Peygamber Efendimiz (sav), sahabe-i kiramı her açıdan terbiye ediyordu. Efendimiz aleyhisselamın Sahabe-i kirama yönelik ve ümmetine örnek infak terbiyesini anlatır mısınız?
Efendimiz aleyhisselam, ilahî hakikatleri bizlere getirmiş, Kur’ân-ı Kerîm’i bize getirmiş, bize Allah’ın dinini tebliğ etmiş, öğretmiş ve sadece öğretmekle kalmamış, aynı zamanda İslam’ın o eşsiz, güzel prensipleri doğrultusunda sahabe-i kiramı yetiştirmiş, onları her alanda insan-ı kâmiller hâline getirmiş ve dünyaya hidayet yıldızları, hidayet rehberleri olarak ikram etmiştir. Bütün dünya, Efendimiz’in yetiştirmiş olduğu o güzide sahabe-i kiramın tebliği ve örnek hayatı sayesinde İslam’la buluşmuş, hidayete ermiştir. Efendimiz, sahabe-i kiramı her açıdan terbiye etmiştir; ibadet açısından, infak açısından, ahlak açısından, adap açısından terbiye etmiştir.
Sahabe-i kiramı, 20 sene öncesinde -ki biz buna cahiliye dönemi diyoruz- cahiliye döneminde, belki Hint Okyanusu’nun ta diplerinde diyebileceğimiz şekilde, cehaletin, her türlü günahın, her türlü ahlaki sefaletin ve sefahatin içerisinde olan bir nesil olarak görüyoruz, biliyoruz. Efendimiz aleyhisselam, onları âdeta ta Hint Okyanusu’nun belki binlerce kilometre dibindeki çukurlardan alarak, onları Himalaya Dağlarının en zirvesine taşıdı; yani ahlaki sefaletten, esfel-i safilinden, onları ahsen-i takvim kıvamına, olgun-kamil insanlar kıvamına ulaştırdı ve bütün dünya insanlarına örnek olacak, Cenâb-ı Hakk’ın örnek gösterdiği bir kutlu nesil hâline getirdi. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de hem Efendimiz’i hem diğer peygamberleri, aynı zamanda ilk muhâcir ve ilk ensarlar başta olmak üzere sahabe-i kiramı bize örnek gösteriyor. Tövbe suresinin 100. ayet-i kerimesinde buyurur ki: “İslâm’ı ilk önce kabul eden muhâcirler ve ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Allah, onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.”
Yani Efendimiz’in terbiyesiyle, o sahabenin, bütün insanlığa şahit olacak, örnek olacak, mutedil bir ümmet olarak yetiştiğini görebiliyoruz.
Efendimiz aleyhisselam, tıpkı mermer işçiliğiyle graniti törpüleyen ve onu bir şekle sokmaya çalışan bir usta gibi, bir bahçeyi en güzel hâle getirmeye çalışan bir bahçıvan gibi, o mahir ellerinde sahabe-i kiramı terbiye ediyor; onların ruhlarını, kalplerini terbiyenin en güzel usulleriyle, sözüyle, özüyle, gözüyle, teveccühüyle, duasıyla, feyziyle, bereketiyle, bütün insanî ve İslamî meleke ve güçleriyle, adeta mahir bir elde hamurun şekilden şekle girmesi gibi, onları şekillendiriyor.
İşte bu alanlardan birisi de Efendimiz aleyhisselamın infak bakımından sahabeyi terbiye etmesidir.
Efendimiz aleyhisselam, öncelikle sonsuz cömertlikte, isâr ehli biri. Bütün hayatını hep isâr çizgisinde, yani başkasını kendine tercih etme çizgisinde geçirmiş ve cömert bir insan. Hatta bir şair, Efendimiz aleyhisselamın cömertliğini anlatırken, Efendimiz aleyhisselamın cömertliğini bulutlara benzetiyor. Yani yağmur bulutları nasıl gelip bereketli bahar yağmurlarını boşaltırsa işte Peygamberimiz de o yağmur yüklü bulutlar gibi cömertti diyor. Diğeri de diyor ki: “Hayır, Efendimiz’i yağmur yüklü bulutlara benzetmek eksik kalır. Efendimiz’in cömertliği daha büyüktü. Çünkü bulutlar verirken ağlarlar.” diyor. Yani o yağmayı ağlamaya teşbih ediyor, mecaz yapıyor şair. Bulutlar verirken ağlarlar ama Allah Resulü (sav) Efendimiz verirken hep tebessüm ederdi; severek, isteyerek, gönlünden gele gele, sadrı inşirah bula bula, hem gönlü tebessüm ederdi hem Efendimiz aleyhisselamın mübarek yüzü tebessüm ederdi ve onun mutluluğunu yaşar ve yaşatırdı.
