Asrın en büyük davası nedir?
Kur’ân ve Sünnet ışığında hiç değişmeyen “gerçek” ve “mutlak hakikat” neyse dava her zaman odur. Bu değişmez… Bu kavramlara muğlak anlamlar yükleyerek yani aslında mahiyeti hakkında düşünmeden asla yol alınamaz. Çünkü muğlak anlamların muğlak sonuçları olur. Biz ise bir davanın peşindeyiz. O nedenle bu asırda bizi bu hakikate ulaştıracak konu, bu asırdaki davamızın ta kendisidir. Önemli olan, yerinde saymamak, yol almaktır. Düşmanlarınız kendilerini size göre tanımlamaya başladıklarında kendi davanızda bir yol aldığınızdan bahsedebilirsiniz… Ya da kendi başarılarınızı ve yenilgilerinizi kendi değerleriniz açısından gözden geçirdiğinizde vardığınız sonuçlar sizi sağlam ve güvenli, tedbirleri içinde, yeniliğe açık bir yola çıkartıyorsa yine kendi davanızda yol aldığınızı düşünebilirsiniz… Hedefleriniz ya da söylediklerinizin insanda, dünya toplumlarında bir karşılığı varsa yine kendi davanızda bir yol aldığınızdan bahsedebilirsiniz… Bunun tam karşılığı “toprağa tohum ekmektir.” İletişim çağında düşünceleri hayata geçirmek çok zor değildir ama daha büyük akıl ister…
Davalar “inanmış insanların” sırtında yükselir. Yani idealleri olan insanın… İdeallerini dava edinmiş adamların… “Nasıl?” ve “Niçin?”e gelince; inanan bir yürek ânı kurtarma peşinde değildir. Onun yürek genişliği, her şeyden önce insanlığını korumaktan, ahlakını geliştirme, ülküleri en kâmil manada gerçekleştirme idealinden hiçbir zaman kopmamakta ve hatta her zaman fikirlere, düşüncelere açık yapısıyla da her tür düşünceyle yüzleşmeye açık… Kendine olan güveni, onu hiçbir şey karşısında küçük düşürmeyecek kadar büyük, çünkü “inanıyor ve üstün…” Allah’ın (c.c.) adalet ve merhametinin yeryüzünde temsilcisi bir yürek… “Büyük davayı” taşıyabilecek bir yürek… Ne elitist ne indirgemeci, her zaman hakikat kokan bir dava, hakikatin her tarafına sindiği insanların davası… Bir şeyin bitmesi ya da başlamasıyla alakalı olmayan, kendisi hiç bitmeyecek bir dava… “Doğrusu bu” diyen bir sesin onayıyla yol alan bir dava… “Büyük omuzların” sırtında taşınabilecek bir dava… Adı konmamış dava olur mu derseniz, Kur’ân ve Sünnet ışığında adını biz koyacağız… Popüler başlıkların reddinin ya da kabulünün kolaylığı gibi ucuz kolaycılıklara düşmeden, tüm ciddiyetiyle, gerçekten inanarak… Çünkü bu dava “inanmışların davası…” Ne kendisinden önce ne kendisinden sonra “tazeliğini yitirmeyecek” bir dava… Davamız var olduğu için bizi var eden bir dava…
Necip Fazıl Kısakürek, Gençliğe Hitabesi’nde bu davanın gençlerin güçlü omuzlarında yükseltilmesini ister ve herkesin kendi üzerine düşeni yerine getirmesi kaçınılmaz olduğundan “Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını gediğine koymaktan” bahseder:
“Kim var?” diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert “Ben varım!” cevabını verici, her ferdi “Benim olmadığım yerde kimse yoktur!” fikrini besleyici bir dava ahlakına kaynak bir gençlik…
“Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispetle usule, stratejiye uygun bir gençlik…”
“Tek cümleyle, Allah’ın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlarıyla manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak ve O’ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve O’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik…”
“Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil! Allah’ın selâmı üzerine olsun…”
Bütün bunların kaynağı bellidir. Son Nebi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in “İslam her eve her çadıra girecektir.” müjdesi… Bu müjdeyi baş tacı edenler ancak ümmet olabilir, millet olabilir… İnanan gönüllerde, hangi milletten olursa olsun, inanç kardeşini baş tacı etmek vardır. Onunla bölüşmek vardır. İnanç kardeşiyle yol arkadaşlığı vardır. Onun başına bir şey geldiğinde içi burkulmak, üzülmek vardır. Onun sevinciyle sevinmek vardır. Allah’ın (c.c.) yeryüzünde inanan kullarından muradı bu olduğu içindir ki, “La ilahe illallah” lafzı, ancak böyle gerçek anlamını bulur. Yoksa sadece malumu ilan değildir… Hepsi “kulluk sözleşmesine” dâhildir.
