Ülkece zor günler geçiriyoruz. Tabir yerinde ise Yusuf gibi kuyudayız. Yusuf ki çocuk yaşlarında abilerinin kıskançlığına uğradı. Anne baba sevgisine, korumasına su gibi ekmek gibi muhtaç olduğu yaşlarında en yakınları tarafından öldürülmek istendi. Olmadı karanlık derin bir kuyuda yalnız başına ölüme terkedildi. Orada aç bi ilaç korku içerisinde ölümü bekleyerek günler geçirdi. Tek teselli kaynağı ve tutunduğu ümit beslediği dal Rabbi’ne imanı idi. Çocuk yaşta ne derece imanlı ise Rabbi’ne ne derece bağlı ise işte o kadarcık bir ümit ve teselli vardı küçücük gönlünde, o karanlık kuyuda korkuların ve kaygıların arasında hissettiği… Temiz gönlünde nice gelgitler, vesveseler yaşadı kim bilir. Belki artık bir daha kuyudan çıkamayacağını, burada yalnız başına öleceğini düşündü anne ve babasından ayrı olarak… Korktu, ağladı, dua etti, saatlerce sığındı Rabbi’ne ve yardım istedi… Bunlar Yusuf’un küçük yüreğinin korku, kaygı ve endişeleriydi. Ama olayın bir başka boyutu vardı, hikmet boyutu ki bu boyut çok önemliydi. Yusuf kuyuda kendini yalnız hissetse de aslında yalnız değildi, kimsesiz ve çaresiz de… Kuyuda onun başında melekler ordusu vardı ona duacı, hemen ellerinden tutup onu kuyudan çıkarmak isteyen, sabret Yusuf yalnız değilsin, gece gündüz seninle beraberiz, bunlar birer imtihan, bunlar birer sınav diyen. Yine melekler gibi nice enbiya ve evliyadan ruhaniler ordusu vardı başında nöbetçi… Gönül gözü ile bunları, bu manzarayı görebilseydi o korku ve endişeleri hiç yaşamayacaktı, ama o zaman da sınav sınavlıktan çıkacaktı. Yusuf önemli bir sınavı başaramayacak, iradesini ve Rabbi’nin ona bahşettiği yeteneklerini ortaya çıkaramayacaktı. Bu yüzden yürümeyi öğrenirken yere düşen bir yavruyu annesi aslında ne kadar çok yerden tutup kaldırmak ister, ama bilir ki yürümesi, koşması için bu küçük düşmeleri yaşaması gereklidir, bunun için içi sızlaya sızlaya bu manzaraları seyreder. Çünkü bu durumda onu yalnız bırakmak aslında ona duyulan sevginin ve merhametin ta kendisidir. Melekler ve ruhaniler de öyleydi yanında beklerken ve Yusuf’un sabretmesini isterken. İşin en önemli cephesi ise Rabbi de onunlaydı. İşte bu cephesi, alması gereken manevi yolların, kazanması gereken nice güzel duyguların cephesiydi. Bu âleme halife olarak gönderilmişti, yetişmesi, hazreti insan olması, hamlıktan kurtulup nefsin, şeytanın verdiği evham, korku ve endişeleri yenerek Rabbi’ne bağlanmayı, bu konuda sabitkadem olmayı öğrenmesi gerekiyordu. Bu eğitimin alınacağı en güzel yer, en güzel mekân, tek başına bu küçük yaşta, hem de en çok sevdiği ve güvendikleri tarafından yalnız bırakılıp onlardan gelen bir darbeyle kör bir kuyuya atılmaktı. Dağ başında, çöl ortasında kuş uçmaz, kervan geçmez kabilinden bu kuyuda, insan nev’inden tanıdık, dost, anne, baba, kardeşlerden ümitsiz, bir başına ki tek Rabbi’ne imanı kadar sığınmak ve yalvarmaktı çaresi. İşte bu korkunç mekân onun yetişmesi için önceden hazırlanmış, planlanmıştı Rabbi tarafından. Ama bu kuyuda başlayan hikâyenin sonu çok güzel bitecekti… Mısır’a sultanlığa kadar gidecekti; bütün çilekeş Müslümanların dünya denen zindandan başlayan ve cennete uzanan hikâyesi gibi.
Evet, bu hikâye, senaryoları herkese göre başka başka olsa da dünyadaki tüm müminlerin hikâyesiydi aslında Rabbimiz tarafından yazılan.
Yusuf Mısır’a sultan olacağını bilse endişelenemezdi ama dedik ya o zaman sır çözülür kopya verilmiş olur. İmtihanı, Yusuf kendi emeği ile çilesini çekerek, acı ve dertlerle pişerek kazanmış ve hak etmiş olmazdı.
Hak etmek, üzerinde durulması gereken önemli bir mevzu… Bedava olandan hak edilen şey daha kıymetlidir. İnsanın yapısı gereği, kendi emeği, kendi başarısı başkalarının bedava verdiğinden daha fazla mutlu eder onu. İnsanın bir yönü ten mezbelesi nedeniyle yani yaratılışındaki toprak unsuru nedeniyle tembeldir; kolayı, yorulmadan ele geçeni sever ama kolay ele geçenin, emek sarf edilmeden ele geçenin kendi kazancı ve başarısı kadar onu mutlu etmediği de bir vakıadır. O yüzden insanlığın cennetten dünyaya geliş hikâyesinde bu sırrın önemi büyüktür. Cennet nimetlerini kazanmada kendi emeğimiz, gayretimiz ve başarımız ne kadar fazla olursa o kadar cennet nimetleri bize sonsuza kadar uzanan bir âlemde ayrı bir keyif ve haz verecektir. Rabbimiz bize çok lütufkârdır, O’nun katkıları olmasa kimse cenneti kazanamazdı ama bizim de katkılarımız olmasa cennete gitmek de olmaz. Burada Rabbimiz’in yine büyük bir inceliği var. Benlik ve sahiplik duygusunu bizlere ikram ediyor; hâlbuki bizler de dâhil her şeyi ile âlem tamamen onun mülkü olmasına rağmen. Biz kullarına “Bunlar senin, bunları sen kazandın, bunlar senin katkınla oldu.” deme cömertliğini gösteriyor. Ve bizleri daha mutlu etmek adına böyle bir inceliği bizlere gösteriyor. Kim bilir belki bizler de elimizdeki aslında emanet duran malımızı mülkümüzü böyle bir incelikle diğer kullara ikram ederiz diye. Evet, buradan bir incelik bir nezaket dersi de çıkarmak gerekiyor.
Ey kuyudakiler! Bela, borç, dert, hastalık mihnet kuyusundakiler! Kendinizi yalnız ve çaresiz hissetmeyin. Beni kimse duymaz demeyin, çaresizliğimi kimse görmez demeyin. Kur’ân’daki Yusuf kıssası hepimize, her çaresiz kula örnek olsun diye var. Kur’ân bu kıssaya en güzel kıssa diyorsa ve böyle anlatıyorsa biz kullara buradan çıkarılacak dersler çok olmalı. Buradan hisse almak lazım açıkçası…
Kur’ân’ın, kıssaları tekrar tekrar anlatmasındaki hikmeti anlayalım ve bu kıssaları biz de kendimize tekrar ederek, verilmek istenen dersi anlamaya çalışalım derim âcizane…
Rabbim tüm kuyudakilere önce sabır sonra da çıkış yolu ihsan etsin inşallah.
Allah’a emanet olun kıymetli okurlar.