Dolayısıyla, bu terbiyede en önemli unsur bizzat Efendimiz aleyhisselamın o cömert şahsiyeti, cömert gönlüdür, hatta isârın zirvesinde veren bir insan olmasıdır. Bir seferinde, Müslüman olamayan bir kişi Efendimiz aleyhisselamın yanına gelip bir talepte bulunuyor. Efendimiz aleyhisselam ona bir vadi dolusu 100 koyundan fazla bir sürüyü veriyor; “Al, bu sürü senin olsun.” diyor. O kişi hemen alıyor sürüyor, koşarak kabilesinin yanına geliyor ve diyor ki: “Ey kavmim! Gelin, hemen Müslüman olun. Gelin, Muhammed aleyhisselama iman edin ve tabi olun. Çünkü o insan sizin bildiğiniz gibi bir insan değil. O öylesine cömert bir insan ki adeta Cenâb-ı Hakk’ın bütün hazineleri yanındaymış da bitmez tükenmez bir hazineden verircesine, hiç fakirlikten korkmayacak şekilde veren bir insan.” ifadesini kullanıyor ve kavmi de gelip Müslüman oluyor.
Sahabenin infak alanında terbiye görmesinin birinci unsuru, önlerinde cömertliğin adeta simgesi, sembolü hâlinde olan cömert bir peygamberin bulunması ve hep onunla hemhâl olmalarıdır.
Efendimiz’e göre infakın en güzel ve en kazançlı şekli nasıldır?
Sahabe-i kiramdan birisi geliyor, Efendimiz aleyhisselama infakın en güzel ve en kazançlı şeklini soruyor; yani ne tür bir infak ne tür bir yardım ne tür bir cömertlik daha güzeldir, daha faydalıdır, insan daha çok ondan istifade eder, sevap kazanır diye soruyor. Efendimiz aleyhisselam ona şu cevabı veriyor: “Güçlü ve kuvvetliyken, sıhhatin yerindeyken, cimriliğin üzerindeyken, fakir düşmekten endişe etmekteyken ve daha büyük zengin olmayı düşlerken verdiğin sadakanın sevabı daha büyüktür.”
Niye? Çünkü insanın ailesi, çocukları oluyor ve çocuklarıyla ilgili geleceğe yönelik insanın düşünceleri oluyor, dostu-komşusu oluyor, orada daha müreffeh bir hayat yaşama arzusu oluyor. Böyle şartlar içerisinde, insan başkasına vermekten ziyade kendinde kalmasını, kendi ihtiyaçlarına harcamayı, geleceğe yatırım yapmayı ister. Çocuğuna, torununa, maddi bakımdan daha güzel bir hayat yaşatmayı arzu eder. Böyle bir durumda insan, malından koparıp verdiği zaman tabii ki o daha faydalı oluyor, daha sevap oluyor.
Efendimiz aleyhisselamın başka bir tavsiyesi şöyle: “Bu işi can boğaza gelip de falana şu kadar, filana bu kadar demeye bırakma; zaten o mal artık varislerden şunun veya bunun olmuştur.”
Ömür sermayesi, infak hususunda nasıl değerlendirilmeli?
