Dünyaya imtihan için gönderilmiş olan insanoğlunun, bu sırra mebni olarak hem melek gibi bir insan olmaya hem de şeytanlaşmaya yani şeytan gibi biri olmaya uygun bir yaratılışı vardır. Bizler de insan olarak çok yakinen bu iki duyguyu pratikte hem nefsimizde hem de çevremizdeki her insanda belirgin olarak görürüz. Çok kötü bir adamın bir gün melekler gibi iyi bir yönünü fark eder şaşarız; yine melekler gibi iyi bir insandan da bazen şeytanî bir davranışı, bir duyguyu görür ona da hayret ederiz. Bu hayretimiz aslında insanda böyle bir şey olmasına şaşmaktan çok o kişiye belki yakıştıramama hayretidir. Yoksa insanların bu iki yönünü kabulde kimse problem yaşamaz. Yani insan olarak hiç kimsenin, iyilik ve kötülük anlamında zıt özellikleri içinde barındırdığı hususunda en ufak bir tereddüdü yoktur. Bu gerçeği en güzel ifade eden kitap ise Kur’ân’dır.
“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 91/7-8-9)
“Kim de Rabbi’nin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa şüphesiz cennet onun sığınağıdır.” (Nâzi’ât, 79/40-41)
İşte bunun gibi ayetler, insanın bu dünyada kendi içinde iyilik ve kötülük mücadelesi veren çatışmalı bir canlı olduğunu ve imtihan için dizayn edilmiş bir varlık olduğunu açıkça gösterir.
Şeytanın varlık nedeni ve yaratılış sebebi de kimi insanlara anlaşılmaz gelse de o da imtihan formatında yaratılmış bu dünyanın kaçınılmaz gerçeğidir. Bunu şunun için söylüyorum: Bazı insanların iç âlemlerinde “Şeytan yaratılmasaydı olmaz mıydı?” şeklinde serzenişleri veya vesveseleri vardır. Çünkü o kötülüğün sembolüdür ve sanki o olmasa hiç kötülük olmayacaktı gibi bir algı vardır birçok insanda. Bu düşünce, içimizde kötü insanlar olmasaydı hiç kötülük olmayacaktı şeklindeki bir inanışla aynıdır aslında. Yukarıda açıkça belirttik ki her insan şeytan olmasa da içinde her türlü kötülük duygularını yani bencilliği, kibri, öfkeyi, hasedi vs. barındırır. O zaman şeytanı yok etmeyi istemek, içimizdeki tüm kötülükleri ve kötü insanları yok etmeyi istemekle aynı anlama gelir ki dünya şartlarında bu fikrin anlamsızlığı ortadadır. Anlaşılıyor ki şeytanı yok etmek çözüm değil, çözüm, içimizdeki şeytanî özellikleri fark edip onlara karşı irade ortaya koyabilmek, bu konuda kendimizi güçlü hale getirmektir. İşte dünyadaki imtihan da tam olarak bu demektir.
Evet, şeytanın görünmediği halde insanları etkilemesi; kendisi perde arkasında olduğu halde zararlı yayınlarla insanları inançsızlığa teşvik eden, günaha ve isyana sürükleyen, dünyaya tapınma derecesinde bir bağlanmaya özendiren insan güruhunun yaptığına benzer aslında. Birisi kötülüğü adeta gözümüze sokarak teşvik ederken birisi de gizli fısıltılarla yapar. Dolayısıyla şeytanlık bir sıfattır ve insanlar bu sıfatla sıfatlanırlarsa insanın şeytanı olurlar; cinler bu sıfatla sıfatlanırlarsa cinin şeytanı…
Şeytan yani iblis, aslında kendisi de bizler gibi imtihanda olan cinlerden bir varlıktır. Tamamen kötü bir varlık değil, bir zamanlar yapmış olduğu ibadetleri, aklı, zekâsı ve iradesi gibi iyi yönleri de vardı. Yani içimizdeki kötü insanlardan bu durumda hiç farkı yoktur. Kıyamet kopmadığı için tövbe şansı da vardır. Ama kötülüğü, haksızlığı, zulmü bilerek işleyen ve bundan rahatsızlık duymayan, tövbeyi de hiç düşünmeyen, gönlünü hakikate kapatıp “Ben asla Allah’a itaat etmem.” diyen içimizdeki bazı garip adamlar gibi, iblis de öfkeyle kendisini hakikate kapatmış ve tövbeyi asla düşünmeyen, kalbine kendi iradesiyle isyankârlık ve kâfirlik mührü vurmuş bir varlıktır. Dünya hayatında da bu tür vakaların insan nev’inden örnekleri bol olduğu için bunun anlaşılmayacak bir tarafı da yoktur zaten.
