Hayat bir yolculuktur, ruhlar âleminden dünyaya, dünyadan kabir hayatına ve oradan ahirete doğru giden… İnsan ise kendi nev’inden nice yolcuyla beraber bu yolun gelip geçmiş en önemli yolcusu. Ve Yüce Rabbi tarafından bu yolculukta lazım olacak tüm özellik ve yeteneklerle de donatılmış… Bunların farkında olmak ve çok şükretmek gerekiyor elbette. Akıl, anlama, idrak, zekâ, hayal gücü, hafıza, görme, işitme, koklama, tat alma… Evet, üzerimizde hesaba gelmeyecek kadar çok nimet var düşünürsek görebileceğimiz ama biz konumuz gereği biraz hafıza üzerinde duracağız… Hafıza, yani bilgileri saklama gücü bu yeteneklerin en olmazsa olmazlarından… Hastalık nedeniyle hafızasını kaybeden insanların düştüğü acziyeti ve zavallılığı bir hatırlayın. Özellikle son zamanlarda sıkça görülen Alzheimer hastalığı nedeniyle çevremizde bu tür hastalar çok fazla… Hafıza geçmişle geleceği bir potada toplama, ömrün tamamını gözden geçirip doğruyu yanlışı birlikte analiz etme ve değerlendirme imkânı veriyor insana… Yani sadece bilgi depolamaya yaramıyor, unutmamamız gereken şeylerin varlığını ve olması gerektiğini de haber veriyor bizlere. Ki bunlar da gerçekten insanı insan yapan şeyler…
Evet, insan günahlarını tevbe edip unutmalı, yaptığı iyilikleri de başa kakmamak, gurur, kibir yapmamak için unutmalı, bir de yakınlarından gelen kötülükleri kin tutmamak için unutmalı; ama unutmaması gereken çok şey var hayatta. Mesela, iyilik gördüğü kişileri asla unutmamalı, başta onu yoktan var eden, bu hayatı yaşama, görme, tatma, imkânı veren Rabbi’ni elbette… Sonra anne ve babasını -ne kadar kötü olsalar bile-unutmamalı. Velhasıl eşini dostunu geçmişini ecdadını tarihini unutmamalı… Çünkü insan sadece anı yaşayan bir varlık değildir. İnsanlar geçmiş, gelecek ve anı her zaman birlikte yaşar. Ve insanın duygu dünyasında geçmiş, geleceğin üzerine inşa edildiği bir binanın temelinden farklı değildir. Dolayısıyla geçmişi olmayanın sağlıklı bir geleceği de asla olamaz. İşte vefa duygusu da geçmişin içinden gelen ve hayatımıza kalite ve anlam katan önemli bir değerdir. Ve o zaman rahatlıkla diyebiliriz ki: Kaliteli insan vefası olan insandır. Sözlük anlamıyla hatırlayacak olursak “vefa” kişinin vadine, ahdine ve yeminine sadık kalması, dostlarını unutmaması, onların dostluklarına ve iyiliklerine daha güzeliyle karşılık vermesidir. Vefanın zıddı nankörlük ve yapılan iyilikleri unutmaktır.
Vefanın şubeleri çoktur ama özellikle şu üçü önemlidir:
1) Allahu Teâlâ’ya karşı vefa
2) Peygamberimiz’e karşı vefa
3) İnsanların birbirlerine karşı vefası
Allah’a karşı vefalı olmak her şeyden önce gelir, ama maalesef insanların büyük kısmının en çok ihmal ettiği, unuttuğu veya hakkını gereğince yerine getirmediği vefasızlık ne yazık ki Rabbi’ne karşı yapılır.