Efendimiz’e “En iyi insan kimdir, en güzel ömür kimin ömrüdür?” diye sorduklarında, Efendimiz aleyhisselam “Ömrü uzun olan, ameli güzel olan.” buyuruyor. Sonlu, fani bir hayattayız, insan ölüm döşeğine düştüğü zaman malına, mülküne bakacak, hepsini geride bırakacak, bu kez başlayacak sayıklamaya, şuna şu kadar vereyim, buna bu kadar vereyim. Yani bir taraftan ölümün sekeratı, bir taraftan dünyadan kopup ayrılmanın derdi, sıkıntısı, bir taraftan da malı mülkü ne olacak diye onun telaşı. Efendimiz aleyhisselam böyle bir hakikati bizim önümüze koyarak, ölüm gelip de ne yapacağını şaşıracağın yerde, vaktinde saatinde, acele etmeden, yerli yerince, hizmetlerini, ibadetlerini, kulluğunu yap diye buyuruyor ve zor şartlarda, zor anlarda, insanın ihtiyacının olduğu anlarda verilen sadakanın, rahat ve bolluk zamanlarında, gelecek endişesi yokken verilenden daha kıymetli olduğunu da Efendimiz beyan buyurmuş oluyor. Aynı zamanda burada, Efendimiz aleyhisselam bir mümini hangi şartlarda olursa olsun zengin olarak addediyor, verebilecek pozisyonda görüyor, infak ehli olabilecek imkân içerisinde görüyor. Yani müminin fakiri-zengini olmaz, verme bakımından bütün müminler zengindir, gani gönüllüdür.
Kalbin infak konularında itminan olmasında zikrin rolü nedir? Kuşatıcı bir zikir tanımı neleri içerir? Kullukta bu kuşatıcı zikir anlayışının yeri nedir?
Cenâb-ı Hakk, Münâfikûn suresinin 9 ve 10. ayeti kerimelerinde şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Mallarınız ve evlatlarınız sizi Allah’ı zikretmekten alıkoymasın. Her kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de ‘Ey Rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!’ demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın.”
Yani malınıza güvenerek, evladınıza güvenerek veya vaktinizi, gönlünüzü onlara ayırarak veya gönlünüzü Allah’tan koparıp onlara bağlamak suretiyle, sakın, bunlar sizi Allah’ın zikrinden engellemesin. Yani mala, evlada, dünyaya aldanmayın. Hiçbir şey sizi Allah’ın zikrinden alıkoymasın. Çünkü Allah’ın zikri, Allah’ı anmak, Allah’ı zikretmek; yaptığımız her işte, Allah’ın emrine uygun mu, değil mi, bunun muhasebesini yapmak, bunu sorgulamak ve gerçekten her hâlimizle Allah’a kul olmak, her şeyin fevkinde, en önemli vazifemiz ve aynı zamanda da bizim için en büyük şeref olan şeydir. Allah’ı zikretmek en büyük ibadettir, en büyük bir iştir. Dolayısıyla böyle en büyük bir vazifemizi ihmal edip de bize fayda sağlamayacak şeylere gönül kaptırmak hiçbir Müslüman’ın yapabileceği bir şey değil.
Şöyle diyor Cenâb-ı Hakk: “Bak, sizden önce nice insanlar geldi geçti ve her an onlarca, yüzlerce insan ölüp gidiyor. Ben hepsine şahidim, hepsinin son hâlde ne durumda olduklarını biliyorum. Yaratan ben olduğum gibi, kendilerine ruhu üfleyen ben olduğum gibi, hayat veren ben olduğum gibi, öldüren de benim ve ölmekte olan insanların hâllerini ben hepinizden çok daha yakından görüyorum. Siz o ölmekte olan insanı görmüyor musunuz? O can boğazlandığı zaman siz böyle kenardan seyredersiniz. Biz ona sizden daha yakınız; ama siz bizi görmüyorsunuz.” Dolayısıyla ölüm anında olan ruhu, ölen insanın hâlini en iyi bilen, gören Cenâb-ı Hakk.
Bedeni terk edip de diğer âleme geçerken o canlar ne söylüyor, Cenâb-ı Hakk bunu bize haber veriyor. “Ya Rabbi! Ne olur beni öldürme, ruhumu geri çevir, biraz daha müddet tanı; ölmeyeyim, hayatta kalayım.” Ne olacak hayatta kalınca? “Ya Rabbi! Tasadduk edeyim, infak edeyim, vereyim, sular seller gibi infak edeyim, cömert olayım, namaza koşayım, iyilik yapayım ve salihîn olayım.” O sekerat vakti gelmeden, şimdi hayattasın, ne güzel. Sabah kalkıyorsun, akşam yatabiliyorsun, elin ayağın işliyor, hayattasın, ömür sermayen elinde. Niye şimdi yapmıyorsun da ölüm anında böyle ah vah içerisinde oluyorsun?
