Tevhid Bilinciyle Yaşamak / Prof. Dr. Celal Türer

Tevhid nedir, “tevhid” deyince ne anlamalıyız, hayata yansıması nasıl olmalı?

“Tevhid” sözlükte “bir olma, Cenab-ı Hakk’ın varlığı ve birliğine işaret” anlamında kullanılmaktadır. Burada “varlık ve birliği” ifadesi elbette “varlığının kabulü ve birliğinin tasdiki”. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenab-ı Hakk’ın varlığı söz konusu bile edilmemiştir, tartışma konusu bile edilmemiştir. Anlaşılması çok basittir. Çünkü Allah’ın varlığı bütün insanlar tarafından, şu ya da bu şekilde kabul edilen bir gerçekliğe işaret eder. Ama insanlar, birliği hususunda problem yaşamaktadır. Daha açık bir ifadeyle varlığına inanılan o Yüce Zat’ın birliği konusu imtihanın vesilesidir. Çünkü müşrikler yerleri ve gökleri yaratanın kim olduğu söylendiğinde, sorulduğunda “Elbette Cenab-ı Hakk, Allah yarattı.” derler fakat eş koşarlardı. Bugün aklı başında, hangi insan olursa olsun, aşkın bir zâtın varlığına inanıyor zaten. Son zamanlardaki ateizm haricinde, insanlık tarihinin başlangıcından bugüne kadar, Allah’ın varlığına yüzde 99 oranında inanıldığını söyleyebilirim. Sorun olan Cenab-ı Hakk’ın varlığı değil, birliğidir. Elbette inananlar için değil tabi. O yüzden de burada “birlik” nedir? “Tevhid”in “bir’liği” ifade etmesinin ne anlama geldiğini ortaya koyalım.

“Tevhid”, Allah kavramı etrafında şekillenen bir hayata ve bir bilince işaret eder. Çünkü bu bilinç mevcut ise İslam’ın gerçekliği ortaya çıkıyor. İnanmak ve İslam, bizi dönüştürmüyorsa bu bilinç yok demektir. Dolayısıyla Allah kavramı etrafında şekillenen bir hayat ve bu hayata dair bilinç gerçekten hayatımıza yansıyorsa tevhid gerçekleşiyordur veya yansımıyorsa dağılıp gidiyor. O yüzden de temel mesele bu bilincin bir şekilde yakalanması ve elbette hayata geçirilmesi hususudur. 

Her ne kadar Allah’ın varlığı hususu, insanlar arasında tartışma konusu olmasa da birliği konusu esas tartışma olmuştur. Ve o yüzden de Cenab-ı Hakk, rahmeti vesilesiyle her daim “bir’liğini” hatırlatmak için tek İlah’a ibadeti, tek İlah’a kulluğu hatırlatmak için peygamberler göndermiştir. Evet, insan fıtratı tevhidi duymaya, tabiri caizse açıktır. Fakat insanın biliyorsunuz iki tane anlamı var. Bir “ünsiyet”ten kaynaklanan, gaflet ki, bu ontolojik bakımdan doğrudur… Diğeri ise “nisyan” dediğimiz “unutkanlığı” ki, ontolojik bakımdan bu da doğrudur. Dolayısıyla unutkanlık ve gaflet, birliğin bozulmasına sebep oluyor. Ve o yüzden de Cenab-ı Hakk, tevhidi ayağa kaldırmak için peygamberler gönderiyor. Bütün peygamberler de tek olan İlah’a itaat etmeye, ibadet ve kulluk yapmaya çağırır bütün insanları. Bütün meselenin “tevhid” bağlamında düğümlendiğini söyleyebiliriz.

“Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere, ‘Şüphesiz, benden başka hiçbir ilah yoktur. Öyleyse bana ibadet edin.’ diye vahy etmişizdir.” (Enbiyâ 21/25)

“…Benden başka hiçbir ilah yoktur. Öyleyse bana ibadet edin.” ayetine bakarsak “Benden başka kulluk yapacak ilah yok.” anlamını da görüyoruz. Nitekim insanların Cenab-ı Hakk’tan başka varlıklara, tabiri caizse kulluk ettiğini de görüyoruz.