Asrın en büyük davası “bir davaya inanmış adam” olmak davasıdır. Bunun içine her şeyden önce aidiyet duygusu, mensubiyet şuuru girer. Aidiyeti olmayan insan, çıplak dolaşan adam gibidir. Elbisesi, rengi, ruhu yok… Devamında insanı sevecek ki, kendi davası uğruna fedakârlık yapacak bir ruh halini korusun, geliştirsin, Allah katında amele dönüştürsün. Yoksa niçin tebliğ aşkı olsun ki… Nasıl yapacak, insanı sevmeden, kendini sevmeden, insana ve kendine değer vermeden… Bu ne soğuk bir kirlilik ki, içinde sevgi yok… Evet, sevgi yoksa hased var, riya var, bencillik var… Böyle bir dava adamını, en ucuz davalarda dahi göremezsiniz… Dolayısıyla temsil kabiliyeti yok… Sadece kendini temsil ediyor, herhangi bir davayı değil… Örneği Peygamber ahlakı olmayanın aidiyeti, temsil kabiliyeti olmaz, sadece içi boş bir “fısıltı.” Aidiyet olmadan, kime ve neye üzülecek, neyi dert edinecek… Bugün pek çok insan var ki, Hristiyan’a üzülüyor, Budist’e üzülüyor, ama sıra yeryüzünde “Ben Müslümanım” diyen kim varsa, ona karşı ön yargılı ve hatta “timsah gözyaşları” içinde, kendi davasına karşı oldukça riyakâr… Ve ilk fırsatta “satacak” kadar da fedakâr(!) ve omurgalı(!)…
Bir derdi olanların “derdi ne?”
Bir derdi varmış gibi olmakla derdi olmak arasında büyük fark var. Çünkü bugün bir “davası” olmayanın, İslam’a ait tüm değerlerini gözden geçirmesini kaçınılmaz kılacak bir durum bu. Niye okuyoruz, niye konuşuyoruz, niye düşünüyoruz konuları dahi, bir hedeften arınmış ya da bağımsız olursa, bugün bunun anlamı nedir? Bunun adını “ihlas” koymaya kalkışanlar, muhaleset ahlakına dair oturmamış yapılarını bir kez daha gözden geçirmek durumundalar. Ne yapmak istiyorlar, nasıl yapmak istiyorlar? Yapmak istedikleri ya da yapıp eyledikleri şeyler, Müslümanların ya da başkalarının zihinlerinde, ahlaklarında, gidişatlarında ne tür bir değişiklik yapıyor ya da yapma kudretine haiz?.. Bütün bunlar aslında İslam dünyasının genelinde fert fert yapılması gereken bir sorgulamanın sadece başlangıç cümleleri olabilir. O da, durduğu yeri tespit bakımından… “İslam dünyasının durumu” sorgulaması da kendi adımıza sorumluluklarımızı kuşanmak noktasında yapılan bir sorgulamadır. Çünkü kimsenin iyilik ya da kötülük halleri, bu sorgulamanın cürmünü hiç kimse adına hafifletmez. Bir büyüğümüz “Yeni başlıyoruz.” demişti… O nedenle bu sorgulama, söyleyecek sözü, yapacak işi olanlar içindir, “yatanlar” için değil… Günübirlik gruplaşmaların siyasi yansımaları hep vardır. Ama bu sorgulama bunun da ötesinde anlamlar taşımalı ki, kuşatıcılığı olsun, parçalanmışlıklardan nasibini almasın, birleştirici olsun… Herkesi düşündürsün, harekete geçirsin… “Uyandırsın…” Kültürel farklılıkların ötesinde bir muharrik güce dönüşsün… Aksi halde İslam dünyasının durumunu “içler acısı” kelimesinin ümitsizliğe sevk eden sınırlarında bir tespite mahkûm eylemiş oluruz ki, bunun da hiç kimseye bir faydası olmaz; ne harekete geçirir ne de besler ve büyütür…
Her şeyden önce inanan insanların Allah’a (c.c.) güvenmesi, hayırlı sonuçları Allah’tan umma ve beklemeyi bilmesi gerekir. Ama bunun için dahi her inananın kendine dert edindiği, davaya yol aldırıcı bir işi ve kendi özelinde dert edindiği bir davası olmalı. Olmalı ki, sonuçlarını Allah’a bağlayabilsin, O’ndan umsun, O’na yaslansın, O’ndan yardım istesin, O’na dayansın… Tek cümleyle içinde ve dışında bunu başarması gerekir. Her inananın, “Allah” deyince öncelikle durup düşünmesi gerekir. Allah, inanan ve inanma ihtiyacında olan bizler için sadece metafizik hazların kaynağı değildir. Olmuş olacak her şeyi bilen, olayların ardındaki gerçek fail ve müsebbip, her şeyi nasıl murad ediyorsa öyle olan, “ol” deyince olduran “sınırsız güç”tür. Her şeyi yoktan var eden ve her şeyi yeniden yok edip yeniden var edecek ve hesaba çekecek olan “mutlak kudret”tir. Her şeyi yapma kudretinde olduğu halde bizi “sınayan”dır. Herkesin imtihan şartları kendine özel olduğu halde, insanların kalbini aynı sevgiyle birleştirendir.
