35)
Hadis-i şerifte verilen örneğe göre gıybet, işlenmesi kolay ama neticesi itibariyle, koca bir denizi zehirleyecek kadar vahim sonuçları olan bir günahtır. Nitekim sonuçlarına baktığımızda kardeşlik bağlarına en büyük zararı veren hastalıkların, gıybet ve benzeri günahlar olduğunu görürüz. Gıybet aynı zamanda ciddi bir kul hakkıdır. Yapılan şey, gıybeti yapılan kişinin bir eşyasını çalmaktan farksızdır, çünkü gıybetini yaptığınız kişinin aslında toplum içindeki itibarını, saygınlığını, güvenilirliğini de çalıyorsunuzdur.
Bu konuda, gıybet eden kişiyi aldatan şu yanlışı da hatırlatmakta fayda var. Gıybetini yaptığımız kişinin arkasından konuştuğumuz şeylerin, o kişinin gerçekten yaptığı hatalar veya kusurlar olması veya konuşulanların yeri geldiğinde yüzüne de söylenebileceğinin düşünülmesi, o kişinin gıybetini yapmamız konusunda bizi suçsuz ve günahsız yapmıyor. Zaten yapmadığı şeylerle itham etmek gıybetten daha büyük günah olan iftira kapsamına giriyor. Kısaca gıybet, her ne şekilde olursa olsun, bir kişinin duyduğunda üzüleceği, kalbinin kırılacağı, hoşlanmayacağı; onu aşağılayan, küçümseyen, şeref ve haysiyetini yaralayan imalar ve sözlerle arkasından çekiştirilmesi anlamına geliyor.
Böyle büyük bir günah ve hastalık maalesef ki günümüzde bir eğlence unsuruna dönüşmüş durumda. Tecessüs ve dedikodu faaliyetleri, özellikle iletişim araçları ile merak ve ilgi uyandıracak tarzda sunularak, buradan âdeta bir gıybet sektörü oluşturuldu, sosyal yaşamda yaptığı tahribat ise hiç ciddiye alınmıyor.
Faiz ticaretin normali haline geldi, zina, yasak değil birbirini seven iki kişinin kendi tercihi oldu, gıybet, dedikodu ise dostlar arası muhabbetin tatlısı, çerezi haline geldi. Bütün bunlardan tevbe edip dönmeden şu günlerde şikâyet ettiğimiz zorlukların geçmesini beklemek anlamsızdır. Zira “Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.”. (R’ad, 13/11) ayeti bu beklentimizin normal olmadığını söylüyor.
Bu konuda sözü yine fazla uzatmadan kıymetli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin gıybetin zararlarını ve psikolojik nedenlerini çok güzel izah ettiği özlü yazısı ile sizleri baş başa bırakıyorum. Allah’a (c.c.) emanet olun.
“Gıybetin haram olduğunu sanıyorum bilmeyen bir Allah’ın kulu yoktur…
Ancak, şu da bir gerçek ki, en takva geçinen kişilerin, gece gündüz ibadet yapan âbitlerin ve hatta derinliği ve veliliği kimseye vermeyen büyük isimli âlimlerin bile, çoğunlukla vazgeçemediği ve tevbe etse de sebat edemediği, çok tehlikeli bir tuzak gibi insanları avlayan, yanıltan, fitnelere, kavgalara, dostlukların bozulması, yuvaların yıkılmasına sebebiyet veren; zinadan büyük olmasa da, kesinlikle ondan daha tehlikeli, daha zararlı ve daha aldatıcı bir büyük günahtır!..
Zinadan daha tehlikeli olma sebebi ise, tehlikelerinin yanında, insanların gıybeti pek önemsememesi ve sanki günah değil de, mübah rahatlığında kolayca işlemesidir! Evet işte beni endişelendiren en önemli mesele kesinlikle budur!..
Çünkü, günahı hafife almak, insanı dinden imandan eden küfürden başka bir şey değildir…
Ben şu yaşıma geldim, gıybetten, korkuyla ve gözyaşları içinde tevbe eden hiç kimseyi görmedim!
İşte bana göre Müslümanlardaki bu psikoloji, ürkütücü ve gazabı ilahiyi davet edici bir ruh halidir…
Peki ama neden insanlar bir türlü vazgeçemiyor bu illetten?
Sebebi: Bu illetin arka cephesinde gizli!
Yani gıybetçinin psikolojik anlamda, kendi iç dünyasında hissettiği değersizlik duygusuna sebep olan günah ve hataları, başarısızlıkları ve bilinçaltı yadsımaya ihtiyaç duyduğu kendi gözündeki her kusurunu; başkalarına yadsıyarak ve onlara bir bakıma kirliliklerini transfer ettiğini sanarak rahatlamaya çalışma hastalığı yani, artık gıybet günahının onun için mutlu olmak veya huzura kavuşmak için zaruri bir sebep veya ekmek gibi, su gibi bir ihtiyaç olma marazına yakalanmasıdır!.. Daha açığı, tevbe etse bile yalama olmuş cıvata dişleri gibi tutması artık imkânsızdır ama acilen tedavisi yapılması gereken şiddetli bir hastalığa yakalanmış olması ise, yine gün gibi zahir olmuştur ve kaçışı da yine imkânsızdır…
O halde bu durumda olan her hasta Müslüman, acil bir sahte olmayan mürşit bulmalı (Tabi bu zamanda bulana aşk olsun) veya tevbe ile beraber özel bir nefs mücahedesi ile kendini tedavi edip, ondan sonra da hakiki bir pişmanlıkla tevbe ederek bu illetten ebediyyen kurtulmalıdır…”