Tevhide girmeden önce, çok yakınlarda çalıştığım bir mevzuyu da hatırlatarak, ifade etmek istiyorum. “Düşünme”, son zamanlarda çok zihnî, aklî bir faaliyet gibi anlaşılıyor. Oysa hem kadim kültürümüzde hem de modern kültürde, düşünme, “varlığın çağrısı, varlığın davetine icabet” etmek demektir. Düşünmenin en temel hususiyeti insanın var olanlar arasındaki yerini, konumunu ve değerini, anlamını her daim sorgulayabilmesi. Bu sorgulamanın kökeninde varlığın çağrısı yatar. Tevhid de böyle bir çağrıyı seslendirir. Dolayısıyla düşünmenin özünü bu çağrı oluşturur. Bu çağrıya verdiğimiz söz ve öz yani bu çağrıya verdiğimiz söz ve o sözün arkasındaki özümüz, aslında bizim neyi düşündüğümüz, neyi ortaya koyduğumuzla alakalıdır. Dolayısıyla tevhid, düşünme faaliyeti… Aynı şey tevhid için de geçerli. Yani tevhiddeki çağrıya nasıl cevap verdiğimizdir olay… Bu manada düşünme, ikamet etmeyi ortaya koyar. İnsanın var olanlar arasında ne ile ikamet ettiğini gösterir. Eğer var olanları, yerdekiler, göktekiler, ölümlüler ve Cenab-ı Hakk diye ifade edersek, insanın düşünme ile o varlığın kendisini çağırdığı davet ve ses ile ne ile ikamet ettiğinin farkına varmasını ortaya koyar. Mevlana diyor ki “İnsan ne düşünüyorsa odur.” Gelin isterseniz bunu şöyle ifade edeyim; insan dili konuşuyor. Ama dil insanı konuşur. Neyi konuştuğunuz sizi gösterir. Aynı şey, neyi düşündüğünüz de sizi gösterir. Ne ile ikamet ediyoruz? Eşya ile, ölümlüler ile, Cenab-ı Hakk ile. Tevhid bir çağrıdır. Ve o çağrıya yani Cenab-ı Hakk’ın, eşyanın içine işlediği o çağrıya nasıl cevap verdiğimiz... Çünkü “İyyâke na‘budu ve-iyyâke neste‘în” “(Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” ifadesinde, sadece kulluk edeceğimiz orası var. Ama demek ki çağrıya çoğu zaman ölümlüler ile ikamet ederek, eşya ile ikamet ederek cevap veriyoruz. O yüzden de her daim peygamberler vasıtasıyla birliğin, tevhidin hatırlanması bir lütuftur, bir rahmettir. Çünkü insanın unutkanlığı ve gafleti var, onun için tezekkür ediyoruz. Ne ile ikamet ettiğimiz, o manada tezekkür dediğimiz ilahi gündemin yeniden hatırlanmasıdır. Yarın tabiri caizse şu işleri yapacağız, bu işleri edeceğiz vs. ama ölümlü bir varlığız. Huzurda olduğumuzun, her daim imtihan içinde bulunduğumuzun bir şekilde hatırlanması lazım. Ki sufiler bu meseleyi “halk ile beraber olsanız da kalbinizin Hakk’la beraber olması”şeklinde ifade ederler. Yani evet ben buradayım ama kalbim gerçekten ne ile ikamet ediyor? Gerçekten hayatı böyle düşündüğümüz, umursadığımız, kaygılandığımız bir husus olarak anlarsak bir resim çiziyoruz hayatta ve geride bir iz bırakıyoruz. Nice güçlüler, nice eşyaya sahip olanlar, nice makamlarda olanlar var fakat sadece hatırlananlar mânâ ehli ile birlikte olanlar, Cenab-ı Hakk ile birlikte olanlar. O yüzden de tevhid her daim bize sadece Cenab-ı Hakk’a kulluk etmemiz gerektiğini hatırlatıyor. 

Zaten Tevhid’in insandaki karşılığı “fıtrî”değil midir? 

Tevhidin bana göre başlangıcı, fıtrata çağrı olmasıdır. Hakikaten tevhid en derûnumuza seslenen bir özelliğe sahiptir. Düşünme var olanın, varlığın sesine, varlığın çağrısına kulak vermektir. “Hocam ben bir şey duymuyorum!...” diyorsanız, duyacak bir duruma gelirseniz ancak onu duyabilirsiniz. Mesela düşünmeyi gerçekleştirebilmemizin en temel özelliği insanın var olanlar arasında kendisiyle hesaplaşması, kendisiyle yüzleşmesidir. Ve insan kendi yüzüne kolayca bakamaz. Hakikaten insanın kendi yüzüne bakabilmesi, hakikatin yüzüne bakabilmesi çok zordur. Ben hemen kendimden örnek vereyim, yani televizyonun başında tabiri caizse sızarak uyumaya çalışıyoruz. Niye? Çünkü ölümlü olduğumuz, ne hesap vereceğimiz hakikaten içimizi sızlatan sorulardır. Ve insan başka şeylere kaçıyor. Yani yarınki imtihana kaçıyor. Yarınki işlere kaçıyor. Allah’la beraber olmak, ikamet etmek hiç de kolay değil. O yüzden önce sesi duyabilmek için kendisiyle yüzleştirmek, içindeki özü tabiri caizse imana hazırlamak lazım. Veya bizim ifademizle “padişah konmaz saraya hâne mamur olmayınca”, yani içimize davet edebilmemiz lazım. O yüzden de tevhid, fıtrata çağrıdır. Fıtratımız bozulmuşsa ya da bir şekilde kirlenmişse, o sesi elbette duyamayız. Ama bir müddet sonra görüyoruz ki, mesela düşünme konusundaki durum, fıtrat için de geçerli… “Hocam ben kendimle yüzleşemiyorum!...” diyorsunuz… Bunun pratiği var. Bunun yolu, en temelde Efendimiz’in (s.a.v.) “Ölmeden önce ölünüz.” hadisindeki iradî ölümü gerçekleştirmek. İnsanın var olanlar arasındaki yerini tayin etmesi ve hiç olduğunu yani var olma olanaklılığını hiçleştirebilmesidir. Çünkü eşya ile ilişkimiz, ölümlülerle ilişkimiz ve Cenab-ı Hakk’la ilişkimiz bu düşünme faaliyetine bağlıdır.