Hâlbuki insan öncelikle Rabbi’ne ezelde verdiği sözü yerine getirmekle vefalı ve sözünde sadık olur. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:
Bir de Rabbin, Ademoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak (ruhlara) “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediği vakit, “Evet Rabbimizsin, şahidiz.” dediler. (Bunu) kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu.” demeyesiniz diye (yapmıştık). (A’râf, 7/172)
Rabbimiz’e verdiğimiz ahde sadık olmak ise, peygamberleri aracılığıyla bizlere ulaştırdığı emir ve tavsiyelerini baş tacı etmekle ve O’nu her şeyden çok sevmekle mümkün olur.
Sonra bir mümin Efendimiz’e karşı vefalı olmalıdır. Bir mü’minin Hazreti Peygamber’e (sav) karşı vefası ise onun sünnet-i seniyyesini hayatına tatbik ederek onu nefsinden, evladından, ana ve babasından daha ziyade sevmesi ve daima salevât getirerek anmasıyla olur.
Müminlerin birbirlerine karşı vefa göstermelerinde öncelik, hiç şüphe yok ki önce anne ve babaya ve ilminden faydalandığı hocalarınadır. Anne ve babaya karşı vefa, onlara hürmette bulunmak ve ihtiyaçlarını temin etmektir ki bu aynı zamanda hem dinî hem de vicdanî bir vazifedir.
Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa sakın onlara “öf!” bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle. (İsrâ, 17/23)
Bunlardan sonra vefa kapsamına akrabalar ve kişinin birlikte yaşadığı tüm dostları, arkadaşları ve çevresi girer. Hatta kişi kendisine hizmet eden hayvanlara bile vefalı olmalıdır. Vefa, verilen söze de sadık kalmak demektir. Nitekim Rabbimiz müminlerin özelliklerinden bahsederken şöyle buyurmaktadır:
“Yine onlar (o müminler) ki emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler.” (Mü’minûn, 23/8) (Me’âric, 70/32)
Bu anlamda hayatı insanlık için “usvetun hasene” yani “en güzel örnek” olan Efendimiz’in vefasından bahsetmeden geçmek elbette olmaz. Nitekim vefası da diğer tüm güzel özellikleri gibi anlatmayla bitecek gibi değildir. Hz. Peygamber, kendisine bir hafta süt emziren dadısı Ümmü Eymen’i, sütannesi Halime’yi, süt kardeşi Şeyma’yı, çocukluğunu yanında geçirdiği Ebu Talib’in hanımı Fatıma’yı ömrü boyunca unutmamış, her fırsatta onlarla ilgilenmiş, yardım etmiştir. Mekke mürşiklerinin zulmünden kaçan Müslümanlara kucak açan Habeş Necaşisi’ni daima hayırla yâd etmiş, öldüğünde dua etmiş ve hiçbir zaman unutmamıştır.
Efendimiz, (sav) “anne-babaya karşı vefa”ya ayrı bir ehemmiyet vermiştir. Nitekim bir defasında uzun bir yolculuğun ardından kendisiyle birlikte cihada katılmak maksadıyla yanına gelen ve “Anne-babamı ardımdan ağlar bırakıp sana geldim ya Rasûlallah!” diyen bir gence, “Onların yanına geri dön ve ikisini de nasıl ağlattıysan öylece güldür!” buyurmuştur. (Ebu Davud, Cihad, 31; Nesâî, Biat, 10; İbni Mâce, Cihad, 12)
Bir keresinde Abdullah bin Ömer (r.a.) Mekke yolunda bir bedevî ile karşılaşır. Ona selâm verir, binmekte olduğu merkebe onu bindirir, başındaki sarığı da ona giydirir. Bu manzaraya şahit olan Abdullah bin Dînar, İbni Ömer’e: “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah bin Ömer ona şu şekilde cevap verir: “Bunun babası, babam Ömer bin Hattâb’ın dostu idi. Ben Rasûlullah’ın şöyle dediğini işittim: İyiliklerin en değerlisi, insanın babası öldükten sonra baba dostunun ailesini kollayıp gözetmesidir.” (Müslim, Birr ve Sıla, 11-13)