Allah (c.c.), melekleri ve cinleri akıl ve şuur sahibi varlıklar olarak yaratmış ve meleklerin bir kısmını yeryüzündeki birçok işle görevli kılmıştır. Cinleri de yeryüzüne halife tayin etmiştir. Cinlerin başı, o gün Azâzil denilen iblistir. Adem yokken yani insan henüz yaratılmamışken iblis, Allah’ın emirlerini yapmakta meleklerle birlikte hareket ederdi. Kader planında insanoğlunun yaratılma zamanı gelince Allah meleklere, yeryüzünde emirlerini yerine getirip varlıklar üzerinde tasarrufta bulunacak bir halife yaratacağını bildirdi:
“Hani Rabbin meleklere ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ demişti. Onlar ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.’ demişlerdi. Allah da ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim.’ demişti.” (Bakara, 2/30)
“Hani meleklere ‘Adem için saygı ile eğilin.’ demiştik de iblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, iblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.” (Bakara, 2/34)
Bu ayetleri incelediğimiz zaman şöyle bir durumla karşılaşıyoruz:
Melekler ve onlarla beraber hareket eden iblis, Hz. Adem’in yaratılma olayından önce güzel güzel kulluk edip birbirleriyle iyi geçinirlerken, bu olayla birlikte hem meleklerden hem de iblisten itiraz sesleri yükseliyor. “Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz.” Yani mantıken anlaşılmaz gelen bir yaratılma olayını sorgulama veya anlama çabaları diyebiliriz bu itirazlara.
Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî bu ayetleri şöyle yorumlamış: “Meleklerin sorgulamasından ve Cenâb-ı Allah’ın bunlara verdiği cevaptan anlaşılıyor ki iblisin enâniyeti ve kibri melekleri de etkiledi. Zira meleklerin yaptıkları yorumda kısmî bir itiraz görülüyor.” (İşâratü’l-İ’câz, s.259)
Bu durumda görülüyor ki melekler ve iblis çetin bir imtihanla karşı karşıya kaldılar. Ama bu imtihanda, şeytanın etkilemesine rağmen melekler sapıtmadılar. Kendilerine mantıksız gelen garip bir durumla karşılaşmalarına rağmen en azından düşüncelerini eylem haline getirmediler. Bu işte bilmedikleri bir hikmet olabileceğini hesap ederek Allah’ın emrini dinlediler ve kendi bildiklerinden vazgeçtiler. Allah’ın emrini yerine getirmekte de gecikmedi, Adem’e secde emrini hemen yerine getirdiler ki yine aklın gereği de böyle yapmaktı, onlar da böyle yaparak imtihanda başarılı oldular. İblis ise itirazına devam etti. Bu yeni durumu kabullenip rızâ göstermedi… Buna rağmen ayetlerin devamında şu gerçeği görüyoruz ki Allah iblisi derhal rahmetinden kovmadı. “Seni secdeden alıkoyan nedir?” diye sorarak hatadan dönme fırsatı verdi. Fakat iblis tövbe edip hatasından döneceği yerde kendi haklılığının delillerini öne sürdü ve “Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın. Balçıktan, işlenebilir kara topraktan yarattığın insana secde edemem.” diye cevap verdi... İşte bu söz anlamaz, inatçı ve kibirli tavır karşısında Allah şöyle buyurdu: “Öyleyse çık oradan, çünkü sen kovuldun. Şüphesiz hesap gününe kadar lânet senin üzerinedir” (Hicr, 15/34, 35)
