Sıkıntılı, yıkık ve mahzun gönüllere ümit aşılamak ne kudsî bir görevdir!
Hayat yolculuğu düz bir çizgi değildir. Zaman zaman, iniş ve çıkışlar, yorgunluklar, tehlikeler ve çeşit çeşit mânialar söz konusudur. Maddi ve manevî seyr u seferimizde muvaffakiyet ve hedefe vuslatın gerçekleşebilmesi için; İlahi inâyete nâiliyet (tevfîk), irade disiplini, sabır, sebat, muhabbet ve dinamik bir heyecan gibi olmazsa olmaz birtakım esaslara riayet son derece önemlidir. Başarının vazgeçilmez bu esaslarının gereğini kuşanabilmek ve yolculuk boyunca zinde kalabilmek için ise bir gönül iksirine ihtiyaç vardır. Bu iksir, “sönmeyen bir ümit ışığı”na sahip olmaktır.
Ümidini kaybedenin dünyası kararmış demektir. Böyle birinin hayattan zevk alması, yüzünün gülmesi, gönlünün rûşen olması mümkün değildir. Ümitsizlik, kişiyi hem Rabbi’nden hem çevresinden hem işinden ve hatta kendi varlığından koparır.
Ümitsizlik girdabına düşen kimse, daha dünyada iken cehennem çukuruna düşmüş demektir. İşte bu sebeple olacak ki, yüce Yaratıcımız, hiçbir kulunu ümitsizliğe sevk edecek bir beyanda bulunmamıştır. Hatta içine düştüğü günah denizinde boğulma emareleri görülen kimselere bile:
“De ki: Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zümer, 39/53) buyurarak gönül âlemlerine “ümit aşısı” yapmıştır.
“Ben kulumun zannı üzereyim” (Buhari, Tevhid, 35) kudsi beyanıyla da kullarının kendisine daima hüsn-i zanda bulunmasına işaret etmiştir. Kendilerini yolda koymayacağı, ellerinden ve gönüllerinden tutup menzil-i maksuda ulaştıracağı inancını taşıyan ve her zorlukta Rabbi’nin inayetinin kendi yanlarında olacağını bilen ümit erlerinin, hiçbir zaman iradeleri çözülmeyecek, sabır ve sebatları bitmeyecektir. Başkalarının yoruldukları yerlerde, bu kimseler heyecanla yollarına devam edeceklerdir. Onlar için zor yoktur; belki biraz sabır ve zamana ihtiyaç vardır. Başarısızlık yoktur; zira başarıya giden yolda her başarısızlık yeni bir öğrenmedir. Başarıya ulaşmanın bir tek yolu yoktur; aksine birçok yolu vardır. Her olumsuzluğun içinde, aranırsa bir güzellik bulmak mümkündür; zira her celâl içinde bir cemâl tecellisi mutlaka vardır.
Yetmiş iki millete âdeta ümit çeşmesi olan Mevlânâ -kuddise sirruh- ne güzel çağrıda bulunur:
“Karamsarlığı bırak. Ümitsiz olma. Sayısız ümit kapısı vardır. Cihan güneşlerle dolu iken karanlıklara gitme.”
Başarma ümidi taşımayan bir öğrenci için, okul bir zindan, öğretmenler de bir zindan bekçisi kesilir. Bu bakımdan anne-babalar, öğretmenler ve arkadaşları nazarında bir öğrenci hiçliğe mahkûm edilmemeli, hiçbir zaman ümidi kırılmamalıdır. Aksine sürekli ümit aşılamak suretiyle yeşerip dal budak salmasına vesile olunmalıdır.
Ümidi tükenmiş bir tüccar için hayat mezara döner. Böyle biri elden ayaktan kesilir, heyecanı biter, yüzü sirke satmaya başlar. Ümitsizlik, beraberinde bitişi getirir. Dünyası kararmış böyle bir insana ümit ışığı yakmak, yol ve hatta mümkünse yardımcı olmak, onu hayata taşıyan ihya edici bir nefes olur.
