Cennet; bağ bahçe, yeşilliklerle örtülü doğa güzelliği demek. Görmeyenlere başka türlü anlatmak mümkün değil ki. Yoksa cennet nere, bağ bahçe nere! Cennet, insan hayalinin erişemeyeceği güzelliktedir. Otantik mimari güzelliği ve rüya gibi evleriyle o muhteşem Brugge şehri veya doğa güzelliği ile insanın nefesini kesen Maldiv Adaları cennetin yanında birer çöplük gibi kalırlar. Cennetleri aslında dünyada kullandığımız kelimelerle anlatmak mümkün değil. Yapıtaşları atom olan varlıklar entropi kanununa bağlıdır. Yani fani olup varlıkları her an kokuşarak, bozularak, çürüyerek yokluğa doğru sürüklenmektedir. Bedenimiz, bu dünya ve içinde bulunan her şey...
“Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet sahibi olmak, rüyada hazine bulmaya benzermiş! Hani yatakta uyanır ve elimizde avucumuzda bir şey olmadığını görürüz ya; işte öyle. Ben küçüklüğümde paralı rüyalar görürdüm. Yerden ot toplar gibi para toplardım. Uyandığımda rüya olduğuna inanamaz çok üzülür yastığın altına elimi sokar, yatağın altını kurcalardım. Yok, yok! Gerçek değilmiş, uçup gitmişler. Dünya malı, nesilden nesile aktarılarak dünyada kalır. Ölüm meleği gafilin canını almak suretiyle onu uykudan uyandırır. O kimse gerçekte sahip olmadığı bir mal için dünyada çektiği sıkıntılara hayret eder. Bin pişman olur. Lâkin iş işten geçmiş her şey bitmiştir.”
Ekonomi, sınırsız olan insan ihtiyaçları ile sınırlı olan dünya nimetleri arasında denge kurma bilimidir. Örneğin havyar üretimi az olduğuna göre havyarın fiyatını çok yüksek tutarsınız böylece birçok insan havyar alamaz ve havyarı yalnızca çok parası olanlar tüketebilir. Yani ekonomi bilimi dünya için gereklidir, çünkü dünyanın şartları böyle. Cennette ekonomi olmaz. Çünkü orada insanın sınırsız isteklerini karşılayan sınırsız nimetler var. Cennet sonuçların yeridir ve her şey doğrudan Rabbimizin fazlından kaynaklanmaktadır. Bu karma dünya âleminde
-Acıkırız, gıda temin edemezsek açlıktan ölürüz (Gıda bulmak için çalışmak lazım).
-Üşürüz, yakıt bulamazsak donarak ölürüz (Yakıt temin etmek için çalışmak lazım).
-Barınmamız gerekir, evimiz olmazsa ortada kalırız. (Barınabilmek için çalışmak lazım).
Bütün bunlara ulaşmak için bu dünyada çalışmak dediğimiz bir sebebe yapışmak gerekiyor ki çalışmakla para dediğimiz sebebe, para ile de diğer sebeplere ulaşabilelim. (Yemek, yakıt, inşaat malzemesi vs.) Velhasıl ard arda dizilmiş sebep, sebep, sebepler var. Bunlara illet deniyor. Dünyada bir gram pırlantaya ulaşabilmek için yüzlerce sebebe yapışmak gerekir ki yine de bu vuslat her adama nasip olmaz. Ama cennetlerde içi dışardan, dışı içerden görünen son derece şeffaf ve pırlantadan yapılmış köşkler, villalar yüksek şatolar var. Hem de şehirler oluşturacak kadar çok sayıda binalar. Hepsi pırlanta... Pırlanta kentler. Fakat söyledik ya Cennet sebepler değil sonuçlar yeridir. Öyleyse orada çalışmak diye bir şey yok! Para da yok, sebeplere ulaşmak için gayret göstermek de... Hepsi Allah’ın fazlından. Kulun zevk ve neşe içinde yaşamaktan başka iş ve uğraşı yoktur. Çünkü kul zamanında çalıştı gayret gösterdi de böyle sonsuz bir zevk âlemini haketti. Yaradan söylemişti ya;
“İyiler kesinlikle cennetteler. Onlar orada tahtlar üzerine oturup etrafı seyrederler. Yüzlerinde nimetlerin sevincini görürsün. Onlara ağızları mühürlü (ilk defa kapağını kendilerinin açacağı) saf bir içecekten içirilir. Onu içtikten sonra misk kokusu duyarlar. İşte yarışanlar bunun için yarışsınlar.” (Mutaffifîn, 83/22-26)
Cenneti elde etmek için ne yapmak lazım!