Bütün tefsir âlimleri de bu olayı şöyle yorumluyorlar: İblis kibir, gurur, enâniyet imtihanından geçti ve orada kaybetti. Ortaya koyduğu bu tavırla Allah’a rağmen varlık ortaya koyacak kadar kibir, gurur ve benlik içinde bir varlık olduğu ortaya çıktı. Bu halini görmesi onu tövbe ve pişmanlığa sevk etmesi gerekirken o kendini ululamayı temize çıkarmayı seçti. Anlaşılıyor ki Allah o güne kadar iblisin gururuna dokunacak bir emir ve teklif yapmamış, yani Allah’ın emri ile iblisin istekleri arasında bir zıtlık olmamıştı. Ne zaman ki böyle bir sınavla karşı karşıya kaldı, orada yapması gerekeni yapmadı ve hâlâ yapamıyor, gururu buna engel oluyor. Bu hali şaşkınlıkla karşılayıp yadırgasak bile bizler için de çok bilindik bir tablo değil mi? Yani, insan ilişkilerinde gururumuz yüzünden bilerek yanlışlarımızda ısrarımız, hatamızı suçumuzu bilmemize rağmen karşıdan bir özür dilemeyişimiz, şeytanın yaptığı ile benzer şeyler değil mi?
Evet, bu olaydan alınacak dersler çok. Şeytanın hoşlanmadığı işler gibi bizim de başımıza, takdir gereği böyle işler gelebilir ve aklen, mantıken anlaşılmaz da olabilir. Bu durumda bunu sorguladığımız için suçlu veya günahkâr olmayız, bunu çok iyi bilmemiz gerekir. Ama bu düşüncenin akabinde meleklerin sergilediği tavrı sergilemek, aklımız bu hadiseyi almasa bile “Rabbimiz’in elbette bir bildiği vardır, olayların görünen cephesi yanında bir de görünmeyen hikmet cephesi vardır, elbette bu cepheden bakınca bize mantıksız gelen şeyin aslında çok mantıklı bir yönü vardır.” diyebilmek gerekir. İşte bunu diyebilirsek bu tavır ve bu güzel niyet bize sınavı kazandırır. Nitekim birçok ayet ve hadis böyle hallerde sabretmemizi, Allah’ın emrine ve takdirine rıza göstermemizi, hoşumuza gitmeyen işlerde bizim için hayır olabileceğini bildirir.
“Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde size farz kılındı. Olur ki bir şey sizin için hayırlı iken siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki bir şey sizin için kötü iken siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216)
İblis kovulduktan sonra bunu gururuna yediremedi, intikam peşine düştü. Kovulmasını kendi kötü ahlakına hamledeceği yerde Adem’e yükledi ve “Onlar olmasaydı kovulmazdım.” psikolojisine girdi.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu olayın akıbeti şöyle devam ediyor:
İblis: “Rabbim! Öyle ise onların tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver.” dedi. Allah da “O hâlde, sen vakti (yalnızca benim tarafımdan) bilinen güne (kıyamete) kadar mühlet verilenlerdensin.” dedi. “Rabbim! Beni saptırdığın için, andolsun ki yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim; halis kıldığın kulların bir yana, onların hepsini saptıracağım.” dedi. (Hicr, 15/37-40)
“Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulamayacaksın.” (A’râf, 7/17)
Çok dikkat buyurun, “Ey Rabbim! Beni saptırdığın için.” diyor. “Beni sen saptırdın.” diyor. Suçu bu defa haşa Allah’a yüklüyor. Niye Adem’i yaratarak, bana kötü huylar vererek ve böyle bir imtihan ortamı oluşturarak bu isyanı sen yaptırdın, benim suçum yok diyor açıkça… Günümüzdeki birçok isyankârın isyan mantığı da böyle değil mi? Hâlbuki melekler de aynı psikolojiye girdiler ama duygusal davranmak yerine akıllarıyla hareket ettiler… Yani, “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a karşı akılcılık, aklı da her şeyi de yaratan yüce Yaratıcı’ya teslim olmaktır.” diyerek kendi küçük akıllarından vazgeçti, Allah’a teslim oldular… İsyankâr olmaktan korkarak hemen secdeye gidip Rabblerine teslim oldular ve iblisin durumuna düşmekten ve imtihanı kaybetmekten kurtuldular.