Bir gün Sevgili Peygamberimiz (sav) Hazreti Âişe (r.anh.) ile beraberken huzûr-i saâdetlerine ihtiyar bir hanım gelir. Allah Rasûlü ona adını sorar. O da “Cessâme el-Müzenî” diye cevap verir. Bunun üzerine Efendimiz, “çirkin” manasına gelen bu adı “güzel” anlamındaki yeni bir isimle değiştirerek “Hayır, senin adın Cessâme değil, Hassâne el-Müzenî’dir.” buyurur. Sonra da ihtiyar kadına hâlini hatırını sorar, pek çok iltifatlarda bulunur. Yaşlı hanım gittikten sonra Allah Rasûlü’nün ona gösterdiği ihtiram, ilgi ve alâkası dikkatinden kaçmamış olan Hazreti Âişe merak ederek “Bu yaşlı hanım kimdi ya Rasûlallah?” diye sorar. O da: “Hatice’nin arkadaşı olup onun sağlığında bize gelip giderdi. Kuşkusuz ahde güzel bir şekilde vefa göstermek imandandır.” buyurur. (Hâkim, Müstedrek, I, 20)
Bir gün Hazreti Ebu Bekir (r.a.), diz kapağı görülecek şekilde elbisesinin eteğini toplayarak büyük bir telaşla Allah Rasûlü’nün huzuruna gelmişti. Hazreti Ebu Bekir selam verdi ve “Ya Rasûlallah! Hattâb oğlu Ömer’le tartıştık. Ben biraz ileri gittim. Ancak sonra pişman oldum, Ömer’den özür diledim, fakat kabul etmedi. Ben de sana geldim.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz üç kere “Allah seni bağışlasın Ebu Bekir!” buyurdu.
Önce Hazreti Ebu Bekir’in özrünü kabul etmeyen Hazreti Ömer de pişman olmuş ve onun evine gitmişti. Evde olmadığını öğrenince de Peygamber Efendimiz’in huzuruna geldi ve selam verdi. Hazreti Ebu Bekir de o esnada mescitte idi. Ancak Peygamber Efendimiz’in ona karşı tavrı değişikti. Bunu fark eden Hazreti Ebu Bekir endişelendi, dizleri üzerine çöktü ve “Ya Rasûlallah! Vallahi ben ileri gittim.” dedi. Bunun üzerine Hazreti Peygamber orada bulunan herkese hitaben şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki Allah, beni size peygamber göndermişti. Bunu size tebliğ ettiğimde hiçbiriniz beni tasdik etmemiştiniz. Ebu Bekir ise ‘Doğru söyledin.’ demiş ve bana canıyla malıyla yâr ve yardımcı olmuştu.”
Sonra Rasûlullah Efendimiz şu sözleri iki defa tekrar etti: “Şimdi sizler dostumu bana bırakırsınız değil mi?”
Bunu işiten ashâb, Hazreti Peygamber’in hatırı için Hazreti Ebu Bekir’e özel bir saygı göstermeye başladı ve bir daha onu hiç kimse incitmedi. (Buhârî, Fedâilü Ashâbi’n-Nebî, 5)
Efendimiz’in (sav) hayatında bu örneklerden çok fazladır. Ashab-ı Kiram da (r.a.) Efendimiz’i örnek alarak tarihe, insanlığa çok güzel vefa tabloları hediye etmiştir.
Sonuç olarak, sosyal hayatın içinde vefa, birlik ve beraberliğin, dayanışmanın, sevgi ve dostluğun olmazsa olmazıdır. Bir insan vefa duygusuyla güvene layık olur. Evlilik, arkadaşlık, dostluk gibi tüm ikili ilişkiler vefa duygusu üzerine kurulmuş ise huzur ile devam eder. Hatta vefa öyle yüce bir erdemdir ki insanı yüceltir Allah’a dost bile eder. Vefasızlar ise dünyada da ahirette de kendilerine dost bulamazlar ve bulamayacaklardır da…
Allah’a emanet olun.