Yarışmak, cennetteki nimet ve güzelliklerin sonsuz dereceleri olduğu için gerekiyor. Cennetteki fazilet ve dereceler dünyadakilerden çok daha üstündür. Bu yarışta geride kalanın, başkalarının kendisini geçmesine izin verenin veya gerilerde kaldığına aldırış etmeyenin aklına şaşılır. Mesela dünyada insanlar komşusundan aşağı kalmamak için nasıl gayret gösteriyor değil mi? Birisi daha güzel bir ev, daha modelli bir araba aldığında diğerlerinin huzuru kaçıyor, bir rekabet duygusu sarıyor insanları.
Cennette yüz derece vardır
İnsanların bildiği bütün âlemler (tüm uzay ve evrenler) bu yüz dereceden yalnızca birinin içine konsaydı toz zerresi gibi kalır, kaybolur giderlerdi. (Tirmizi)
Derece itibariyle cennet ehlinin en düşüğü en sona kalan bir adamdır.
Kendisine: ”Cennete gir!” denilir. Adam:
“Ey Rabbim nasıl gireyim. Herkes yerlerine yerleşti, mekanlarını tuttu! Zannetmiyorum ki bana da başımı sokacağım bir yer kalmış olsun” der. Allah buyurur:
“Sana dünya krallarının birinin mülkü kadar mülk verilmesine razı mısın?”
“Rabbim, razıyım!” der. Allah:
“Sana bu verilmiştir. Onun iki katını, onun da iki katını, onun da iki katını, onun da iki katını verdim.” Adam beşincide,
“Ey Rabbim razı oldum yeter!” der.
Rab Teala: ”Bu sana verildi, on misli daha verildi. Ayrıca gönlün her ne isterse gözün neden zevk alırsa sana hepsini verdim!” buyurur. (Buhari)
Bu hesapları yapmak belki güç olacaktır. Biz daha net olarak alınacak mükafatı görmek için başka bir hadise başvuralım da gözümüzün önü aydınlansın. “Cennete en son girecek adama, bu dünyanın on katı büyüklüğünde cennet verilecektir.” (Müslim)
Cennette dövüş, kavga yok...
Allah nimetlere boğacak insanları, nimetlere! Emeksiz yiyecekler, çalışmadan kazanacaklar. Yorulup usanmayacaklar. Huysuz ve ahlaksız olmayacak, böyle insanları etraflarında görmeyecekler. Dövüş, kavga ve düşmanlığın zerresi bulunmayacak. Öğrenmek, okumak, yazmak zahmetinden kurtulacaklar. Hamile kalmayacak, doğum yapmayacak, adet görmeyecekler. Vücutları daima diri ve taze olacak. Hem erkek hem de kadınlar kılsız ve tüysüz olacaklar (istenmeyen tüyler). Ama çok güzel saçları, kaşları ve kirpikleri olacak. Erkekler sakalsız ve bıyıksız olacak. Yokluk, darlık, hastalık, bunaltan sıcak, donduran soğuk görmeyecekler. Kimse kimseyi rahatsız etmeyecek. Sınırsız özgürlükler içerisinde, sınırsız bir damak zevkiyle sınırsız ve sonsuz yaşayacaklar. Daima genç, her an taze, istekli ve neşeli. İnsanlar kaç yaşında ölürlerse ölsünler cennette otuz yaşında olacaklar (cehennemlikler de öyle). Bu yaş sonsuza kadar hiç değişmeyecek. Bir şeyi elde etmek için yalnızca akıllarından geçirmeleri yetecek. Ancak cennetler öylesine çok ve dereceler o kadar farklı ki!
Cenneteki köşkler
“Cennettekiler, bazı köşkleri, seher vakti uzaklarda ışığı parlayan tek tük yıldızları görür gibi görürler. Çünkü aralarında derece farkı vardır.” (Buhari)
“Kim ki Allah’a bir mümin olarak varırsa işte onlara en yüksek dereceler vardır. Ağaçları altından nehirler akan Adn cennetine girecekler. İşte kötülüklerden temizlenenlerin mükafatı budur.” (Taha, 20/75-76)
Söz güzel, sohbet güzel, en güzeli kulluk olmuyor mu?