Fıtrata çağırır tevhid. Fıtratımıza seslenir, en derûnumuza seslenir. Ama bu sesi duyamıyorsak zaten ikilikler ortaya çıkıyor. Açıktır ki Allah’ın varlığı ve birliği fikri, insanın çalışarak öğrendiği bir fikir ya da akıl yürütmeler vasıtasıyla bulduğu bir fikir değildir. Bunun altını bir çizelim. İnsan çalışarak Allah’ın varlığı ve birliğini bir şekilde bulmaz. O çağrı zaten vardır. Aynı şey düşünme için de geçerlidir. Düşünme çağrıdır zaten. O çağrıya kulak verdiğiniz zaman düşünme faaliyeti gerçekleşir. Asıl kökensel düşünme yerine eğer siz, tabiri caizse gündelik işlerinizi düşünüyorsanız yani hayatı idame ettirmeye çalışıyoruz, bu da bir düşünmedir... Çünkü size o zaman seslenen yer, asıl yer değildir. Eşya sesleniyordur ya da ölümlüler sesleniyordur, bir şekilde. Tıpkı bunun gibi tevhid de en temelde, fıtratımıza olan bir çağrıyı seslendirir. Ve bu çağrı her daim, bütün insanlar için geçerlidir. O yüzden Allah’ın varlığı ve birliği fikri, Allah tarafından insanın mahiyetine, doğasına yerleştirilmiş bir hususiyettir, özelliktir. Başka bir ifadeyle, Allah insanı kendisine inanma ve kendisini bilme özelliği ile donatmıştır. Yani her ne kadar insan kültürün, tabiri caizse kelepçelerini de kabul ediyorsa, alıyorsa da, “düşünme” ya da “varoluşsal düşünme” durumlarında bu gerçeklerle zaten karşılaşıyor. O yüzden de bu bir nimettir, bahş dediğimiz bir lütuftur. Nitekim Kur’ân bozulmamış bir fıtratla yaratılan insanın normal olarak kendi güç ve kuvvetinin üstünde kudret sahibi, yüce bir Yaratıcıyı kabul edeceğini bildirir bize.

“(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm 30/30) Bu ayet-i kerimede “hanif” kelimesi hakikaten bizim için varoluşsal bir anlama sahiptir. Her türlü şirkten arınmış, bir Tanrı inancına sahip olan, sapkınlıklardan uzak duran, kısaca tevhid inancına samimiyetle teslim olup sadece Allah’a kulluk eden kimseye nispetle verilmiştir “hanif”. Haniflik her türlü şirkten uzak, tüm sapkınlıklardan âri olup Allah’a kulluk etme anlamında kullanılmıştır. Aynı şekilde bu ayette geçen “fıtrat” kelimesi ilk yaratılış hali, temiz ve aslî tabiat anlamıyla beşeri varlığın saf ve aslî haldeki ahlakî ve psikolojik durumuna işaret eder. Eğer çağrıyı duyamıyorsak o zaman şu hususu düşünmemiz lazım. Ahlakî ve psikolojik, kalbi durumumuz niye böyledir? Tevhidi bir şekilde kabullenmediğimizde veya bir şekilde kendimizin hayatında aksetmediğinde bu bizim fıtratımızın kirlendiğine, bozulduğuna işaret eder. İnsanların doğuştan tevhide, tevhidi tanımaya yatkın oldukları doğrudur ama çok sayıda insan pek çok hususu ya da başkalarını, eşyayı ya da ölümlüleri Cenab-ı Hakk’a ortak koşar. 

Israrla insana “tevhid’in hatırlatılmasını” nasıl değerlendiriyorsunuz?

Eğer insan fıtratı, tevhidi tanıyorsa, peygamberler niçin ondan söz etmek durumunda kalıyorlar? O halde sorun nedir? Cevap tek kelimeyle gaflettir. Kur’ân bu kelimeyi unutkanlığın yakın bir eş anlamlısı olarak kullanır. Gerçekten de gaflet... İblis gurur ve kibrinden dolayı isyan etmiştir ama Âdem unutmuş olmasından dolayı gaflete düşmüştür. Nitekim Cenab-ı Hakk, Tâ-Hâ suresi 115. ayette “Andolsun, bundan önce biz Âdem’e (cennetteki ağacın meyvesinden yeme, diye) emrettik. O ise bunu unutuverdi. Biz onda bir kararlılık bulmadık.” der. Hz. Âdem ile iblis arasındaki temel farkın itaatsizlikten dolayı, onları sorguya çektiklerinde Cenab-ı Hakk’a verdikleri cevapta gizli olduğunu söyleyebiliriz. İblis yanlış bir şey yaptığını reddetmiş ve kendi aklınca, kendisini saptırdığı için Cenab-ı Hakk’ı kınamıştır. Âdem ile Havva ise hataya düştüklerini derhal kabul ettiler ve Allah’tan kendilerini bağışlamasını istediler. Dolayısıyla tevhidin çağrısını fıtrat, herhangi bir şekilde duyamıyorsa hemen gafletten uyanmamız gerekiyor. 

Tevhid’i anlamak, bir bakıma “şirk’i” bilmek anlamına da gelmez mi? Şu ana kadar daha çok uluhiyette şirk üzerinde durdunuz… Ubudiyet açısından da tevhid ve şirk kavramlarını değerlendirir misiniz? 

