Zamanımız, İslam üzerine oluşturulan suizanları ve ön yargıları kırarak bu güzel dini en güzel şekilde önce yaşayarak gösterme sonra da her boyutta doğru bir şekilde anlatma yani tebliğ zamanıdır, bu konuda avamından aydınına hiçbir Müslüman’ın şüphesinin olduğunu sanmıyorum. Zamanın, İslam’ı doğru bir şekilde tebliğ zamanı olduğunu kabul etmek ise gayet açıktır ki her Müslüman’ın fikrî seferberlik mantığıyla hareket edip gücü yetenin kalemiyle, gücü yetenin diliyle veya maddi manevi her imkânıyla, İslam çizgisinden çıkmadan ve can yakıp gönül yıkmadan, bu mukaddes ve kutsal görevi yapması demektir. Ve ayrıca Allahu Teâlâ’nın bu zamanın insanına tebliğ gibi kutsal bir görevi nasip ettiği için, Rabbi’ne şükrederek hamd ederek ve her işinden daha çok önem verip her şeyden daha çok severek ve isteyerek yapmalıdır. Ve yine ayrıca bıkmadan, yorulmadan ve çıkabilecek her türlü zorluk karşısında asla pes demeden ve her şeyden önemlisi, yalnız Allah rızası için ve İslam’ın tüm kalplere ve gönüllere hâkimiyeti için ne övenin övmesine ne de sövenin sövmesine aldırmadan, ihlas ve samimiyetle yapılmalıdır.
Tam burada şu ayeti de hatırlatmanın yararı olacaktır. “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez.” (Tevbe, 9/24)
Evet, hiç şüphesiz, zerre kadar aklı olan bu ayetten tir tir titrer. Bu yüce Allah kelamını okuyup düşünmeyen, bundan ders çıkarmayan da Rabbim’in buyurduğu gibi “Allah’ın azabı gelinceye kadar” bekler.
Başka ne diyelim, her şey o kadar açık ki!.. Kur’ân ortada, İslam’ın emirleri belli… Zamanımızda her türlü zulümle yok edilen Müslümanların, acıklı durumları da ortada… Hiç utanmadan insan haklarından bahseden ama söz konusu Müslümanların canı, kanı, namusu olunca sadece seyirci kalan Batı’nın yüzsüzlüğü de yine ortada… Ve ne yazık ki hâlâ yeteri derecede şuurlanmayan, üstelik de fikrî seferberlik mantığı ile harekete mecbur olan biz Müslümanların her konudaki duyarsızlığı hatta birbiri ile kavgası, didişmesi, çatışması da ortada.
Evet, Batı’nın duyarsızlığı normal, çünkü onların dinleri belli… Her ne kadar, insan haklarından, demokrasiden bahsetseler de onların adaletsizliklerine, zulümlerine tarih şahit.
Batı İnsanı Salt Akılcılık Hastalığına Yakalanmıştır
Peki, sebebi ne? Batılı insanlar acaba niçin bu durumda? Çünkü Batılı yalnız akılcıdır, yaşadığı tarihsel süreç onu akla tapar hale getirmiş, ruhunu kaybettirmiştir; dolayısıyla da ruhsuzdur! Evet, maalesef ki bugün Batılı ülkeler ruhi değerlerden mahrum, ahlaki yapısı berbat, tamamen maddeye yönelerek ten mezbelesinin esiri olmuş insanlar topluluğudur… Ve ne yazık ki bir insana bulaşabilecek en kötü hastalık da hiç şüphesiz Batı insanınınki gibi salt akılcılık hastalığıdır… Akla ve akılcılığa karşı değiliz ama bizce Batı’nın içine düştüğü handikabın nedeni akıl gibi kıymetli bir değerin sınırlarını tespit edememesi, bu nedenle aklın haddini aşması, yani şeytani bir tuzakla aklın, yine akıl okuyla vurularak görüşünün bulanıklaştırılmasıdır.
