İslam'dan uzak ruhların bunalım ve ruhi depremleri bitmez. Bu depremler insanın yaşantısının bütün alanlarını olumsuz yönden etkiler. Bu sebeple İslam'dan uzak bir insan; ne iyi bir baba, ne iyi bir anne, ne iyi bir eş, ne iyi bir ", ne iyi bir komşu olur. Bu hâle asıl sebep ise insanlara yaratılıştan verilmiş güçlü "ben" duygularıdır. İnsanoğlu varlığını korumak için güçlü bir ben duygusuyla yaratılmıştır. Bu güçlü ben duygusu İslam'ın prensipleriyle dizayn edilip dengelenmezse veriliş gayesinin dışına çıkarak her şeyi bencil ihtirasları uğruna yutan korkunç bir canavara dönüşür. Öyle ki, İlahlık iddiasıyla insanları firavunlaştırır. Zulümde ise vahşi hayvanlara taş çıkarttırır.
İnsanoğlu genel itibariyle ben merkezlidir. Bütün fiillerinin öncelikli tetikleyicisi kendi menfaatleridir. Benliğini beslerken "kendi beni" için hareket ederken özel bir nasihate, bilgilendirmeye ihtiyaç hissetmez. Suyun yukarıdan aşağıya akışı gibi kendi menfaatleri doğrultusunda kolaylıkla akar. Bu uğurda hiçbir çabadan da kaçınmaz. Ama başkalarının menfaati söz konusu olunca işler değişir ve buna karşı içinde büyük bir direnç hisseder. İnsanın kendi benini ilgilendirmeyen kişiler için hayırlı bir şeyler yapabilmesi, uzun nasihatleri, düşünceleri ve tefekkürleri gerektirir. Hiç karşılıksız iyilik, insan için çok zordur. İnsanoğlunun iyiliklere yönelmesi ve bu iyilik duygularının onun eylemlerini sürekli denetlemesi için yaptığı iyiliklerin ileride yine kendisine mükâfat olarak döneceğine inanması gerekir. Aksi durum onda ciddi isteksizlik uyandırır. Bu nedenle büyük, küçük ve gizli aşikâr bütün iyiliklerine karşılık bulabileceği bir ahiret inancı insanlar için kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Yine insanın sonsuz arzu ve hırslarının önünü almanın ve onun bir canavara dönüşümünü engellemenin yolu da ahiret inancıdır. Zira ancak bu iman duygusundan hareketle insanın egoist yapısı terbiye edilebilir. Yani açıkçası yine güçlü ben duygusunun motor etkisinden yararlanarak insanlar, kötülüklerinden vazgeçirilerek birer iyilik kaynağı hâline getirilebilirler. Bu yönlendirmeyi en güzel bir şekilde yapan din ise şüphesiz İslam dinidir. Başka hiçbir sistem veya ideoloji bu meselede bu derece etkili değildir.
Bu gerçekten hareketle diyebiliriz ki insanların ahirete ve oradaki hesap ve cezaya imanları ne kadar güçlü olursa, iyilik yapma ve kötülüklerden kaçmaya karşı sabır ve dirençleri o derece güçlü olmakta ve bencil duygularla mücadeleleri o denli kolaylaşmaktadır. Bu sebeple İslam Peygamberi Efendimiz'in (sav), İslam'ın emirlerini yapmanın yasaklarından kaçınmanın yanında, ümmetine imanı güçlendirici, yakîni artıcı dua ve eylemleri de tavsiye ettiğini görmekteyiz.
Ya Rabbi yakînimi artır!
İmanı güçlendirme ameliyesi Hazreti Peygamber'in ağzından "yakîn" olarak tabir edilir. Ve yine onun ağzından" Yarabbi yakînimi artır!" şeklinde duaya dönüşür. Allah'tan yakîn istemek her müminin hem ağzından düşürmeyeceği duası hem de ölene kadar vazgeçmeyeceği hedefi olmalıdır.
Yakînin lügat manası; kesin olan bilgi demektir. Kelam âlimleri, şüphe ve şüphe imkânı karışmayan itikada "yakîn" adını vermişlerdir.