Tevhidi anlayabilmek için ya da insan hayatındaki pek çok hususu anlayabilmek için aslında tersini düşünmek daha kolay gelir. Mesela biz tanım yaparken şöyle tanımlarız. “Bardak nedir?” dediğinizde, “Bardak, içine su konulan ya da bir sıvı konulan şeydir.” Bu onun tanımıdır. Ama daha geniş bir tanım istiyorsanız negasyon dediğimiz değilleme yaparsınız. “Bardak, mikrofon olmayandır. Bardak kürsü olmayandır. Şu olmayandır, bu olmayandır, vs. olmayandır..” gibi. Geri kalan bardaktır. Dolayısıyla tevhidi anlamak bu anlamda belki de tevhid olmayanı gündeme getirmeyi gerektiriyor. Benim gerçekten sevdiğim bir ifadedir; “Tevhid ne ise şirk o değildir.” İfadeyi yanlış anlamayın… Şirk o değildir derken ‘tevhidin olmayışı şirktir’ anlamındadır. Yani anlaşılması zor bir ifadedir. O yüzden de tevhid ne ise olmayan şey şirktir. Kur’ân, Cenab-ı Hakk’ın varlığını ispat etmek yerine beşeriyetin en çok yanıldığı ve saptığı şirk olayının üzerinde durarak Allah’ın birliği ve diğer sıfatlarını tanıtmaya yönelik girişimlerde bulunur. Zira şirk, tevhid kavramının tam da karşısında durur. Yani tevhid neyi ifade ediyorsa şirk o değildir anlamına gelir. Bu yüzden de tevhidi anlamak için aslında şirk mefhumunun anlaşılmasına gerek vardır. Çok basit bir ifadedir, “Şirk”, şirketten gelir. Yani ortak koşmak, şerik, ortaklık anlamına gelir. İslam dininde şöyle ifade edilir: Cenab-ı Hakk’ın yanında, Cenab-ı Hakk’tan başka ibadet edinilecek varlıklar kabul edilmesi anlamına gelir. Dini literatürde de şirk, Allah’ın ortağı olduğunu kabul etmek ve Allah’tan başkasına ibadet etmek olarak ifade edilir. Fakat buradaki ayrıntı çok anlamlıdır. Müslüman düşünürler gerçekten çok ince eleyip, şirki iki bakımdan ele almışlardır. “Uluhiyette şirk, ubudiyette şirk.” Bunlar çok derin kavramlardır. Uluhiyette şirk deyince de üç tane basamak vardır. Zatında şirk ya da tersinden okuyayım zatında tevhid, sıfatlarında tevhid, fiillerinde tevhid ya da tersinden söylüyorum zatında şirk, sıfatlarında şirk, fiillerinde şirk. Ubudiyette şirk ise; bir kimsenin gerçekten hayatında başka varlıkları fiili anlamda, onunla birleştirmesidir. 

Mesela birinci hususu anlatalım. Uluhiyette şirk, zâtı ile ilgilidir. Hepiniz kabul edersiniz ki Cenab-ı Hakk’ın ikinci bir ilah ile bir araya gelemeyeceği zaten Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edilmiştir. “İki tane ilah olsaydı, yeryüzü fesada uğrardı.” Yunan toplumundaki gibi panteonda Tanrıların bulunması Kur’ân’ın ifadesi, Kur’ân’ın zemininde hiç mümkün değildir. Zâtına zaten herhangi bir şekilde başka bir ilahı eklemek mümkün değildir. 

Fakat ikinci husus sıfatlarda şirk ya da sıfatlarda tevhid meselesi, her daim anlaşılması zor olan bir hususiyete işaret ediyor. “Sıfatlar nedir?” dediğinizde, isimlerini kabul edebilirsiniz. Burada hakikaten tevhidin derunî bir boyutu ifade etmesindeki sıkıntı, zât ve sıfatların nasıl anlaşılacağı meselesidir. İslam’da kader problemi ve itikat problemlerinin çoğu, zât ve sıfat ayrımından kaynaklanmıştır. Mesele, Allah’ın (cc), zâtını sıfatlarından ayırdığımızda ya da sıfatlarıyla zâtını birleştirdiğimizde nasıl anlayacağımız meselesidir. Mesela en basitinden Cenab-ı Hakk’ın zâti ve sübutî sıfatları var değil mi? Zâti sıfatlarına bir şekilde dokunamıyoruz. Ama sübutî sıfatları ki, mesela “görür” diyoruz. Eğer siz görmeyi insanî gibi anlarsanız, işitmeyi insanî gibi anlarsanız veya sıfatların çoğunu sınırlı insan gibi anlamaya çalışırsanız, bunun adı şirktir. O yüzden sıfatlardaki incelik onu tanıtan isimleri hakkıyla bilebilmek meselesine döner. Bunun daha zor anlaşılan tarafıysa fiillerde tevhiddir. Fiillerde tevhidi anlatabilmem için de şu hususu size ifade etmem lazım. Mesela “Ali vardır, Ali çalışır.” İkisi arasında ne fark vardır dediğinizde, “Hocam işte ikincisi eylemde bulunur.” Ama vardır ile eylemde bulunmak çoğu kez birbirlerine karıştırılır. Mesela Allah vardır, Allah eyler. Allah her daim yeni bir yaratmadadır. Şunu demek istiyorum: varlığın, mülkün sahibi Cenab-ı Hakk her daim fiilleriyle birlikte vardır. Ve çoğu kez insanlar zatında tevhidi yapabilirken, belki sıfatlarında, fiillerinde tevhidi ortaya koyarken zorlanıyorlar. Örnek: “Ya bugün de hava yağmurlu.” “Öfff ne sıcak oldu.” Başımıza gelen musibetler veya başımıza gelenler, karşılaştığımız hususlar nihayetinde kimden geliyor? Cenab-ı Hakk’ın fiili değil mi onlar? Onun hükmüyle, onun iradesiyle, onun emriyle gerçekleşmiyor mu? Çoğu zaman fiillerdeki tevhidi ayırt edemeyiz. Onun için sufiler olup bitenden şikâyet etmemeyi esas alıyorlar. Çünkü şikâyet ettiğinizde, “Amma da sıcak.” dediğinizde aslında Allah’ın fiillerindeki tevhidle karşı karşıya geliyoruz. Çünkü onun eseri, onun fiili. Mesela Cenab-ı Hakk’ın iradesiyle insan iradesini anlatırken, insan iradesi için, rüzgârın önündeki bir yaprak gibi olduğumuzu söyleyenler olmuştur. Doğru mu söylemiştir? Allah’ın gücü, kudreti anlamında doğru söylemiştir. Hani çokça bilirsiniz, Nasrettin Hoca’ya sorarlar; “Allah ile aran nasıl?” O da “Çok iyi, her daim O’nun sözünü dinliyorum.” diyor. Başka yok ki! Onun dediği oluyor. Ha insanın dediği teknik anlamda farklı bir boyut ama söylemeye çalıştığım husus şu: Olup bitenin sahibi de Cenab-ı Hakk… 

Ulûhiyet ve rubûbiyet kavramlarını açar mısınız?