Alparslan’ın derdi neydi?
Alparslan’ın derdi neydi derken, İmam-ı Rabbanî’nin, İmam Gazalî’nin, Abdülkadir Geylanî’nin derdi neydi diye düşünmek lazım. Selahaddin Eyyubî’nin de derdi aynıydı… Bu dert onları bir ömür boyu uykusuz ve dert sahibi yaptı. Dertlendiler… Ama hiç yakınmadılar… “Allah’ın yardımı” sözünden başka söz çıkmadı ağızlarından… Normal olan, günümüz problemlerinin, günümüzün düşünürlerini, bilgelerini, âlimlerini, Allah dostlarını ortaya çıkarması, onları sahaya davet etmesidir. Bu anlamda, günümüzün dertlileri kimler acaba? “Çıkılan bir yol” var mı? Ya da yol üzerine konmuş “ilahî murad ne?” Tarihte insanların ülküleri vardı, Osmanlı’da bunun adı “Kızılelma” idi. Selahaddin Eyyubi’de Kudüs’tü… Alparslan’da diyar-ı Rum’du, Anadolu idi… İster gönüllerin fethi, ister cihadla fethedilmiş fiilî fetihler olsun, hepsinde, fetih ruhuyla geldikleri topraklarda ancak fetih ruhuyla kalınabileceğinin bilinci vardı. Onlar hep, attıkları her adımda inanmışlığın vakarını, izzetini, şerefini, müjdesini düşünerek hareket ettiler. “Gayret bizden tevfik Allah’tan” dediler. Bereketi bunda umdular ve yaptıkları her iş bereketlendi. Liderlerini seçerken titizlendiler, istişare ettiler. Liderin söylediğini yerde bırakmadılar. İnanmış gibi yapmadılar, inandılar… “Allah kalbimizi biliyor” derken, bu söz, kendilerine imanlarını itiraf etmek içindi. Başkalarını riyakârca gönüllemek ya da onların gözünde bir yer edinmek için değil… Davasına inandığı için, arkadaşı yaşasın diye ölmeyi de bildiler, gerektiğinde layıkıyla öne çıkmayı da… Görev, sorumluluk, hak ilişkisi, zihinlerinde netti. Dünyevi bir hesap ya da ikbal uğruna değerlerini asla pazarlamadılar. Birbirlerine güveniyor ve birbirinden emindiler. Kafalarında tabir yerindeyse bir “değerler yönergesi” vardı. Sınırları biliyordular. Gerektiğinde muaheze edilmekten, yargılanmaktan çekinmediler. Birlikte muhasebe yapabiliyorlardı. Çünkü bir “dertleri/davaları” vardı ve onu “dert edinmiştiler.”
Bu zamanın farkı ne?