Ümit şebnemi, hizmet erinin gönlüne düşmüyorsa o kişi artık et ve kemik yığını halinde, heyecanı pörsümüş bir şekilde, donuklaşmaya, tembelleşmeye ve zamanla oturup uyuşmaya doğru yol alır. Gönül âlemi henüz Rabbi’yle teselli bulma noktasına erişmemiş hizmet erini hem bu seviyeye yükseltmeye gayret etmeli hem de sürekli onu canlı tutacak ilgi, iltifat ve takdiri ondan esirgememelidir.
Değerleri çiğnenmiş bir dava erinin ümidini yitirmesi büyük bir felakettir. Böyle birinin gönlüne ümit penceresi açılırsa o kişi her şeyi boş vermek yerine, davası adına zincirlenemeyecek bir aslan kesilir. Allah Rasülü -sallallahu aleyhi ve sellem- ashabını nice ümitlerle cesaretlendirdiği gibi, tarihte birçok komutan da dünyevi ve uhrevi müjdelerle askerlerine heyecan yüklemiştir.
Seyr u sülük yoluna intisap etmiş bir dervişin gönlüne ümitsizlik virüsü düşmüş ise artık onun gözünde evrâd ü ezkârın önemi azalır, ağırlaşır ve nihayet biter. Manevi yolculukta koşarken topallamaya başlar, gönlü Mevlâ’ya değil de Leylâ’ya doğru akar. Bu sebepledir ki hakiki mürşitler, etraflarına hep ümit rayihası yayarlar. Onların huzurlarına hüsn-i niyetle giren herkes, gönül âleminde bir bahar havasının esmeye başladığını hisseder. Artık böyle bir iklimde rengârenk ümit çiçekleri açar.
Mevlânâ -kuddise sirruh- der ki:
“Aman, sakın ha gökyüzünün nurundan ümidini kesme. Cenâb-ı Hak dilerse, İlahi nur, bir an içinde sana da ulaşıverir.
Ümitsizlikleri Hakk’a arzedin ve O’ndan rahmet ve hidayet ümidinde bulunun ki, devasız dertten, yani kalbinizin kararmasından, paslanmasından kurtulasınız.
Kaya gibi sert, mermer gibi katı da olsan, eğer bir Allah dostuna kavuşacak yahut onun eli sana değecek olursa bir cevhere dönersin.
Tertemiz Allah dostlarının sevgisini canının ta içine yerleştir.”
Ehlullâh son ana kadar “Bir nefeste nice haller lütfedilir.” ümidiyle Hakk’a hüsn-i zan besleyerek bir ömür sürmüş ve neticede taklitten tahkike geçmişlerdir. Hâce Âlâeddin Atar -kuddise sirruh-’un şu sözü çok anlamlıdır:
“Ben kefil olurum ki, bu yola taklitle giren bile yine tahkike erişir. Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretleri, bana, kendilerini taklit ile başlamamı emrettiler. Kendilerinden taklit ettiğim her şeyi yine taklit ile götürmekteyim. Elbette bir gün eser ve neticesini görürüm.”
Ümit bu kadar önemli olduğu içindir ki “Farzlardan sonra en önemli ibadetlerden biri de insanların gönlüne sürur vermektir.” (Taberânî, Kebîr, XI, 71/11079) buyrulmuştur. Bütün bunlarla beraber her şeyde olduğu gibi ümit verme konusunda da dengeyi iyi muhafaza etmek son derece önemlidir. İnsanlara gerçekçi olmayan boş vaatlerle ümit dağıtmak, Kur’an’da şeytani bir vesvese olarak nitelendirilir. Korku ve ümit dengesinde, ümit tarafının bir derece ağır basması, kişinin hayat kalitesini geliştirme yönünde onu müspet yönde motive edecek ve yüreğine güçlü bir enerji yükleyecektir.