“Uluhiyetle rububiyet nasıl ayrılır?” Ulûhiyet onu yüceltmek meselesi. Ama rububiyet Allah’la (c.c.) fiili durumumuzu ifade ediyor. Çünkü Rabb kelimesi biliyorsunuz, terbiye eden, görüp gözeten, bizi yetiştiren anlamına geliyor ve her daim iç içe olduğumuz bir durumu gösteriyor. “Elhamdulillâhi Rabbi’l-âlemîn” derken, âlemlerin Rabbi, koruyanı, gözeteni, kuşatanı kastediyoruz ve “rububiyette tevhid”, bir arada olduğumuz, şah damarımızdan daha yakın olan varlığa, içkin olana işaret ederken. “Uluhiyetteki tevhid” ise müteal, aşkın olana işaret ediyor.  

Bizim zanlarımızın da yanılgı olabileceğini unutmayın… Mesela insan günaha nasıl düşer? Rabb affeder diye düşer. Çoğu zaman gaflet olur… O yüzden de rububiyette şirk demekle ya da tersinden tevhidi ön plana çıkarmışlardır. Bu yüzden şirk, tabiri caizse gerçek olmayan, asli olmayan güçlere Cenab-ı Hakk’ı bir şekilde karıştırmak, İlah ile gerçek mabud ile, olmayanları, Cenab-ı Hakk’ı yan yana getirmek anlamına gelmiştir. O yüzden de şirk dediğimiz hadise aslında bir yanılgı, bir vehimden başka bir şey değildir. Lokman suresindeki “inneşşirke lezulmün azim” ifadesindeki temel mesele şirkin bir vehim olmasıdır. Bir gaflet olmasıdır. Çünkü Allah’ın varlığı ve birliği, kâinatı o kadar kuşatmıştır ki biri ikilemek ya da ona başka varlıkları eş koşmak bir vehimdir, bir aldanmadır. O yüzden büyük bir günahtır. Biz şöyle ifade ediyoruz: Her iki şirk de özünde insanın kendi kendine yettiği düşüncesinden, kendini bütünden ayrı kabul ettiğinden ortaya çıkar. Oysa insanın kendi kendine yettiğini sanması ve kendini bütünden ayrı görmesi bir vehim ve bir aldanmadan başka bir şey değildir. Dolayısıyla tabiri caizse şirkin özünde Cenab-ı Hakk’ın, hakkını gasp etmek yatar. Ve o yüzden de en büyük günahtır. Siz Cenab-ı Hakk’ın hakkını gasp ederek; olmayan, layık olmayan varlıklarla paylaşıyorsunuz ki, şirkin temelinde bu yatar. Bu yüzden Kur’ân, insanoğlunun devamlı olarak şirkle iç içe olduğunu, yüz yüze olduğunu ifade eder. Yani hakikaten Cenab-ı Hakk’a kulluk ve ondan yardım dilemek değil, tam tersi pek çok açıdan onun hakkını gasp ederek başkalarıyla paylaşmak. O yüzen mesela bizim büyüklerimiz, herhangi bir başarı ya da herhangi bir şey yapıldığında veya gerçekleştiğinde, “Ben yaptım.” demez,  her zaman  “Rabbimiz’in fazlındandır.” ifadesinde bulunur, bu çok anlamlıdır. Tevhid bu çerçevede şirkle karşı karşıya getirilirse, tevhid, tüm evreni kuşatan bir din iken, şirk sadece yeryüzüne ve insana mahsus bir faaliyettir. Bu çok anlamlıdır. Kâinatın âlemlerin özünde tevhid varken, şirk sadece yeryüzünde, insanla birlikte ortaya çıkan bir faaliyete, bir gaflete, bir yanılsamaya işaret eder. Şirk, biri ikileştiren, üçleştiren ayrımlara, ihtilaflara, kavgalara neden olan, sulhun yerine fesadı getiren, çelişkiler, çatışmalar ortaya çıkartan sahte dinin adı iken; tevhid her daim evreni kuşatan dinin adıdır. Bütün evreni kuşatan dinin adıdır. Sadece bizim değildir. Mesela, âlemlere rahmet olarak peygamberin gönderilmesi sadece insanlara mı? Bütün âlemlere… Ve bütün âlemler o tevhidin bir yansıması, çağıldamasıdır. Oysa şirk dediğimiz hadise, sadece yeryüzünde insanın yaptığı bir şeydir. Mesela bitkiler âleminde mümkün değildir. Çünkü ona boyun eğerler. Hayvanlar âleminde mümkün değil, onlar boyun eğerler. Ama yeryüzünde insanlar, neden? Gafletten dolayı. Neden? Bir vehimden, kendilerini yeterli görmekten dolayı. Temelde insanlar heva ve arzularına, nefsin arzu ve isteklerine, tutkularına köle oldukları için şirk her daim cehaletin ve vehmin eseridir. Cehalet ve vehm üzerine temellenen şirk, maalesef insanları gruplara ayırır. Firak dediğimiz ayrı ayrı yaşamaya, ayrı ayrı düşünmeye sevk eder. Bu yüzden tevhid, temelde insanın bütün hayatının, evrendeki nizama göre planlaması, düzenlemesi iken, şirk o vehimle parçalara ayrılmasıdır. Bütünden ayrı görmesidir kendisini. Şirk, her daim insanı diğer varlıklardan ayırırken, tevhid ise her daim ilahî davet ile onu birleşmeye, bir arada tutmaya, bir düzen içinde yaşamaya sevk eder. Şirk, sadece Allah’ın hakkı olan bir şeyi, O’nun yarattıkları için tanımak demek olduğundan bir gasptır. Ve gasp esasına dayanır şirk. Gaspta aslî olan ile arızî olanın yerini değiştirirsiniz. Bu nedenler silsilesinde en başta duran nedeni değil de şurada duran nedeni görüyorsanız, aslında aslî olanla arızî olanın yerini değiştiriyorsunuzdur. Şirkin temelinde öyle bir gasp hadisesi vardır ki o yüzden Cenab-ı Hakk, şirkin en büyük zulüm olduğunu ifade eder. 