İmam-ı Gazali yakîni açıklarken buyurur ki: "Bilmiş ol ki, Peygamberlerin getirdikleri her şey, yakînin mecralarıdır. Zira yakîn, sahibinden şek ve şüpheyi kaldıran hususi bir ilimdir. Tevhide iman eden, yakîn sahibidir. Yani her şeyi Allah'tan bilmek, diğer vasıtalara değer vermeyip bütün bunları Allahu Teala'nın emrinde musahhar ve hükümsüz tanımaktır. İşte böyle bir inancı olan yakîn sahibidir. Eğer iman ile birlikte kalbinde şüphe imkânı kaybolursa iki mananın biriyle yakîn sahibi olur. Eğer iman ile beraber vasıtalara kızmak, teşekkür etmek gibi halleri kaldıracak ve vasıtaları teşekkür ve gazapta hiçbir dâhli olmadan, kalem ve el seviyesine indirecek şekilde kalbinde kuvvetlenirse ikinci manada yakîn sahibi olur. Bu makam yakînin en şerefli makamıdır. Birinci yakînin semeresi ruhu ve faydasıdır. Kalemi kâtibin elinde bildiği gibi, güneş ay yıldız, canlı cansız her şey Allahu Teala'nın emrinde olup hepsinin kaynağının kudret-i ezelîye olduğunu hakkıyla bildiği zaman (yakînin dokuz makamından üçü olan) "rıza, tevekkül, teslim" kendisini kaplar. Gazap, hıkd, haset ve kötü huylardan emin olur.
Mesela; Allahu Teala "Yeryüzündeki bütün yürüyen canlı varlıkların rızkı Allah üzerinedir..." (Hud, 11/6) buyurmuştur. Kalpte bu ayete iman ne kadar kuvvetli olursa insan rızkını o nispette güzel yollardan arar, hırsı tamahı azalır ve kaybettiğine üzülmez. Yakînin sağladığı iyi neticelerden biri de taat ve ibadet ile güzel ahlaktır. Zerre kadar iyilik edenin mükâfat, zerre kadar kötülük edenin de ceza göreceğini kalbe yerleştirmek de bu yakînin alametlerindendir. Bu da sevap ve azaba yakîni ifade eder. Tokluğu ekmekte bildiği gibi sevabı taatte, helaki zehirde bildiği gibi, azabı günahlarda bilir de, açlığını gidermek için ekmeği elde etmeye çalıştığı gibi, taat ve ibadetin de azını çoğunu korur. Ve onu elde etmeye çalışır. Zehrin azından çoğundan kaçtığı gibi günahın da büyüğünden küçüğünden kaçınır.
Birinci manada yakîn, bütün müminlerde bulunur. Fakat ikinci manadaki yakin ancak mukarreblerde (Allah'a yakın olanlarda) bulunur. Bu yakînin faydası; hareket, sekenat ve hatıralarında kendini doğru murakabe etmek, takvada ileri gitmek ve her türlü fenalıktan sakınmaktır. Yakîn ne kadar kuvvetli olursa, fenalıktan kaçınmak, iyiliğe başvurmak o nispette çok olur. Her hâlini Allahu Teala'nın bildiğini, gönlünden geçenleri, gizli hatıra ve düşüncelerini bildiğini bilmek de bu yakîndendir. Birinci manasıyla yani şüphe etmemek manasıyla her müminde bu yakîn vardır. Ama ikinci manasıyla yakîn sahibi pek azdır. Ancak sıddıklarda bulunur. Bunun da neticesi; kendisinin padişah huzurunda takındığı tavır gibi, tenha yerlerde de Allah'ın huzurunda olduğunu düşünerek terbiyesini takınmasıdır. Hakikaten bu gibi yakîn sahipleri tenhalarda da edebe riayet ederler. Ve her nevi kötü hareketten çekinir, dışları içlerine uyar, içi dışı bir olur. Dışını insanların gördüğü gibi, kalbini de Allahu Teala'nın gördüğünü bildiği zaman, Allahu Teala'nın baktığı kalbini, insanların gördüğü dış görünüşünden daha iyi temizler ve süsler. Yakînin bu makamı, hayâ, havf (korku), inkisar (kırıklık), zillet(nefsini küçük görme), istikane (alçak gönüllülük), huşu ve tevazu gibi iyi huyları doğurur. Bu iyi huylar da üstün taatler yapmayı temin eder.