Dolayısıyla Efendimiz aleyhisselam da burada infak terbiyesini yaparken sahabeyi, onlar üzerinden bizleri terbiye ederken “Artık can boğaza gelip de falana şu kadar, filana bu kadar demeye bırakma bunu.” diyor. Bırakma; çünkü artık orada yapacak bir şey kalmıyor, artık bu âlemle irtibatımız kesiliyor ve başka bir âlemle irtibata geçmiş bulunuyoruz, amel defteri de kapanmış oluyor büyük oranda.
Gerçek müminin bir vasfı olarak da Nûr suresinin 36 ve 37. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulur: “Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alışverişin, kendilerini Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar, buralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar.”
Hiçbir dünyevi meşgale onları bundan alıkoyamaz. Çünkü onların en büyük derdi, himmeti Allah’a kulluktur; onların en çok üzerine titredikleri husus gönülleridir, amelleridir, Allah’ın rızasını taleptir ve hep bunu merkeze alırlar. Çünkü kalplerin ve gözlerin allak bullak olacağı, kalplerin yerinden fırlayacağı, gözlerin dışarı fırlayacağı, yani her şeyin böyle altüst olacağı bir kıyamet gününden korkarlar.
Nûr suresinin 37. ayet-i kerimesinin tefsirinde bazı rivayetler geçer. Şöyle ki: Sahabe-i kiram döneminde öyle insanlar vardı, Allah’ın zikrine, namaza, zekâta çok ihtimam gösterirlerdi, yani Allah’ın emrine her şeyin fevkinde değer verirler ve esas vazifenin kulluk olduğunu bilirlerdi. Hatta bir demirci vardı. Bu demirci insanlara alet-edevat yapardı ve orada ezan okunmaya başladığı an “Allahu ekber!” sesini duyduğunda elindeki çekici hemen bırakır, bir tane daha vurmazdı, hemen namaza koşardı. İşte bunun gibi sahabeler hakkında bu ayet nazil oldu.
İnfak terbiyesinde “farkındalık” nasıl oluşturulur? İnfak eden insan profili nasıl oluşur?
Kur’ân-ı Kerîm’de Hümeze suresinin ilk ayetlerinde: “Mal toplayan ve onu durmadan sayan, insanları arkadan çekiştiren, kaş göz işaretiyle alay eden her kişinin vay hâline! O, malının, kendisini ebedîleştirdiğini sanır.” buyruluyor.
Bunu bir alışkanlık hâline getirenlere özellikle daha büyük bir günah, tehdit geliyor. “Hümeze”, “lümeze” vasfına sahip, yani insanları ayıplayan, kıran, gıybet eden, insanların gönüllerini inciten, onlara hakaret eden, böyle bir kötü ahlak sahibi… Ayet-i kerime de bunu ele alıyor. Bu insanların aynı zamanda hasis olduğu, cimri olduğu söyleniyor ve “Malını topladı ve bunları saydı.” deniliyor.
Tabii, insan parasını sayacak, insan malının mülkünün hesabını kitabını bilecek. Ama buradaki sayma, işin miktarını bilme, ne kadar var ne kadar yok onu bilme tarzında değil de; büyük bir mal sevgisiyle “Aman bitmesin, kimseye vermeyeyim, daha fazla artırayım.” tarzında, Cenâb-ı Hakk’ın razı olmayacağı duygularla mala tutkunluğu ifade ediyor. Dolayısıyla insan hesabını kitabını şüphesiz bilecek. Mesela zekâtını nasıl verecek insan? Malını bilecek ki zekâtını versin. Nasıl çalışanının parasını verecek, işlerini yürütecek? Malını bilecek ki versin. Burada kınanan, malı Cenâb-ı Hakk’ın istemediği şekilde sevme ve en büyük endişemiz ve derdimiz olarak görmedir. Kınanan tarafın bu olması gerekiyor ve daha ziyade de infakı öne alan bir kazanç anlayışını da ayetler ve hadisler emrediyor.