Yoksa şüphesiz ki İslam dini akıl ve akılcılık düşmanı değildir. Tam aksine akla ve akılcılığa en olması gerektiğince değer veren din İslam dinidir. İslam’ı yeterince bilmeyen zavallıların böyle bir ön yargıları ve bundan kaynaklı hastalıkları var ki buna yapacak bir şey yok… Hâlbuki İslam alimleri Batı’yı akla ve akılcılığa verdiği değerden dolayı eleştirmiyor. Batı’nın akılcılık anlayışı yine akla ve bilime aykırı bir tutumdur da ondan eleştiriyorlar. İşte bu ikisi çok farklı şey, çok kimse burada yanılıyor. Ne yazık ki cahil Müslümanlar da burada yanılıyor ve içlerinde Batı hayranlığı ile birlikte farkında olmadan gizli bir İslam karşıtlığı besliyorlar.
Peki! O zaman nedir, bu akıl veya akılcılık? Neden bu denli Batı insanı akılcılık hastalığının esiri veya her şeyden önemlisi de neden biz Müslümanlar bu hasta yaratıkların esiriyiz ve her türlü zulümleri altında yüzyıllardır inim inim inlememeye gücümüz yetmiyor?
İşte bu sorunun cevabı hakkında kısaca bir şeyler söylemek isterim.
Biliyorsunuz akıl sınırlı olup ancak objektif şeylerin birbiriyle olan ilişkilerinden bazı neticeler çıkarmaya yarayan, determinist kurallarla hareket eden, sonlu olanı kavrayıp, subjektif ve sonsuzun yanına bile yaklaşamayan, basit cüce bir alettir. Bu nedenle akıl kıymetli bir ölçü olmakla beraber, yalnız başına insanları mutlak hakikate ulaştırmaya ve dolayısıyla bunalımdan kurtarmaya yeterli bir alet değildir. Nitekim felsefe dediğimiz ilim, bu anlamda salt aklın çabalarından neşet etmiş bir ilimdir. Varlık nedir, bilgi nedir, gerçek nedir, adalet, güzellik, doğruluk gibi kavramlar tam olarak ne anlama gelir gibi konularla ilgili temel soruları sorar ve bunlar üzerinde gerçek bir tespit ve tanıma ulaşmaya çalışır... Ama şu bir gerçek ki bu temel soruların mutlak doğru tek bir cevabına karşılık, felsefeciler tarih boyu bu sorulara binlerce değişik cevaplar vermişler, dolayısıyla da yalın aklın, insanı ne biçim bir kaosa götüreceğini açıkça göstermişlerdir.
İnsanoğlu yalnız objektif değil subjektif yönü de olan kâmil bir canlıdır. Hatta subjektif yönü, objektif yönünden daha ağırlıklıdır. Akıl dediğimiz alet ise objektif olduğu için, nakil veya vahiy olmadan subjektif bilgiler çerçevesinde olan varlık, ruh, iman, gerçek, ahiret vs. gibi soyut kavramlar hakkında kuşatıcı bilgi veremez ve ister istemez bu konularda bunalıma düşer…
Batı Bilimi Putlaştırdı
Bilime gelince maalesef ahir zamanda bilime gereğinden fazla güven oluşturuldu, bilim adeta putlaştırıldı ve bu nedenle bir kısım insanlar işi neredeyse akla ve pozitif bilime tapınma derecesine getirdiler. İnsan bilime gerekli değeri vermelidir ama her sorunu çözmeyi yalnız pozitif bilime yüklemek de akıl kârı değildir. Zira bilimin temel ilkeleri her an değişebilecek durumdadır. Nitekim Batı’daki bilim anlayışında bilimin temel üç dayanağı vardır: objektivizm, üniversalizm, determinizm. Ama artık bu ilkelerden birisi olan determinizm bugün geçerliliğini açıkça kaybetti.
İşte bu açmazdan kurtulmak için bilimin temel ilkelerine bir şeyin “nasıl” olduğunun yanına “neden” “niçin?” olduğunu soran finalizm de eklemek gerekiyor. Çünkü evrenin işleyişi yalnız determinist kurallara bağlı değil; içinde yaşadığımız evren akıllara durgunluk veren indeterminist bir yöne de sahip. Bu durumda, görülüyor ki bilime ancak “gayecilik” de eklenirse gerçek bilim ortaya çıkacak; yoksa o bilime güvenmek ahmaklıktır.