Sıkıntılı, yıkık ve mahzun gönüllere ümit aşılamak ne kudsî bir görevdir! Buna mukabil Allah’ın kullarının ümitlerini söndürmeyi bir marifet sayan kimse, ne talihsiz bir kimsedir! Böylelerinin dostluğu da rehberliği de insanın içini ve dünyasını zifiri karanlığa boğar. Bu kimselerden hayır ummak muhaldir.
Gönül seferinde Mevlâ’ya güvenip yola çıkmalı ve sürekli ümit esintileri ile gönlü ferahlatmalıdır...
Allah’a Dayan Sa’ye Sarıl
İman, en büyük imkândır.
Kâinatın en şerefli varlığı olarak en güzel kıvamda yaratılan ve Hakk’ın yeryüzündeki halifesi olma liyâkat ve istidadını kendinde barındıran insan, bu keyfiyetine rağmen, yalnız kendine güvenerek, hayat yolunda emniyetli bir şekilde hedeflerine doğru seyr u sefere çıkabilir mi? Hele bu yolculuk Hak ve hakikate ulaşma gayesine matuf ebedî saadet bahçesine doğru ise...
İnsanı her şey gören ve hatta onu kendi gözünde ilahlaştıran anlayışlara göre “İnsan sınırsız bir güce sahiptir, belli teknik ve usullerle bu güce ulaşmak mümkündür ve kişinin hayatta başaramayacağı bir iş yoktur.” Bu anlayış, hayata ve kendine karşı adeta körebe oyunu oynayan, iman gibi bir ışıktan mahrum, materyalizmin zifiri karanlıklarında korkusunu örtme adına avaz avaz bağıran zavallı bir şaşkının hezeyanlarının bir ürünüdür. Üzülerek ifade edelim ki bu anlayış, bugün “Kişisel Gelişim” adı altında “kendine güven” serlevhasıyla insanlara aşılanan bâtıl bir inanç şekline bürünmüştür.
Hayattan korkan, kendini başarısızlığa mahkûm eden ve neticede ümidini kaybetmiş bir insanı -ümit ve heyecan aşılamak adına- böyle bir inanca sevk etmek, onu bir başka hastalığın pençesine bırakmak demektir. Zira her şeyin üstesinden gelmeye kendi kendine muktedir olma inancı, kişiye kendi kaderini oluşturma misyonu yükler ki, bugüne kadar hiçbir kimse bu hayalin hakikatine şahit olmamış ve bundan sonra da olamayacaktır. Çünkü bir insanın olmak ya da yapmak istediği konularda müspet bir sonuca erişebilmesi için, doğup büyüdüğü çevre, sıhhat, iklim, maddi-manevi rızıklar, yaşadığı dönem gibi bilip bilemediğimiz daha milyonlarca bileşenin bir araya gelmesinin gerekliliği bilinen bir gerçektir. Bir de bu şartların her an yenilendiği ve değiştiği düşünülürse, bütün bu tesirleri kendi iradesi etrafında şekillendirebilecek bir gücü kişinin kendi içinde araması, ne büyük bir vehim hastalığıdır!
Âlemlere bir nur (ışık) olarak gönderilen Kur’an-ı Kerim, tüm insanlığı cihanşümül hakikat şualarıyla her alanda aydınlattığı gibi, bir işte muvaffak olmak için riayet edilmesi gereken edep ve üslûbun nasıl olması gerektiği konusunda da bizlere ışık tutar.