Yine örnekler üzerinden infakı anlamaya devam edebilir miyiz?
Hudeybiye’de Kureyş müşrikleriyle yapılan anlaşma gereğince, Efendimiz aleyhisselam bir yıl sonra yapılacak umrenin zamanının geldiğini beyan ediyor ve yedinci yılın ilk Zilkade ayı gelince, Efendimiz, Hudeybiye seferine katılanların tamamını umreye hazırlanmaya davet ediyor. Halka da hazırlık yapmaları için Efendimiz yine nida ettiriyor. Efendimiz kendisine katılan sahabelerle beraber umreye gideceklerdi. O sırada civar bölgelerden fakir, biçare insanlar gelip durumlarını arz ediyorlar. Diyorlar ki: “Vallahi ya Resulallah, bizim ne azığımız ne de bizi doyuracak bir kimsemiz var. Umreye gitmek için şu an şartlarımız hiç müsait değil, fakir durumdayız.” Onlar böyle deyince Peygamberimiz (sav) Medine halkından, ihtiyacı olanlara Allah için sadaka vermelerini istiyor ve onlara bakmalarını talep ediyor.
Bu gibi durumlarda Resulullah Efendimiz’e (sav) bir problem, bir ihtiyaç ulaştığı zaman mutlaka onunla alakadar olup ilgileniyor, problemi çözmek için gayret gösteriyordu.
Neme lazım tarzında bir ahlak İslam’ın ahlak anlayışına uygun değildir. Yani “Neme lazım, bana ne, beni ilgilendirmez...” tarzında bir yaklaşım doğru değil. Pek çok şey Müslüman’ı ilgilendirir; gücü nispetinde, imkânları nispetinde alakadar eder ve mutlaka bununla ilgili bir faaliyetin içerisinde olması gerekir.
Cenab-ı Hakk, Müminûn suresinin ilk ayetlerinde şöyle buyurur: “Mü’minler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler. Onlar ki zekâtı öderler. Ve onlar ki iffetlerini korurlar.”
Yüce Rabbimiz, kurtuluşa erecek müminlerden bahsederken, namazda huşudan bahsediyor, faydasız işlerden yüz çevirmekten bahsediyor zekâtı ödemekten bahsediyor… Burada “Benim zekât verecek durumum var, zekâtımı verdim, kurtuldum…” veya “Zekât alacak durumdayım, zekâtı aldım, işim bitti.” veya “Ben ne zekât verecek durumdayım ne zekât alacak durumdayım; dolayısıyla beni hiçbir şey ilgilendirmez…” tarzında, zekâtı yılın bir vaktine hasreden veya durumuna göre “Beni ilgilendirmez.” diyen müminlerin bu anlayışının doğru olmadığı ifade ediliyor. O müminler sürekli zekât için faaliyet hâlinde bulunurlar. Dolayısıyla alacak, verecek, bulacak, buluşturacak, ihtiyaç olduğu zaman onunla alakadar olacak; bir muhtaç gördüğü zaman, kendi imkânları varsa verecek, değilse verecek birisini bulacak veya birisinin zekâtı varsa onu o ihtiyaçlıya ulaştıracak. İhtiyaçlının ihtiyacını görme faaliyeti yılın belli zamanlarında, belli günlerinde değil, yılın bütün aylarında, bütün zamanlarında devam edecek. Bu vazifeyi Cenâb-ı Hak Müslümanlara veriyor.
Burada da, Efendimiz aleyhisselam, yanına gelip “Ya Resulallah! Bizim kimsemiz yok, azığımız yok, perişan durumdayız.” diyen insanlara “Ne hâliniz varsa görün.” demiyor. Hemen orada Medine halkından, ihtiyacı olanlara Allah için sadaka vermelerini ve onlara bakmalarını istiyor. Eğer siz bunlara bakmazsanız bunlara yardım etmezseniz Allah sizin başınıza bir musibet getirir veya günah yazar veya başka bir sıkıntı söz konusu olabilir diye bir taraftan da ikazda bulunuyor. Medineliler de “Ya Resulallah! Biz sadaka olarak neyi verelim, hiçbir şey bulamıyoruz ki?” dediler. Efendimiz aleyhisselam onlara “Neyiniz varsa; isterse yarım hurma olsun.” dedi. Yani orada illa şunu vereceksiniz, illa bunu vereceksiniz değil; neyiniz varsa. Bu, yarım hurma bile olabilir. Yeter ki gücünüz yettiği şeyi verin ve bunlara sahip çıkın. Allah ona bereketini verir.