Yine şirk, insanlığın yaratılış gayesinden sapmasını ifade eder. Dosdoğru olan inanç ve hayat tarzından ayrılıp yanlış inançlara ve hayat tarzlarına yönelmektir şirk. Ebedî saadeti hedefleyen yegâne yoldan çıkıp yanlış ve istenmeyen yerlere götürmektir şirk. Tevhid bütün bir varlık olan bu evrenin dinidir. Şirk ise sadece yeryüzünde söz konusudur. Çünkü insanın ortaya koyduğu sahte dinin adıdır şirk. Tevhidin hâkim olduğu bir hayat için önceki şirkin imhası gereklidir. Bunun için de insanın her daim kendisini büyük varlık içinde düşünmesi ya da nedenler zincirindeki en temel nedeni her daim hatırlaması gerekir. 

Düşünmek, tevhid’in davetine icabettir demiştiniz….

Düşünme eylemi, aslında ne ile birlikte olduğumuzun fark edilmesi, hayatımızdan şirkin çıkması, şirkin imha edilmesidir. Yani hangi büyük planda durduğumuz ya da hangi büyük resimde durduğumuzla alakalıdır. Bu resmi her daim zihinlerinde tutan insanlar, Cenab-ı Hakk ile irtibatı koparmayan insanlar, tabiri caizse şirkin imhasını gerçekleştirebilirler. 

Tevhid Allah’a çağrıdır. İslam’ın en temel inancı olarak tevhid, Allah kavramı etrafındaki bir hayata sadece ona ibadet edilen ve ondan başka bütün sebep ve vasıtaları inkâr eden bir bilince işaret eder. Bu bilinç çok önemlidir. Çünkü din, dinin içindeki tüm unsurlar bu bilinçle hayat buluyorlar, bu bilincin yok olmasıyla da insanın hakikatle ilişkisi bozulmuş oluyor. O yüzden de her daim tevhid Cenab-ı Hakk’a çağrıyı ifade eder. Şirki anlatırken ifade etmeye çalışmıştım. Uluhiyette ve rububiyette şirk; zatında, sıfatlarında ve fiillerinde Cenab-ı Hakk’a ortak koşmayı ifade ediyor. Mesela zatında tevhidi de şöyle de ifade edebiliriz. Çokça bilirsiniz tevhidin en özlü ifadesi “Lâ ilahe illallah”tır. Türkçe tercümesini nasıl anlarız? “Allah’tan başka ilah yoktur.” diye… Peki, Arapça formunu anlamaya çalıştığımızda, “la ilahe illallah”, “Allah’tan başka yoktur.” yani sadece Allah vardır. Bunu niçin söylemeye çalıştım? Mesela daha ileride, daha yüksek bir yol yoktur dediğimde neyi ifade etmiş olurum? Yani “yaşadığımız bu yükseklikten daha yüksek bir yol yoktur”u ifade ederim. Mesela Türkçe “Allah’tan başka ilah yoktur.” ifadesi yanlış tercümedir. Doğrusu “İlah yoktur. Sadece Allah vardır.” Buradaki kelimenin Arapçadaki formuyla anlaşılması lazımdır. Çünkü sanki başka ilahlar varmış da “illallah” yani “Allah sadece tektir” diyoruz anlaşılıyor. Hayır hayır! Dikkat edin, şirkin imhası tevhidin gelmesidir. “La ilahe” önce bir kere sahteleri siz defedin, onların temizlenmesi lazım ki sadece olanı getireceksiniz. Bunların var olduğuna işaret etmez. Sahte olduklarını anlatır, “İlah yoktur, sadece sadece O vardır.” anlamındadır. O yüzden kelime-i tevhidin içeriğine baktığımızda bile bu paradoksu görebiliriz. Nitekim “Lâ ilahe illallah” ifadesi Allah’tan başka ilah yoktur şeklinde tercüme edilir. Oysa ifadedeki görünüşsel paradoksu ve yinelemeyi tercümede korumak daha uygun olur. Olumsuzlama denilen birinci kısım ilah kavramının genel biçimiyle yadsınması iken ikinci kısım ise ispattır. Bu da soyutlama yoluyla gerçekleşir. Başka bir ifadeyle kelime-i tevhid, bütünü gözeterek bir düşünceyi ortaya koyar. Ancak bu düşünceyi ortaya koyarken bunu aynı zamanda bir cins olarak reddeder.

Biraz daha açıklayayım. Çünkü bakın “tanım” bir şeyi ihata etmek, define etmek, haddini ortaya koymaktır. Ama kelime-i tevhid tanımlamaz. Tam tersi her türlü olumsuzluğu reddeder. Ondan sonra ispat eder. “İllallah” tabiridir. Mesela bilirsiniz zikirde sufiler şöyle yapar; “Lâ ilahe illallah” derken “illallah” deyince kalbe vururlar, sanki bir çekiçle. Niçin? Çünkü asli olan “illallah”tır. Sadece Allah’tır. Diğerlerinin hiçbirisi gerçekliği temsil etmez. Çünkü gerçek bile demek, yani ilah yoktur derken bile sanki varmış gibi anlaşılır. Yok, sahte onlar. “İllallah” esas olandır. O yüzden de zatında tevhidi ifade ederken, buna dikkat etmemiz lazım. 