Bunlardan birisi ve belki birincisi “İlahi iradeyi her an göz önünde bulundurma” edebidir. Kur’an-ı Kerim bu ebedi gerçeği Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in şahsında tüm insanlığa şöyle hatırlatır:
“(Allah’ın iradesini gözardı ederek yani inşaallah demeden) Hiçbir şey için «Bunu yarın yapacağım» deme! Ancak Allah dilerse (yaparım de). Bunu (inşallah demeyi) unuttuğun takdirde (hatırlayınca inşallah diyerek) Rabbin’i an ve: ‘Umarım ki Rabbim, beni bundan daha yakın bir zamanda muvaffakiyete eriştirir’de!” (Kehf, 8/23-24)
Yüce Rabbimiz, kendi iradesinin göz ardı edilerek bir işin planlanmasını doğru bulmamaktadır. Bu durum, özellikle inanan bir kimse için gözetilmesi gereken önemli bir edeptir. Zira bir mü’min, Allah’ın izni ve iradesi olmadan bir yaprağın bile hareket ettirilemeyeceğinin şuurunda olmalıdır. Fahr-i kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in “Allah’ın ismini anmadan (bismillah demeden) başlanan işlerin neticeye ulaşamayacağını”(Suyûtî, el-Câmî, No: 6284) bildirmesi de bu hakikatin nebevi ifadesidir. Zira besmele, diğer anlamlarının yanı sıra bir işe “Allah’ın yardımını niyaz ederek başlamak” manasını da ihtiva etmektedir. Hatta bir işe başlarken “Rabbim kolaylaştır, zorlaştırma!” duasında bulunmak da İslam ümmetinin tatbik edegeldiği önemli bir sünnettir. Yine “Muvaffak kılan Allah’tır” anlamındaki “Allâhü veliyyü’t-tevfîk” cümlesi, serlevha halinde evlerimizi ve işyerlerimizi tezyinle bu hakikati sürekli bizlere hatırlatan bir ikazdır.
İbn Atâullah el-İskenderî bir hikmetinde şöyle der: “Rabbi’yle yola çıkan kimse yolda kalmaz, işi aksamaz; nefsiyle yola çıkanın ise işi zor ve yolu sarp olur. Nihayette başarılı olmanın alameti, başlangıçta Allah’a yönelmektir.”
Esasen Allah’a inanan bir kimse, hiçbir zorluktan yılmayacak ve her şeyi başarabilecek bir irade gücüne erişmiş demektir. Zira iman, en büyük imkândır. Yegâne güç ve kudreti kendinde bulunduran yüce Rabb’e güvenip dayanan kimseden daha güçlü kim olabilir? Elverir ki bu güce dayanma, güvenme ve O’nun yardımına nail olma usul ve adabına riayet edilsin.
Kur’an-ı Kerim’de ilahi yardıma nail olanın hiçbir konuda mağlup edilemeyeceği ve o yardımdan mahrum olanın ise çaresizliğe mahkûm olacağı gerçeği şöyle beyan edilir:
“Şayet Allah size yardım edecek olursa size galip gelecek yoktur. Ancak sizi kendi halinize bırakıverirse (ilahi yardımından mahrum bırakırsa) ondan sonra size kim yardım edebilir? Artık müminler yalnız Allah’a güvenip dayansınlar.” (Âl-i İmrân, 3/160)
Rabbimiz tüm insanlığa hitap ederek: “Ey insanlar hepiniz Allah’a muhtaçsınız.” (Fâtır, 35/15) buyurmak suretiyle bize kendimizin zayıflığını ve acizliğimizi hatırlatır ve kendisine yönelmemizin zaruretine işaret eder.
Yegâne güç ve kudretin Allah’a ait olduğu ve insanın Allah’a güvenerek yola çıkması gerektiği gerçeği, insanı atalete sevkeden bir inanç haline dönüşmemelidir. Zira Allah’a güvenip dayanmanın da bir usulü bizlere hatırlatılmıştır:
“(Ey Nebiyy-i Ekrem! Bir iş yapmaya) azmettin mi artık Allah’a güvenip dayan. Çünkü Allah kendisine güvenip dayananları sever.” (Âl-i İmrân, 3/159)
Bu ayet-i kerimede Allah’a güvenip dayanmanın adeta “sünnetullah”ı, yani ilahi prensibi hatırlatılarak, bir işe önce “azmetmek” gerektiği ifade edilmiştir. Arapça’da azmetmek anlamındaki “azm” kelimesinin temenni, irade, niyet ve hatta kasıttan da öte bir manası vardır. Bir iş yapmayı sadece temenni ederek tevekkül etmek, ham bir hayaldir. Bir işe kalben niyet etmek de tevekkül için yeter şart değildir. Kararlı olmak bile kişiyi tevekküle hazır hale getirmez. Azmetmek, karar halinden sonra harekete geçme anındaki halet-i ruhiyedir ki, işte bu irade gücünü gösterdikten sonra Hakk’a tevekkül, muvaffakiyetin anahtarıdır. Böyle bir azimle işe başlayan bir kimsenin “Allah’ın yardım ve inayetiyle bu işin üstesinden geleceğime inanıyorum.” cümlesi, bir Müslüman’a yakışabilecek en güzel bir “özgüven” ifadesidir, diyebiliriz.