İnsanoğlu da elbette bu imtihan yurdunda buna benzer imtihanlardan geçecektir. Bu sebeple bu tür Kur’ân kıssalarının anlatılması, örnek alınması ve bu olaylar üzerinde ciddi düşünülmesi içindir.
Neticede iblis, isyanına ortak aramak ve kendine yandaşlar çoğaltmak için ona göre isyanının müsebbibi olan insanoğlunu yoldan çıkarmaya izin istedi. Bu istek üzerine Allah (c.c.) onun bu uygunsuz teklifini bilebildiğimiz veya bilemediğimiz birçok hikmetine binaen kabul etti, kıyamete kadar da ona müsaade verdi.
“Allah (cc) buyurdu: Git! Onlardan kim sana uyarsa iyi bilin ki hepinizin cezası cehennemdir. Hem de tam bir ceza! Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol, kendilerine vaatlerde bulun. Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey vaat etmez. Şurası muhakkak ki benim (hâlis) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter.” (İsrâ, 17/63-65)
Bu olayın akabinde Allah (c.c.) şeytana karşı da Adem’i uyardı.
“Ey Adem! Doğrusu bu (iblis), senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten sürüp çıkarmasın, yoksa bedbaht olursun. Doğrusu cennette ne acıkırsın ne de çıplak kalırsın, orada ne susarsın ne de güneşin sıcağında kalırsın, dedik.” (Tâ-Hâ, 20/117-119)
Ama bu uyarılara rağmen Hz. Adem ve eşi Hz. Havva şeytana ilk kananlardan oldular. Şeytan ustaca konuşmalar ve kurnaz taktiklerle Adem ve eşini gafil avladı ve yasak olan meyveyi yemelerini sağladı.
Kur’ân şeytanın taktiklerini şöyle haber veriyor:
Nihayet şeytan ona vesvese verip şöyle dedi: “Ey Adem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?” (Tâ-Hâ, 20/120)
“Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki: Rabbiniz size bu ağacı ancak melek olmayasınız ya da (cennette) ebedî kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı. Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim, diye de onlara yemin etti.” (A’râf, 7/20-21)
“Şeytanın bu konuşmaları onların aldanmalarını sağladı ve yasak olan ağacın meyvelerinden yediler. Bunun üzerine başlarına daha önce hiç gelmeyen bir hal geldi ve ayıp yerleri kendilerine göründü. Şaşkınlık içerisinde cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye koyuldular. Düştükleri bu utanç verici durumu seyreden Rableri onlara: ‘Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?’ diye seslendi. Her ikisi de dedi ki: Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka hüsrana, ziyana uğrayanlardan oluruz.” (A’râf, 7/22, 23) Hatalarını anlayarak yana yakıla tövbe ettiler, Allah da onların tövbelerini kabul etti. Ama bu günahın akabinde tövbe ederek bağışlansalar da bulundukları yerden, yani cennetten çıkarıldılar.
“Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de ‘Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır.’ dedik.” (Bakara, 2/36)
“Allah dedi ki: Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (mahşere) çıkarılacaksınız.” (A’râf, 7/25)
Adem ve neslinin hikâyesi bundan sonra onların imtihanı için hazırlanmış olan yeryüzünde devam edecekti. Bu olayın neticede önemli bir hikmeti vardı. Çünkü Allah’ın insanoğluna verdiği yeteneklerin ortaya çıkması veya halifelik gibi yüce bir makamı hak edecek olgunluğa erişmesi için dünya denen imtihan yurdunda Adem ve neslinin türlü imtihanlarla, bela ve musibetlerle denenmesi, sınanması gerekiyordu.