İbadette tevhid konusunu biraz açar mısınız? Yakîn ve takva kavramlarını burada bulabilir miyiz? 

İbadette tevhide gelince, ibadet çok özlü bir ifadeyle teslimiyetin ete kemiğe bürünmesidir. Gerçekten insanın hayatını daima Allah’a saygı ve itaat bilinci içinde sürdürmesidir ibadet. Ve gerçekten de Allah’a saygının en üst düzeyde yaşandığı ve farkına varıldığı anları ifade eder. Burada ibadet kelimesini ister Kur’ân çerçevesinde, ister sünnet çerçevesinde, sadece ve sadece beş vakit namaz gibi bireysel olan hadiselere değil, bütün hayatın tümüne yayıldığını görmemiz lazım. O yüzden de ibadeti söz gelimi, bir saate sıkıştırmak çok anlamlı bir şey değildir. Daha açık bir ifadeyle kulluk duyarlılığının, bir insanın 24 saatinde de gerçekleşmesidir ibadet. Hatta Kur’ân-ı Kerîm, ibadeti kalbin korkarak ve ümit ederek Allah’a bağlanması olarak niteler. Belirli şekillerden ziyade ahlakî ve manevî özü temsil eden ibadet, inananların en aslî eylemidir. Zira onlar bunu yapmakla yani kulluk duyarlılığını, en aslî eylemi gerçekleştirmekle, melekleri örnek almış olurlar. Ve gerçekten kendilerine ilim verilmişler sıfatına ya da safına girmiş olurlar. Bu hal Cenab-ı Hakk’a saygı ve tazimin doruk noktasını temsil eder. Nahl suresi 36. ayette “Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tâğûttan (Allah’ın yerine tutacağınız her şeyden) kaçının diye peygamber gönderdik.” buyrulur. 

Yine Enbiyâ suresi 25. ayet: “Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere, ‘Şüphesiz, benden başka hiçbir ilâh yoktur. Öyleyse bana ibadet edin.’ diye vahyetmişizdir.” 