Hulasa; bütün manalarıyla yakîn, büyük bir ağaç gibidir. Kalpteki bu ahlaklar da bu ağacın dalları, bu ahlaklardan meydana gelen taat ve ibadetler de o dalların meyveleri gibidir. Yakîn bunların aslı ve esasıdır. Bu kadar kıymetli olan yakîne, ahirete gerçekten inanan ve Allah'a hesap vermekten korkan gerçek âlimler kıymet verirler. Dünyayı seven, ilmiyle dünyalık peşinde olan âlimlerin yakîn elde etme kaygıları olmaz. Maalesef bu ahir zamanda da ikinci sınıf âlimler çok fazla olup yakîne talip olan âlimler azdan da az, azdan da azdır. Hâlbuki gerçek kurtuluşu yakîn elde etmektedir. Peygamber Efendimiz (sav): "Yakîn, imanın bütünüdür." buyurmuştur. (Beyhaki, İbni Mesud'dan) Yine yakînin, sonradan tahsil edilebileceğini ifade eden bir hadisinde; "yakîn öğrenin" buyurmuştur. (Ebu Nuaym) Yani, yakîn sahipleriyle buluşun, onlardan yakîni öğrenin, hal ve gidişlerinde onlara uyun ki onların yakîni kuvvetlendiği gibi sizin de kuvvetlensin." demek istemiştir.
"Yakînin azı, amelin çoğundan iyidir"
Peygamber Efendimiz'e "yakîni kuvvetli, günahı çok; yakîni az, ameli çok" olan kişiden sorduklarında "Günahsız insan yoktur." buyurmuştur. Fakat yaratılışta akıllı olup yakîni kuvvetli kişiye günahı zarar vermez. Zira her günahın sonunda tövbe eder ve günahları mahvolur, yalnız kendisini cennete götürecek iyilikleri kalır. Bunun için de Peygamber Efendimiz (sav) diğer bir hadislerinde; "En az sahibi bulunduğunuz yakîn ve sabr-ı azimettir. Bunlardan nasibini alan için geçmişte tutamadığı oruçlar, kalkamadığı geceler için üzüntü yoktur." buyurmuştur.
Yakîn sahibi âlimlerin en belirgin özelliği, daima mahzun olmalarıdır. Allah'tan korkuları, giyimlerinde, ahlaklarında, işlerinde, duruşlarında, konuşmalarında, sükûtlarında belli olur. Onlara her bakan Allahu Teala'yı hatırlar, yaşantıları ilimlerine şahadet eder. Bir taraftan vakar diğer taraftan tevazu sahibidirler. Yakînden nasibi az âlimler de kendilerini hemen belli ederler. Yığın yığın sözler, ağzını yayarak konuşmalar, bol bol gülüşler, konuşma ve harekette aceleler, hepsi Allah'ın azabından emin olmaktan ileri gelir. Bu gibi hareketler Allah'ı bilen âlimlerin değil, dünyaya bağlanan gafillerin alametidir.
Hazreti Ömer (ra): "İlim öğrenin, ilimle beraber ağır başlılığı, yumuşaklığı da öğrenin. Hocalarınıza karşı alçak gönüllü olun, sizden öğrenenler de size öyle olsun. Sakın âlimlerin kibirlilerinden olmayın, çünkü böyle olursanız ilminiz cehaletinize üstün gelemez." derdi.
Şu güzel hadisle yazımızı bağlayalım. "Ümmetimin iyilerinden bir cemaat vardır ki ilahi merhametin genişliğinden açıkta gülerler, azabının korkusundan da gizli yerlerde ağlarlar. Bedenleri yerde, gönülleri göklerdedir. Ruhları dünyada akılları ise ahirettedir. Yürümeleri vakar ile, buluşmaları ise sebepledir." (Hâkim ve Beyhaki)
Ya Rabbi yakînimizi artır.
Amin.