Bu kıssaların değerlendirmesi neticesinde anlamamız gereken şu ki, Kur’an-ı Kerîm bizlere, işlenmiş iki suçu ve bu suçluların ortaya koydukları iki ayrı tavrı örnek ve ibret alınması için gösteriyor. Birisi Adem’in, diğeri iblisin suçu… Adem’in suçu cennette Allah’ın yasakladığı meyveden yeme suçu, iblisin suçu da yeryüzünde halife olarak yaratılan Hz. Adem’e secde emrini yerine getirmeme ve bu emri veren makama baş kaldırma ve isyan bayrağı açma suçu.
Adem (a.s) ve Havva annemiz suçlarını anladılar, yaptıklarıyla kendilerini suçlu gördüler ve Rablerinin kendilerini affetmesi için ona yönelip “Rabbimiz! Kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz.” diye yalvardılar yakardılar. Aslında onların o meyveden yemelerinde etkili olan, kendilerine yeminler ederek kandıran şeytandı ama onlar bu işin faturasını şeytana çıkarmadılar. “Suçlu odur ya Rabbi! Bizi o saptırdı...” demediler. Ya da bu konuda neden şeytanı bize musallat edip de bizi saptırdın diye Allah’ı da suçlamadılar. Suçlarını kabul ettiler. “Ya Rabbi! Suçumuzu kabullenip suçumuzu itiraf edip senden af diliyoruz. Eğer sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen o zaman biz kaybedenlerden oluruz.” diyerek ağlayıp sızladılar.
Ama bakın iblis öyle yapmadı... “Mademki sen beni azdırdın, beni saptırdın, ben de buna karşılık bu halime sebep olan Adem ve neslini yoldan çıkaracağım, sana kulluk yaptırmayacağım.” diyerek suçlu makamına haşa Allah’ı ve Adem’i oturttu. Kendini tamamen temize çıkardı. İşte bu tavır şeytan mantığıdır. Suçu hep başkalarının üzerine atma, suçu hiç kendi üzerine almama. Maalesef bu tavrın insanlar arasında çok yaygın olduğunu görüyoruz. Kimsenin suça sahip çıkmadığını, suçu hep karşısındakilere atmaya çalıştığını görüyoruz. İşte bu mantıktan sakınmalı, kaçınmalıdır ki bu yaklaşım tarzı insanlığa değil şeytanlığa yakışır. Kur’ân’da bahsi geçen bu olay bize bu dersi gayet açıkça vermektedir.
Sonuç olarak bir konuya tekrar temas ederek makalemizi bağlayalım inşallah. Allah’tan bizi sınamak için bir bela, musibet, hastalık vs. başa geldiğinde bu olay aklen bize mantıksız gelebilir. Böyle durumlarda aklın hakkını vermekte, bu sorgulamaları yapmakta bir günah yoktur. Bu bilgi çok önemlidir. Günah olan tavır; bu sorgulamalarda kendini haklı, haşa Allah’ı haksız konuma sokmaktır ki işte yukarıda anlattığımız iblisin hikâyesi böyledir. Bize düşen; aklın almadığı durumlarda Allah’a teslim olmak, O’ndan razı olmak, bu işlerin arka planında bizim göremediğimiz hikmetlerin olabileceğini düşünmektir ki nitekim öyledir de… Bu tavır insan ilişkilerinde de önemlidir. Mesela eşimiz veya bir büyüğümüz, bir dostumuz, bir arkadaşımız bize bir konuda yanlış yapabilir. Evet, gerçekten de yapılan haksız ve yanlış bir şey olabilir. Ancak böyle bir yanlışı ve hatayı koz olarak kullanıp o kişilere buradan yüklenmek veya bu hataları karşıdaki kişinin tüm güzelliklerini kapatacak kadar büyütmek, yine bu hatayı bir bakıma intikam aracı olarak kullanmak çok ayıptır. Bize yakışan, eş ve dostların hatalarını affedici olmaktır. Adaletten ayrılmayıp hataların yanında iyilikleri, güzellikleri de görmek ve özellikle bu tür hataları başa kakarak ilişkileri zedeleyip kötüleştirmemektir.
Allah’a emanet olun.