İşte bu güzelliklere, güzel bakan, güzel gören, güzel düşünenler sahip olacaklar. Ahlakı güzel olanlar. Ahlak güzel olunca; rüku güzel, secde güzel, dua güzel, yapılan hayır ve iyilikler güzel olmuyor mu? Söz güzel, sohbet güzel, kısaca kulluk güzel olmuyor mu? Öyle “Cennette olayım da hangi köşesinde olursam olayım!” diyemiyoruz. Bir düşünelim! Artık bu dünyaya sonsuza kadar bir daha gelmeyeceğiz. Bir daha sınav yapılmayacak. Öyleyse bir kez yapılan bu tek sınavda, yalnızca geçer not almakla yetinmemeli, en yüksek notu almaya çalışmalıyız. Evet, Rabbimizi dinleyelim:
“İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger. Yüzlerine parlaklık, gönüllerine sevinç verir. Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve oradaki ipekleri lütfeder. Orada koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar. Ne yakıcı sıcak görürler orada, ne de dondurucu soğuk. Ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkar, kolayca koparılabilen meyveleri istifadelerine sunulur. Yanlarında gümüş kaplar ve billur kaselerle, gümüşî beyazlıkta billûr gibi şeffâf kupalarla dolaşılır ki -cennet sakinleri bunlara dolduracakları cennet içeceklerini cennetteki insanların iştahları- ölçüsünde tayin ve takdir ederler. Onlara orada bir kâseden içirilir ki karışımında zencefil vardır. (Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebil denir. Cennettekilerin etrafında öyle ölümsüz genç hizmetçiler dolaşır ki, onları gördüğünde kendilerini etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak, hesapsız nimet ve ulu bir saltanat görürsün. Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır. Gümüş bilezikler takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz içecekler içirir. Onlara: İşte bu sizin işlediklerinizin karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer, denir.” (İnsan, 76/11-22)
Rasûlallah da (sav) cennetlerden birinden bahsederken onun gümüş ve altın kerpiçten yapıldığını, harcının misk, taşlarının inci ve yakut olduğunu, oraya girenlerin bolluk ve refah içinde, üzüntüsüz ve kedersiz yaşayacağını; ebedî kalacaklarını, ölmeyeceklerini, elbiselerinin eskimeyeceğini ve gençliklerinin yok olmayacağını anlattı.
Allah’ın güzelliğinden,
kendinden geçmek
Cennetlikler cennete girdiği zaman Allah şöyle buyuracak: “Size daha da vermemi istediğiniz bir şey var mı?” Cennetlikler de şöyle derler: “Yüzlerimizi ak çıkarmadın mı, bizi cennete koymadın mı, bizi cehennemden kurtarmadın mı? Bunlar bize yeter ya Rabbi…” Cenâb-ı Hak perdeyi kaldırır, cennetliklere artık Rablerine bakmaktan daha sevimli gelecek hiçbir şey verilmiş olmaz. (Müslim)
Allah’ın güzelliğinden, kendilerinden geçerler de akıllarında ne cennet kalır, ne de cennet nimetleri. Hepsi silinir gider. Ne zaman ki Rabbimiz cemalini çeker ve göstermez, o zaman kendilerine gelir ve cenneti hatırlarlar. En üst derecedeki zevk, alt derecede bulunan diğer zevkleri silip süpürür. Cennette de günler vardır ama sabah akşam gibi değil. Orada aydınlık hiç yok olmaz. Karanlık ve gece yoktur. Uyumak ihtiyacı da. İşte cennet gününün her başlangıcında ve her günün sonunda olmak üzere, derecesi yüksek olanlar Rabbimizi günde iki defa görecekler. Diğerleri cennet haftasında bir kere!
