Doğru olanın ne olduğunu bilmeye ve ona sımsıkı sarılmaya her dönemden daha çok ihtiyacımız var. İnternet ve çeşitli medya organları sayesinde konuşanlar çoğaldı. Her gün yeni yollar, yeni İslam anlayış ve yorumları geliyor önümüze “Bu yol doğru diğerleri yanlış, buradan gidin…” diyen. Bizler de fikirleri ne derece doğru, gittikleri yol gerçekten İslam’ın gidin dediği yol mu bilmeden takılıp birilerinin peşine gidiyoruz. Yani arayışı olan her samimi insanın kolayca düşebileceği tuzaklar ve mantıklı gibi görünen yalancı yollar ciddi anlamda çoğaldı. Bu nedenle de ümmetin aklı ve gönlü iyice bulandı.
Peki, bu sorunun aşılması öyle çok zor mu? Hayır! Biz atların sırtında dünyaya hakim olmuş ve adalet dağıtmış kadim bir milletiz. Büyük bir medeniyetin, büyük bir tarihi tecrübenin varisiyiz. Yani doğruyu da eğriyi de iyi biliriz de. O zaman bu muhteşem medeniyeti kuran ve yüzlerce yıl yaşatan ecdadımızın yollarına, onların İslam anlayışlarına ve mezheplerine sövenden, onları kötüleyenden kaçsak bize yeter; fazla akıllı ve bilgili olmaya gerek yok. Bakın televizyonlarda gezen bazı alim müsveddelerinin fikirlerine, biraz kurcalayın, fazla zaman geçirmeden o size içindekini dökecek; Fatih’e, Yavuz’ a, Mevlânâ’ya, Yunus’a, Abdulkadir Geylanî’ye, İmam-ı Gazalî’ye... hakaret edecektir. İşte gördüysen eğriyi dön oradan. Ehl-i Sünnet dediğimiz Kur’ân ve sünnete dön; alimine, evliyasına hürmet eden, baş tacı eden ecdadının yoluna dön. Onların hürmet ettiği alime sen de hürmet et, onun sevdiği alimi sen de sev, değer ver yeter… En kıymetli hadis alimlerinden Buhari’ye, Müslim’e hakaret eden; evliyaya, Allah dostlarına dudak büken hatta kâfir diyen adamlarla ecdadının işi olmuş mu ki senin işin olsun…
Adam Kur’ân’a dönelim diyormuş, mantıklı konuşuyormuş vs… Bilmiyor musun şeytanın en tehlikeli vuruşu sağdan gelendir, yani “Allah” diyerek vurması… Baksana İslam coğrafyasına, insanlar birbirleriyle “Allahu Ekber” diyerek savaşıyorlar… Öldüren “Allahu Ekber” diyerek öldürüyor, ölen “Allahu Ekber” diyerek ölüyor. İki taraftan da öldüren Allah için öldürdüğünü düşünüyor ve bir Müslüman’ı hunharca öldürmek için yola çıkan kişi, kendisi ölürse şehid olacağını zannediyor; bu nasıl bir akıl tutulmasıdır? Hâlâ bu İslam milletini bölmek isteyenlere prim verecek miyiz? Bunların hepsi şeytanın sağdan gelerek, yani Allah diyerek aldatmasından başka bir şey değil.
O yüzden aldanmayalım… Bu ümmeti bölmek üzerine yapılan planlar sahabe döneminde başladı. Hiçbir plan yeni değil ama bu zamanda fitnenin yayılma kabiliyeti ve hızı eski dönemlere oranla çok arttı. Sosyal ağlar üzerinden, internet ortamlarından her türlü fitne çok hızlı bir şekilde binlere, yüz binlere hatta milyonlara kolayca ulaşabiliyor. Her duyduğumuza inanmak, teslim olmak, her güzel konuşanı, Arapça okuyup Türkçe meal vereni âlim sanmak, iyi niyetli takva Müslüman zannetmek de bu zamana ait yaygın bir hastalık.
Evet, ma’rufu emretmek münkeri yasaklamak güzel bir iş de bu işi yapacak kişiler çok önemli. Yani açıkçası, bu zaman kişilerin sadece söylediğine bakma zamanı değil, söyleyene de bakma zamanı. Söylediği hadis olabilir, Kur’ân’dan ayet de olabilir ama münafıklar, bölücüler de bunları kullanıyor. Dolayısıyla ayet ve hadisi söyleyen ağız çok önemli. Kur’ân ve sünneti birbirinden koparmayan, Allah’tan korkan ihlaslı bir hayat süren alimlerin sözlerine kulak vermeli, fasık adamların, doğru düzgün namaz bile kılmayan bazı alim müsveddelerinin değil.
Tebliğ de ancak bilgiyle olmalı, güvenilir kaynaklardan istifade ile olmalı. Her Allah diyenin Allah demesine, Kur’ân diyenin de Kur’ân demesine aldanırsak tarihimizi hiç bilmiyoruz demektir. Bakın İslam tarihine biz en çok kimlerden çekmişiz? İçimizdeki bölücülerden, bizi İslam’la kandıranlardan tabii ki... Hâlâ da öyle. Ne zaman akıllanacağız o zaman?