Bu zamanın farkı, kendi değerlerine olan bağlılığın azalması nedeniyle içinde hak, adalet adına çağlayan düşüncelere, başka felsefe ve ideolojilerden referanslar edinmeleri… Kendi örnek rol modellerini güncel boyutta yetiştirememiş olmaları… Kendi ana caddelerini ve ana gündemlerini yitirmiş olmaları… Kendi değerlerindeki bütünselliği ilmik ilmik anlamak ve mücadelesini vermek yerine, yanlış örneklere sapmaları… Kendi özlerinin ilmi, fikri temelleri üzerinde yeterince tefekkür etmeyip, güncel karşılıklarını ortaya koymamaları… Yaşanılan dönemin insan tipini layıkıyla tanımamış ve tanımlamamış olmaları… Ve tüm bu halleriyle “kendi bacaklarına sıkan adam”, “bindiği dalı kesen adam”, “üzerinde oturduğu hazinenin farkında olmayıp dilenen” durumuna düşmüş olmalarıdır. Bazıları akademiyi, bazıları kelamı, bazıları felsefeyi ön plana çıkarıyor. Hiçbiri tek başına toplumu ayağa kaldırma ya da insanı inşa etme kudretine haiz değil… Her birinin de insanların şahsında, büründüğü kendinden menkul bir “kılık” var. İnsanlara içindeki özü değil, kendi şeklini ve usulünü dayatan bir yapıya sahip. “Mızrağın çuvala sığmadığı” yerlerde ise insan ihtiyaçları açısından cazip bir sunuma sahip değiller. Çünkü “bütüne dair” bir kuşatıcılıkları yok. Bunun da nedeni, insana dair bütüncül bir tespite kapı aralamadan sunulmaya çalışılmaları… Kendi içinde taşıdığı estetik ve esnekliklere günümüz insanının çok ihtiyacı olduğu halde, bunun gizli bir hazine gibi saklanıyor olması. Ana hatlarının ise riyakârca ve pazarlamacı ya da dayatmacı bir sığlıkta sunulması. Kendi içinde sürekli kavga eden bir yapıya dönüşmüş olması da cabası… Oysa o sakladıkları ya da bulamadıkları şeyin içinde, her devirde insana yetecek olan fıtrat dini İslam’ın, günümüz insanına yetecek incelikleri var. Sadece düşünemedikleri ve açıklayamadıkları için “yok” muamelesi yapılan alanlar bunlar… Tüm bunlar geçmişte kendi ilmi usulleri içinde yol almış ekoller… Hatta birçoğu, geleneğin içinde “irfana” dönüşmüş ve toplumlar bundan alabildiğine istifade etmişler. Bugün ise bunları anlatacak güvenilir bir “ağza” ihtiyaç var. Herkesin bildiği doğrular bazen hangi ağızdan çıktığı ile de ayrı bir anlam kazanıyor, şekilleniyor. “Ben seni anlıyorum, senin ihtiyacın olan şeyi biliyorum.” ilmine ve özgüvenine sahip bir ağız… Merhametli bir ağız… Çağı okuyan, insanı anlayan bir ağız… Günlük kısır tartışmaların dışında bir ağız… Güvenini kaybetmişlere güven verecek bir ağız… Çünkü asıl tebliğimiz, güvenirliliğimizdir… Dürüstlüğümüzdür…
Oysa inanan insanların ellerinde öyle ilahî bir koz vardır ki, geleceğe dair müjdeli haberlerden tutun da “duruş” ifade eden tüm müspet tutumların açıklanmış olması yeterince yol aldırıcıdır. Üstelik insanın ilahî olanla bağı, tüm bunları anlaşılır kılmaktadır.
İnsanlar, siyasî iradeler, haklı olarak, kendi ülkelerinin varlık ve beka derdine alabildiğine düşmüş, düşürülmüş durumdayken, İslam adına duruşları ancak bir savunma duruşunu korumaya yeterken maalesef bu toplulukların kendi iç dinamizmlerini sağlamak adına ortaya koyabildikleri yeni bir söylem, veri, duruş olmadığı çok aşikâr. Dünyada pek çok ülkeye kendi geleceklerini belirleme hakkını çok gören bir askeri ve ekonomik tahakküm de var. İnsanoğlunun aç gözlülüğü ve güvensizliği… Böyle bir ortamda, ancak “dava sahibi olanlar” yol alabilirler. Bir dava zaman zaman unutuluyorsa “dava olmaktan” çıkmış demektir. Artık o sancağın taşıyıcıları farklıdır ve yeryüzünde o sancak hiç sahipsiz kalmamıştır. “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah öyle bir kavim getirecektir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı vakarlıdırlar; Allah yolunda cihad ederler ve hiç kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah’ın lütfu geniştir; O, her şeyi bilir.” mealindeki Maide Suresi 54. ayet, bu davaya sahip çıkacak olanların çok imrenilesi makamını anlatmaktadır. Çünkü bu dava, Hz. Peygamberin (s.a.v.); “Sağ elime güneşi, sol elime ayı verseniz yine de davamdan vazgeçmem.” dediği davadır. Adını bizim koymak istediğimiz dava ise, yukarıda anlatılanları gerçekleştirme yolunda ilmen, fikren, fiilen ne gerekiyorsa bunu akletmek ve başarmak davasıdır vesselam… Tüm bu idealler ise hiçbir zaman olmadığı gibi, bu zamanda da asla lidersiz olmaz…
“Yüce Yunus gönüllü, Hz. Ali pazılı lider” de elbet bir gün çıkacaktır…