Bir işte muvaffak olduktan sonra da bir müminin tavrı, bu başarıyı kendisine değil, Allah’a izafe etmesidir.
Konuyla ilgili Kur’an-ı Kerim’de iki kişi arasında gerçekleşen bir konuşma, ebedi bir ibret levhası olarak şöyle anlatılır:
“Onlara, şu iki adamı misal olarak anlat: Bunlardan birine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da ekinler bitirmiştik. İki bağın ikisi de yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırakmamıştı. İkisinin arasından bir de ırmak fışkırtmıştık. Bu adamın başka geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi:
“Ben servetçe senden daha zenginim; insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm.”
(Böyle gurur ve kibirle) kendisine zulmederek bağına girdi ve şöyle dedi: “Bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbim’in huzuruna götürülürsem de, hiç şüphem yok ki, (orada) bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum.”
Beraber konuştuğu arkadaşı ona hitaben:
“Şimdi sen, seni topraktan, sonra nutfeden (spermadan) yaratan, daha sonra seni bir adam kılığına sokan Allah’ı inkâr mı ettin?” dedi ve devamla “Fakat (ben senin gibi davranamam, aksine derim ki) O Allah benim Rabbim’dir ve ben Rabbim’e hiçbir şeyi ortak koşmam. Bağına girdiğinde: Mâşallah! (Allah’ın murad ettiği olmuştur!) Kuvvet yalnız Allah’ındır, deseydin ya! Eğer malca ve evlatça beni kendinden güçsüz görüyorsan (şunu bil ki): Belki Rabbim bana senin bağından daha iyisini verir; senin bağına ise gökten yıldırımlar gönderir de bağ kupkuru bir toprak haline gelir. Yahut bağının suyu dibe çekilir de bir daha onu arayıp bulamazsın.”
Derken onun serveti kuşatılıp yok edildi. Böylece, bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini ovuşturup kaldı. Bağın çardakları yere çökmüştü. “Ah!” diyordu, “Keşke ben Rabbim’e hiçbir ortak koşmamış olsaydım!” Kendisine Allah’tan başka yardım edecek destekçileri olmadığı gibi, kendi kendini kurtaracak güçte de değildi. İşte burada yardım ve dostluk, Hak olan Allah’a mahsustur. Mükâfatı en iyi olan O, en güzel akıbeti veren yine O’dur.” (Kehf, 18/32-44)
Anlatılan bu hadisede dikkat çeken bir diğer incelik şudur ki, başarıyı kendine nispet eden hakikatte kendi nefsini ilahlaştırmış ve Allah’a ortak koşmuş olmaktadır.
Hülâsa, yegâne güç ve kudretin Kâdir-i Mutlak yüce Allah’a ait olduğu şuurunda olarak, maddi manevi iş ve yolculuklarımıza, O’nun yardımını niyazla “Bismillâh, lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” diyerek azimle başlamalı, O’na güvenip dayanarak tam bir tevekkülle devam etmeli ve nihayette muvaffakiyete erişince de “Rabbim’in yardım ve inayetiyle muvaffak kılındım” anlamında “ve mâ tevfîkî illâ billâh” hissiyatı içinde “mâşâallah, elhamdülillâh” teşbihi ile tevazuya bürünmelidir.
Tevfîk-ı Rabbânî refikimiz olsun! (Âmin)