Efendimiz’in dilinde, Efendimiz’in anlayışında, İslam anlayışında cömertlik çok vermekten ibaret değildir. Asıl cömertlik, insanın gücü ölçüsünde elini açmayı ve verebilmeyi alışkanlık hâline getirebilmesidir. Bunun da talimini yapıyor Efendimiz.
Yine Âlemlerin Efendisi’nden bir sahavet, bir cömertlik terbiyesi alan ashab-ı kiram, Cenâb-ı Hakk’ın emri olan infak ve sadaka hususunda canını dişine takıyordu. Bu bakımdan sahabenin hayatında göz yaşartıcı manzaraların sergilendiğini görüyoruz. Bunların çok güzel misalleri var.
Peygamber Efendimiz (sav), Müslümanları Tebük Seferi’ne çıkacak orduya yardım etmeye çağırıyor; “Ordunun teçhizatı için ve Tebük Seferi’nin hazırlıkları için herkes elindeki bütün imkânları getirsin.” diyor. O gün fakir Müslümanlardan Ulbe bin Zeyd radıyallahu anh gecenin bir kısmı geçince kalkıyor, namaz kılıyor ve Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvarıyor: “Allahım! Cihada çıkmayı emrettin ve teşvik ettin. Hâlbuki beni, Resulullah ile birlikte cihada çıkabileceğim bir bineğe sahip kılmadın. Rasûlü’nün elinde de beni üzerine bindirecek bir hayvan bulundurmadın. Ben her zaman mal, beden ve eşyadan üzerime düşen sadakayı vermişimdir. Allahım! Kulların içinde bana nasip ettiğin şu bir parça eşyamı tasadduk ediyorum!” diyor. Yani demek ki orada bir parça eşyası kalmış, onu da birisi ona hediye etmiş herhâlde ki diyor ki: “Ya Rabbi! Hiçbir şeyim yok, sadece bu bir parça eşyam var, onu da tasadduk ediyorum, veriyorum.”
Sabah olunca Resulullah’ın (sav) yanına geliyor Ulbe bin Zeyd, diyor ki: “Ya Rasulallah! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Şu bir parça eşyamı tasadduk ediyorum. Bundan dolayı beni üzen veya bana kötü söyleyen, ya da benimle alay eden kimseye de hakkım helâl olsun!” Çünkü bazen münafıklar az bir şey getirenleri alaya alıyorlar “Bu da olur mu?” diye, çok getirene de “Gösteriş yapıyor.” diyorlar, her şeye böyle bir kulp takıyorlar. O da çekiniyor tabii; verdiği şey çok az olduğu için kınanmaktan çekiniyor. “Beni kınayan olursa ona da hakkım helal olsun.” diyor.
Sevgili Peygamberimiz, aşk ve muhabbet dolu olan bu sözler karşısında sadece “Allah sadakanı kabul etsin.” buyuruyor ve başka bir şey söyleyemiyor. Ertesi gün ona: “Ben senin sadakanı kabul ettim. Seni müjdelerim! Muhammed’in varlığı kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki sen sadakası kabul olunanların divanına yazıldın.” buyuruyor. (İbni Hacer, İbni Kesîr)
Bu misal gerçekten hepimizi can evimizden vuran bir hadisedir. Tövbe suresinde bu şekilde infakta bulunan ve imkânı olmadığı hâlde sefere katılmak isteyen, Efendimiz’e müracaat edip de orada Efendimiz’in de verecek bir şey bulamayıp gözyaşıyla geri dönenlerden bahsediyor. Bunlar çok önemli ayet-i kerimelerdir ve bu sahabenin yaptığı da gerçekten çok önemli. Ulbe bin Zeyd radıyallahu anh; yeri geldiği zaman, yani en son noktada, verebileceği ne varsa onu vermek ve bütün gücünü ortaya koymak, bütün gönlünü ortaya koymak bakımından çok önemli bir örneklik sergiliyor.