Cennetin sahibini dinleyelim:
“Cennet takva sahiplerine yaklaştırılmıştır. İşte size vaad olunan, gördüğünüz şu cennettir ki O, Allah’ın hükümlerine uyan, çok esirgeyici Allah’a bütün samimiyetiyle görmediği halde saygı gösteren, hakkın taatına yönelmiş bir kalple gelen kimselere aittir.” (Kâf, 50/31-33)
“Tövbe edenler, iyi amel ve harekette bulunanlar öyle değil. Çünkü bunlar hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayarak cennete, çok esirgeyici Allah’ın kullarına söz verdiği Adn cennetlerine gireceklerdir. O’nun vadi şüphesiz yerini bulacaktır. Orada selâmdan başka boş bir söz işitmeyeceklerdir. Orada sabah, akşam rızıkları da ayaklarına gelecektir. O öyle cennettir ki biz ona kullarımızdan gerçekten takva olanları vâris kılacağız.” (Meryem, 19/60-63)
“Rablerinden sakınanlara üst üste yapılmış altlarından ırmaklar akan köşkler vardır.” (Zümer, 39/20)
“Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara içinde sonsuza kadar kalmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetlerinde güzel evler ve yurtlar vadetti.” (Tevbe, 9/72)
“Her çeşit ağaçlar ve akıp giden nehirler var. Örtüleri atlastan minderlere yaslanırlar. İsteyenlerin yanına kadar sarkıtılmış, koparılması kolay türlü türlü bol meyveler var.” (Rahmân, 55/48, 54)
“Yaptıklarına karşılık koltuklara yaslanırlar. Afiyetle yer içerler... Onlara canlarının istediği meyve ve etten bol bol verdik. Orada, (içilince) boş söz söyletmeyen, günah işletmeyen dolu bir kadehi elden ele dolaştırırlar.” (Tûr, 52/19, 22, 23)
“Altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Canların isteyeceği ve gözlerin hoşlanacağı ne varsa, hepsi oradadır. Siz de orada devamlı olarak kalacaksınız. İşte bu, sizin çalıştığınız ameller sebebiyle mirasçı kılındığınız cennettir. Sizin için orada çok meyveler vardır, onlardan yiyeceksiniz.” (Zuhruf, 43/71-73)
“Pınarlardan doldurulmuş kadehler dolaştırılır. Berraktır, lezzet verir. O içki sarhoş etmez.” (Saffât, 37/45-47)
“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar Cennette pınar başlarında olurlar. Oraya güvenlik içinde girerler. Biz onların gönüllerindeki kini söküp attık. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar. Orada kendilerine hiçbir zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılmayacaktır.” (Hicr, 15/45-48)
“Onlar cennette ne bir boş laf işitirler ne de bir saçmalık. Ancak bir söz işitirler: Selam, Selam (birbirleriyle selamlaşır dururlar).” (Vâkıa, 56/25-26)
Birgün içinden çıkamadığım bir durumla karşılaştım. Kur’ân-ı Kerîm’de “Gılman” olarak geçen bir kavramın altında ezildim. İçinden çıkamıyorum. Ne kadar İslamî kitap, terim, tanım ve literatür varsa taradım. Arapça dil uzmanları ve akademisyenlerle konuyu istişare ettim. Ancak ne yazılı kaynakların ne de uzman kişilerin bu konuda beni tatmin edemediklerini gördüm. Ayintabi Mehmed Efendi’nin bilimsel hiçbir değer taşımayan korkunç ve yüz kızartıcı zanları da işin cabası! (fesübhanallah! Bazen eskilerden böyle sapur supur görüşler de zuhur ediyor ya hu!) Neyse günlerce düşündüm, taşındım, kafa yordum. Hayır! Zihnim netleşmiyor. Sonunda acze düştüm. O günlerde bir esnaf dükkanında dostlarla bir araya gelmiştik. Henüz sohbete başlamıştık ki içeriye Mevlüd Efendi girdi. Kendisini hemen kapıda, ayakta karşıladım. Aramızda şu konuşmalar geçti:
-Efendim! Günlerdir gönlümü meşgul bir konu var. Sizin buraya gelmeniz öyle güzel bir tevafuk oldu ki anlatamam! Beni aydınlatırsanız çok sevinirim. Mevlüd Efendi hiç duraksamadı;
-Şimdi bana söylediler!
-Ne dediler Efendim?
-Üç defa; “Gılman, Gılman, Gılman” dediler!
-!!! ... Peki öyleyse! Buyurun efendim sizi dinliyorum!
Mevlüd Efendi, okumayla, yazmayla, kitaplarla pek ilgisi olmayan bir gönül dostuydu; ümmi bir şahsiyetti. Hayatını İhramcızade Hazretlerinin hizmetine vakfetmişti. Saflığı ve samimiyeti ile daha 21 yaşında iken kalp gözü açılmış bir kişi. Çocuksu bir hâlet-i rûhiyeye sahipti. Kısa boylu, yumuşak, halim selim bir insandı. Sağ ayağı aksak olduğu için densizler onun gıyabında “Topal Mevlüd” diye konuşurlardı. Aşk ve muhabbetle yol almış hep… Söz onda artık!