Bir de şu gerçek var ki ma’rufu emreden, önce nefsinde emrettiği şeyi yaşamalı. Bu çağın en önemli hastalıklarından birisi de maalesef ki bu tutum. Kur’ân’ın ifadesiyle kitap yüklü merkeplerin kürsüleri kaptığı, Allah’tan korkanların ise kıyılarda köşelerde kaldığı bir zamandayız. İslam’ı adam gibi yaşama kaygısı olmadan, halka akıl vermeye, din öğretmeye çalışan, fetva veren alimler çoğaldı. Bu da yetmediği gibi her biri müçtehit edasıyla ümmete yeni yollar çiziyorlar.
Velhasıl “Siz Kitab’ı (Tevrat’ı) okuyup durduğunuz hâlde, kendinizi unutup başkalarına iyiliği mi emrediyorsunuz? (Yaptığınızın çirkinliğini) anlamıyor musunuz?” (Bakara, 2/44) ayetinden etkilenmeyen adamların dersini de sohbetini de terk et. Ağzından bal aksa da dinleme onu… Çünkü ayetlerin tehditleri bu kişileri asla korkutmaz, zayıf imanları nedeniyle İslam’ı yaşama dertleri yoktur… Ama dikkat edersen görürsün ki gerçek İslam alimleriyle en çok kavgalı adamlar da bu adamlardır.
Evet, ehil olmayanın bu işi yapması uygun olmadığı gibi ehil olanın bu işi terk etmesi de doğru değildir.
Hz. Peygamber (sav): “Bana hayat bahşeden Allah’a andolsun ki siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez.” (Ebû Dâvûd, Tirmizî) buyurarak bu işin terk edilmesinin tehlikesi konusunda ümmetin alimlerini uyarmıştır.
Hazreti Lokman da oğluna: “Ey Oğulcuğum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir.” (Lokman, 31/17) buyurarak emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i ani’l münker yapmanın hem önemini hem de zorluğunu anlatmış ve aslında oğluyla ümmete şu mesajı vermiştir: “Önce namazını dosdoğru kılmalısın. Namaz kulluğun şiarı ve bütün ibadetlerin kabulünün şartıdır. Namazla ruhunu dolduran ilahi nur seni kuşatmalı ve iyiliği emretmeye, kötülüğü yasaklamaya sinerji vermeli… Ve ayrıca sen bu görevi yaparken başına zorlu belalar gelecek, bu konuda da hazırlıklı olmalısın.
Aslında bu görevin zorluğunu öne süren nefs “Kıyılara köşelere çekilip oralarda yalnız nefsimle mücadele etsem olmaz mı?” diyor… Efendimiz (sav) ise şöyle buyuruyor: “İnsanların ezasına karışan, onların eza ve cefasına katlanan mü’min, insanların arasına girmeyen ve onların baskılarına katlanmayan müminden daha faziletlidir.” (Suyûtî, el-Câmiu’s Sağîr)
Tabii ki tebliğ görevine öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’i Rabbimiz’in muradına ve Efendimiz’in (sav) yorumlarına uygun olarak anlamaya ve yaşamaya çalışarak başlamalı. Zira yanlış yorumların ümmeti bugün nasıl perişan bir hale getirdiği aşikâr. Ayrılıkların, tefrikaların gücümüzü nasıl zayıflattığı, düşmanların önüne kolay yutulur lokmalar halinde nasıl attığı da… Bir ve bütün olmamız, güçlü olmamız, yüce Kur’ân’ın Rabbimiz’in muradına Efendimiz’in sahih yorumlarına uygun bir şekilde anlaşılması ve tüm ümmetin bu doğrultuda birleşmesine bağlı, başka da çıkar yol yok.
Tekrar bir gerçeğin altını çizerek yazımıza son verelim. Kutlu tarihimiz şahittir ki bizler bir zaman dünyada adaletin bekçiliğini yapardık. Mazlum milletler bize sığınır, tüm dünya bizim adaletimizin gölgesinde yaşardı… Bu büyük mirası ve tarihi tecrübeyi görmezden gelerek yeni İslamî anlayışlar ve yollar arayışına çıkmak şeytanın saptırmasıdır, bu tuzağa düşmeyelim... Bugün ehl-i küfrün insaf ve merhametine terk edildiysek bunun sebebini gittiğimiz yolun yanlışlığında değil, bu yolun gereğini yapmakta gevşek ve tembel davranmamıza, dünyanın cazibesine kapılarak tebliğ ve cihadı ihmal edişimize bağlayalım. Yoksa suçu yollarda ve dışarda aramak veya hep ehl-i küfrün fitnesine bağlamak kolaycılık olur ve gerçekleri de yansıtmaz. Meseleyi bu bakış açısıyla değerlendirirsek bu ümmetin kurtuluşu artık mümkün de görünmez. Zira ehl-i küfür hiçbir zaman fitnesinden vazgeçmez. “Hadi dininizi güzelce yaşayın, sizle uğraşmaktan vazgeçtik...” de demez. O halde her ne kadar onların içimize saldığı fitnelerin yaşadığımız zillette etkisi çok olsa da kendi hatalarımızın katkısı daha çoktur. Bunun hesabını iyi yapmalı, kurtuluş için önce nefsimizle hesaplaşmalı, çözüme buradan başlamalıyız; bunun kaçışı yok…
Allah’a emanet olun.