Bütün bunlar aslında ibadete layık tek bir varlığın olduğunu bize söyler. Bu yüzden ibadet, ete ve kemiğe bürünmüş teslimiyeti ortaya koyar. İbadeti Cenab-ı Hakk’a şükretmenin bir ifadesi olarak da görmek doğrudur. Çünkü insanların Allah’ın yaratıkları olmaları, kendi varoluş ve sahip oldukları her şeyi onun yaratıcı etkinliğinden almış oldukları olgusu, O’na şükran duygusu içinde olmaları gerektiğini de ortaya koyar. Şunu ifade etmeye çalışıyorum; aslında ibadet ya da dindarlık uysallık demektir. Uysallık ise olup biteni olduğu gibi kabullenme yani halimize şükretmedir. Gerçekten büyükler der ki “İnsanın iki hali olmalıdır. Ya şükür hali ya da istiğfar hali.” Üçüncü bir hali yoktur. Ya şükürdedir ya da istiğfardadır. O yüzden de şükür, Allah’a borçlu olduğumuzun bir göstergesini de bize gösterir. Bu anlamda ibadet, şükretmenin kendisini ortaya koyar. İnanan için Allah’tan başka hiç kimse iyilik, imtiyaz ve kerem kaynağı değildir. Olumlu ve övgüye değer her şey Allah’tan gelir, Allah’tan gelen iyilik ve nimetlere şükretmenin en etkin yolu da ibadettir. Müslüman düşünürlere göre ibadetin sırrı Cibril hadisinde gizlidir. Biliyorsunuz Cibril hadisinde üç aşama vardır: iman, İslam, ihsan. Ki ihsan kavramı, her ne kadar sen onu göremiyorsan da Cenab-ı Hakk’ın seni gördüğü bilinciyle bir hayat sürmeyi ifade eder. Bu durum, ibadetin en yüksek seviyesini gösterir. Yine aynı şekilde Cenab-ı Hakk tevhidin ortaya çıkabilmesi, tevhidin her daim sürebilmesi için “yakîn” gelinceye kadar kulluk et, ibadet et, der. Tevhidin devamı sadece bir an ya da bir süre değil, tam tersi ömür boyu devam eden bir sürece işaret eder ki, bu da ubudiyetle, ibadetle ortaya çıkacaktır. Bir diğer özellik, tevhid insanı takvaya çağırır. Takva, tabiri caizse insan ile Cenab-ı Hakk arasındaki ilişkinin tezahürüdür. Bu ilişki elbette her daim saygı ve sorumluluk esasına göre gerçekleşir. Mesela Cenab-ı Hakk ile aramızdaki ilişki, gönül isterdi ki ilahî aşk ilişkisi olsun. Çünkü hakikaten âşık her daim maşukunu seslendirir. Keşke öyle olabilsek... Ama bu olamasa bile saygı ve sorumluluk ilişkisi olması lazım ki bunun adı takvadır. Sakınma ilişkisidir. Sakınma, korunma anlamında değil tam tersi sevenin sevgisini kaybetme korkusuyla yaşamasıdır. Hz. Ömer’den gelen bir rivayettir. Yanlış hatırlamıyorsam nasıl dikenli bir tarlada yürürken sakınırsınız, aynı şekilde insanın Cenab-ı Hakk’la ilişkisi de bir sakınma ilişkisine yani incitirim ilişkisine dönmesi lazımdır. Tevhid anlayışı bütün sebepleri tek bir sebebe bağlayan bir bilinçle gerçekleşeceğinden dolayı insanın zihinsel anlamda en yüksek düşünüşünü ya da algılayışını ifade eder. Bu algılayış ise ancak takva zemininde gerçekleşir. Eğer tevhidin altında takva zemini yoksa bütün sebepleri bir sebebe bağlayış, o bilincin gerçekleşmesi herhalde biraz zor ortaya çıkar. Nitekim inancımızın ikrarı olan şahadet, insanın kaotik bir çoklukta dağılarak unuttuğu “bir”i hatırlatması, hatırlaması ve aklından çıkarmamasıdır. Şahadetin en dikkat çekici yanı basit ve aşikâr oluşu, ayin biçiminde olmayışı, her durumda sürekli tekrar edici olarak hayatın her anında zikredilmesi veya ortaya konulmasıdır. Allah’ı birleme inancının var oluşun bütün boyutlarına yansıması, doğal ve kaçınılmazdır. İnançta gerçekleştirilen birliğin âlemde ya da kâinattaki birliğe ve oradan insanlıktaki birliğe dağılması ancak kişinin takva bilincini diri tutmasıyla gerçekleşir. Dolayısıyla insanın önce Cenab-ı Hakk’la ilişkisi, sonra insanın diğer insanlarla ve eşyayla ilişkisi her daim birlik tevhid inancıyla gerçekleşecekse, en temelde duran hususiyet takvadır. Yani biraz önce düşünmeyi anlatırken, kiminle birlikte olduğumuzu, her daim hatırlamamız gibi bütün nedenlerin arkasında her daim Cenab-ı Hakk’ın durduğunu ve onun hakkını gasp etmenin bizi helake sürükleyeceğine dair bir şuurun gerçekleşmesi lazım. Bu da takva bilincidir. Var oluştaki bu birliğin unutulması ya da göz ardı edilmesi, insan ya da kâinatın bir var oluş biçimi olarak Allah’tan ayrı kabul edilmesine, herhangi bir şeyin diğer bir şeyle ilişkisinin olmayışına, kurulamayışına ve nihayetinde birliğe ulaşacak mahiyetin ortadan kalkmasına delalet eder. Mesela çok basit anlamda, eşinizle kavga ettiğiniz anlamda şunu ifade edersiniz “Ben senden ayrı değilim.” Ayrıyım ifadesi, yo hayır, biriz. Yani Necip Fazıl’ın ifadesi, hani “Düşmanım sen benim ifademsin, hızımsın.” diyor ya. Aynı şekilde. Bütün kâinat bir birlikteliktir. Bunu şöyle daha iyi anlatalım isterseniz. Mesela bir resim olsun. Çok geniş bir resim olsun. Bu resimde sizin elinize bir silgi verilsin, hoşunuza gitmeyen şeyleri silelim. Mesela en basitinden “Hocam işte aslanların, ceylanları yemesini istemiyorum.” Sil öyleyse... Başka? “Köşedeki simitçiyi de istemiyorum.” Silin... Şunu da silsin, bunu da silsin. Bu resim sizce güzel olur mu? İnsan hayatındaki, köşedeki simitçi durması lazım. Kasiyerin orada durması lazım. Şurada şunun durması lazım. “Ama hocam kötülükler de dursun mu...” E bu da bizim imtihanımız… Dolayısıyla bütün bunların aslında olması gerektiğini kavradığımızda; hepsinin birbirleriyle alakalı olduğunu anladığımızda; bunlara dair bütün güç ve kudretin Allah’tan geldiğini ve işimizin Allah’a kaldığını fark ettiğimizde tevhid bilinci gerçekleşiyor. Yoksa “Ben yaparım. Tamam bunu yarın ederim.” dediğiniz zaman Nasrettin Hoca’nın “İnşallah geldim.” dediği hale düşeriz. O yüzden de en temelde takva bütün ile bir olduğumuz bilincinin her daim hatırlanmasıdır. Kendi içindeki ve kâinattaki birliği keşfeden insan, sonsuz kudretin kendisine uzanan elini üzerinde hisseder ve tereddütsüz bu güce teslim olur. Sınırlı ve kusurlu irademiz ile sonsuz kudretin bütün noktalarda üst üste gelmesi ise tam da nehre karışan küçük kollar gibidir. Yani küçük kollar nasıl büyük nehre karışırsa, eğer iradelerimizi gerçekten Cenab-ı Hakk’a yöneltirsek, tevhidde buluşmak kaçınılmazdır. İnsanın içindeki birliği sağlaması ve şahsiyetin kazanılması ise zor bir olaydır. Bugün tevhidi bozan ya da tevhiddeki en temel aksama nerede gerçekleşiyor diye sorarsak; benlik sahibi olamamadır. Ne demek benlik? Adı üzerinde ben olma, bir olabilmedir. Veya gelin bunu içimiz ile dışımızın bir olamayışıdır diyelim... Dolayısıyla tevhidi gerçekleştirecek her şahsın, benliğin kendi içindeki birliği sağlaması lazımdır. Benlik kazanması lazım, bütünlük kazanması lazımdır. O yüzden de tevhid bu anlamda benliğe çağrıdır, benliğin inşa edilmesi, benliğin ortaya çıkarılması faaliyetidir. Kur’ân, bütünleşmiş ahlakî davranıştaki bu birliğe denge ya da takva adını verir. Aynı şekilde bütünleşmiş insan şahsiyeti ve bütün olumlu parçaların birleştirilmesiyle meydana gelen hususiyete de kararlılık adı verilir. Takva, birlik ve beraberliğin yaşanması halidir. Nitekim takva kelimesinin köken olarak “bir şeye karşı korunma ve muhafaza” anlamına gelmesi, şahsiyetteki bu bozulma ve bütünlüğün olmayışına atfedilir. İster bireysel, isterse toplumsal alanda varoluştaki birliği sıkı sıkıya perçinlemeyen insanlar, bütünleşmiş bir ruh hali kazanamazlar.