Mevlüd Efendi yaşadığı
manevi bir hâli anlatıyor:
“Uçsuz bucaksız bir yeşillik alan görüyorum. Zümrüt yeşilinden başlayarak yeşilin her tonu var. Cennetin akılları durduracak güzellikteki kapılarından birinin önündeyim sanki. Kapıda görevli melekler var. Onların gözetim ve denetimi nedeniyle sizi tanımazlarsa içeri girmeniz mümkün değildir. Üzerlerinde boydan düğmeli çok zarif ve estetik pardesüler var. Başları açık, çok gür ve göz alıcı güzellikte saçları var. Bıyık ve sakalları yoktur. Yüzleri cam gibi saydam, berrak ve pürüzsüz.
Beni içeri kabul ettiler. Ben girerken nazik bir şekilde havuzları işaret ettiler. Yanımda bana yol gösteren bir melek var. O bana “Lütfen havuzdan geçer misiniz?” dedi. Bu esnada üzerimdeki her türlü giysiden arınmış olarak buldum kendimi. Dünyada benzerini hiç görmediğim güzellikte bir peştemal giydirerek havuza soktular. Havuzda ağır ağır ilerlerken cildimin değişmeye başladığını hissettim. Vücudumda sivilce, akne, yara izi ne varsa hepsi kayboldu. Başımı da o cennet suyuna soktum. Çıkardığımda yüzümün derisinde hiç pürüz ve kırışıklık kalmamıştı. Yavaş yavaş onlara benzemeye başladım. Evet anladım ki bu havuzlar bir çeşit sterilize ve dezenfekte işlevi görerek insanı cennet ortamına hazır hâle getiriyor. İkinci havuza girdiğimde kendimi daha latif ve berrak hissederek saydamlaştım.
Cenneti gezmeye başlıyorum. Kimi evler villa tipi yan yana dizilmişler. Çok güzel bahçeleri var, dünyadakilere benziyorlar. Villaların etrafı cennet bitkileriyle bezenmiş. Her villanın bahçe kapısında ve çatısında Kur’an yazısıyla bir şeyler yazıyor. Yanımdaki görevliye yazıların ne anlama geldiğini soruyorum. “Villaların sahiplerinin isimleri yazıyor” diye cevap verdi. Başka bir yere gidiyoruz. Bu kez yan yana dizilmiş köşkler görüyorum. Yolculuğun devamında saraylar ve şatolar geliyor. Hepsinin de giriş kapısında isimler yazıyor. Ancak villaların dışında diğer gördüklerim hiç dünyadakilere benzemiyor. Onların güzelliğini anlatmak mümkün değil.
Her yerde zevk ve eğlenceler hüküm sürüyor. Cennete apayrı bir güzellik katan, çevreye neşe saçan, uzaktan bakıldığında papatyaları andıran, kıpır kıpır oynaşan, cıvıl cıvıl söyleşen çocuklar görüyorum. Yanımdaki görevliye “Bunlar kimler?” diye soruyorum. “Gılmanlar” diye cevap veriyor. 9-10 yaşlarındalar. Çok güzeller. Kız güzelliğindeler ve oğlan çocuğu görüntüsündeler. Ama cinsiyetleri yoktur. Başlarında fosforik ve pırıltılı bir bant sarılı. O nedenle uzaktan bakıldığında parlayan papatyalar gibi görünüyorlar. Çağrıldıklarında koşarak geliyorlar. Çağlayanlar gibi coşkun selsebil kaynağına gidip, hemen ellerindeki ibrikleri içecekle doldurup cennet sakinlerine getiriyor, onların kadehlerini dolduruyorlar. Sonra yine koşarak oyunlarına devam ediyorlar. Onların işi cennetliklerin kadehini doldurmak ve cennetteki çocuk dekorunu tamamlamak…”
Bir kez daha anladım ki sûfilik büyük bir ilim... Aynel yakîn ilmel yakîni geçti! Mevlüd Efendi sözlerini teyit mahiyetinde “ içiniz rahat olsun. Sizi temin ederim ki cenneti bir kez değil, iki kez değil tam onyedi kez gezdim!” diyerek konuyu noktaladı…
Biz de konuyu şöyle kapatalım. Büyük kalabalıkların katıldığı güzel bir yerde olduğunuzu hayal edin. Tüm doğa güzellikleri ve müşteri hizmetleri mükemmel olsun. Böyle bir ortamda hep yetişkin insanların var olduğunu düşünelim. Yani hiç çocuk olmasın! Nasıl olurdu?