Maalesef ki Emperyalist Batı, AİDS hastalığından daha tehlikeli ruhî bir maraz olan, akıl ve onun ürünü müspet bilime tapma hastalığına yakalandı ve uzun zamandan beri bu hastalıkla cebelleşip duruyor. Düştüğü bu akılcılık hastalığı ise onu ruhsuz, duygusuz, ahlaksız, merhametsiz yığınlar haline getirdi. Böyle olmasaydı, Batılı ülkeler bugün dünyanın dört bir tarafında milyonlarca Müslüman’ın katledilmesini film izler gibi izleyip sonra da tüm İslam alemine insanlık dersleri vermeye yeltenecek kadar adileşebilirler miydi?
Batı’nın düştüğü bu hem acıklı hem de insanlık dışı halin nedenini biliyoruz… Hıristiyanlığın tamamen akıldan ve ilimden uzak, sosyal hayatı yok edici emirleri ve orta çağ Hıristiyan din adamlarının halk üzerindeki zulüm ve baskıları.
Evet, Batı insanı ister istemez bu nedenle dininden uzaklaştı, ruhunun derinliklerinden gelen ve zaten insan fıtratında olan gerçeği arama ihtiyacından ötürü de felsefeye sığındı... Hatta birçok yarı filozof rahipler, Hıristiyanlığı adeta Yunan felsefesinin evrim geçirmiş haline döndürdüler. Ve komiktir ki son günlerde birçok Batılı ülkenin aktif feministleri, İncil’de tanrının erkek olduğunu hazmedemeyip baba-oğul yerine tanrı-oğul olarak değiştirme kararı alıp bu konuda yoğun çalışmalara başladılar.
Batı’nın derdi büyük... Devası da İslam…
Peki, ya Doğu ve İslam alemi ne durumda dersen onlar da Batı’nın kötü taklitçileri… Bizdeki Batı hayranları, zavallı Batı’nın bu garibanlığını görmeden, bunalım ve ruhi zillet içinde çırpınan, manevi hilkat garibelerine imreniyor hatta bu kadarı da yetmiyor, bazıları çocuklarının isimlerini Nensi, Lusi koyacak kadar da kişilik ve şahsiyet kaybı yaşıyorlar ne yazık ki!
İşte bu nedenle İslam’ı tebliğe bir yan uğraşı gibi, bir hobi gibi değil de gecemizi gündüzümüze katarak ve gerekirse her türlü zorluğa katlanarak, yılmadan, yorulmadan fedakârca devam etmemiz gerekiyor…
Ve yine can yakmadan, gönül yıkmadan ve fikrî seferberlik mantığıyla, yüce İslam’ı tüm kalplere ve gönüllere hakim etmeye çalışmak gerekiyor…
Ve yine Müslümanların kan ağladığı bu zamanda, büyük günahlara dalmışlığın gafletinden daha çok, İslam’ı anlatamadığına hayıflanıp ağlamak, sızlamak, tövbe ile birlikte hem içte nefsine hem dışta küfre karşı, fikrî ve ilmî mücadele vermek gerekiyor.
Öyle ya, mesela; küffarla bir savaş olsa ve seferberlik ilan edilse, Allah muhafaza kadın, çoluk çocuk, eli silah tutan herkes, düşmanla harbe gitse, bu durumda harpten kaçan birisi karakterli, delikanlı bir insan ise önce savaştan kaçtığına ve sonra düştüğü diğer büyük günahlara tövbe eder. İşte bu zaman öyle bir zaman ki bu zamanda tebliği yani İslam’ı anlatmayı dert edinmeden yaşayan Müslüman’ın günahı harpten kaçan kişi gibi her günahtan daha büyük günah, her ayıptan daha büyük ayıptır...
O yüzden, Allah için kendimize gelelim ve kendimize acıyalım. Önce tövbe edip sonra da malımızla, canımızla, sözümüzle, kalemimizle, her şeyimizle Allah’ı ve İslam’ı anlatmaya çalışalım…
Allah’a emanet olun.