Reel Zihin Dünyasına Davet

Gerçeklikler üzerinden gitmek, paradigma dünyası, zihniyet türleri, bakış açısı, doğruluk, yanlışlanabilirlik, dürüstlük, metodik şüphe, rasyonelite, bilinemezlik, mutlak doğru, keskinlik, kesin inanç, fuzzylogic, dualizm, temel tercih, savunma mekanizmaları, dogmalar, mistisizm, ateizm ve inkâr, inançlılık, en doğru, kesin sonuç, soru işareti, bilimsel düşünce, pozitivizm, rasyonalite, boyut, evrenler, parapsikoloji, dinginlik, bilgi ve bilim, mantık ve felsefe, sonsuzluk gibi kelime ve kavramlar insan düşüncesini besleyen, yönlendiren ve karar vermeyi sağlayan unsurlar olarak karşımıza çıkmakta... Bütün bunlar, insana dair mi, insana kıyasla mı, insana rağmen mi ve en çok hangisi önemsenmeli?

Bazı sabiteler, bazı realiteler olmalı… Olmalı ki, insan, o sabiteler konusunda kendinden bile şüphelenmemeli… Yani o muhkem doğruya olan mesafesine göre “az” ya da “çok” diyebilmeli… Buna bir bakıma “ilkelere intisap” ya da “ilkelere aidiyet” diyebiliriz. İnsanın kendinden şüphelenmesi, denizin koktuğu yer demektir. İnsan kendinden ve Allah’tan saklayamaz… Bu gerçek, psikolojik kendiliğindenlik, kendilik psikolojisi gibi kavramlar üzerinde düşünmeyi gerekli kılıyor. Çünkü şu koca dünyada en büyük tehlike, kendini kandıranlardır… Çünkü dünya, bazı gerçeklerin test edildiği koskoca bir laboratuvar aynı zamanda… Hayatın da kendine ait bir ciddiyeti var ve bu laboratuvara, hayatın bize dokunan taraflarında, mutlaka bir kez uğruyoruz. O yüzden varız, hayat, bu vesileyle bize dokunmuş oluyor çünkü. Buradan geçerken, diğerleriyle tanışıyoruz. Bu tanışmanın genler nedeniyle olanına “akrabalık” deniyor. Bir gen bağı olmaksızın “duygularla” yüzleştiğimiz kişilere “dost” diyoruz. Sadece mekânsal beraberlik süreklilik arz ediyorsa en azından “arkadaş” diyoruz. Kültür ve medeniyet durumumuza göre de İbni Haldun’un deyimiyle “hadarî” ya da “bedevî” oluyoruz. Çadıra kalın bir direk çakmakla, sanat değeri yüksek bir ahşap oymasını izlemek arasındaki fark kadar fark doğuruyor bu. Bu arada inanç dünyamız var. Bazıları dogma, bazıları paradigma, bazıları gerçeğin ta kendisi… O yüzden, delilli dogmatiklik inanç olurken, delilsiz dogmatiklik ateizme götürüyor insanı. 

Yeryüzünde ihlası, samimiyeti, içten bir sevgiyle yürüyen durumları, insanın yüksek rol yapma kabiliyeti nedeniyle hiçbir zaman gerçek anlamda görünür kılamıyorsunuz… Yeryüzünde “ihlas ölçer” bir alet de yok üstelik… Hiç şüphesiz, ihlas bu yüzden çok kıymetli… Kimde ne kadar olduğunu bildiğimiz bir şey değil çünkü… Zahirin estetik değeri, batının estetik değerinden az olmasa da içsel anlamda “ihlasın” temsili ve varolma biçimi hiç kolay değil. Zaten pozitivizm ve rasyonelite burada “cırt” ediyor… Çünkü onların o taraklarda bezi olması zor, hatta kendilerine göre de imkânsız… Şu yaşlı dünyada bu anlamda, izafi bir değer olarak “etik” de bir kıymete sahip… Ahlak ise insan ruhunun üst düzeyde temsili anlamında, temsilinin ancak ruhun derinliklerinde kaldığı mutlak doğru olarak muhkem ve ayrıcalıklı yerini koruyor. Sonuç olarak “lisan-ı hâl, lisan-ı kâlden üstün” yine… Bu çok doğal ve söylemek istediğimiz de bu zaten. Zor olanın ve hakkı verilmesi gerekenin üstün oluşu bir o kadar doğal çünkü. Kolay olsaydı herkes başarırdı. Bunun test edilebildiği önemli bir sonuç, “ferasetin” herkeste olmaması… 

Her gün insanların öldüğü bir dünyada, nefer nefer geldiğimiz bir âlemde, nefer nefer ölümü de bizzat yaşadığımıza göre, dünyanın bir başlangıcı olduğu, bilim denen deneysel realiteyle çok keskin bir biçimde bilindiğine göre, dünyanın bir sonu olacağı da artık çoktan bir kesinlik kazandı. Yüksek dağlara, aldığımız lezzetlere, nefes alıp vermemize bakarak, “dehriyyun” ve “zevkçi” bir kafayla insanoğlu, her şeyin bir sonu olduğu bilgisini, kendini kandırmadan kaç kez reddedebilir ki… Her red, kendini defalarca inkâr anlamına geliyorsa, buna sadece melekler gülmez, insan aklı ve ruhu bu durumda ancak sessiz kahkahalar atar… Gerçek, ne bağırarak ne bağırtarak ele geçer. Zaten vardır…

Aynadaki Öteki

Aynadaki Öteki, bir hesaplaşma, bir arayış, bulanların yol haritası, başı ve sonu birleştiren bir heyula, çıldırtan dualizm, her defasında bir dilemma… Heyula kelimesinin Osmanlıca sözlükteki karşılıklarına baktığımızda, kültürün tanımı kadar geniş bir yelpaze çıkıyor önünüze… “heyula / heyulâ / heyûla / heyûlâ”; Zihinde tasarlanan korkunç hayal, gösteriş ve iriliği olduğu halde hiçbir te’siri ve değeri olmayan şey, eski felsefede eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı, madde, ince madde, korkutucu hayâl, felsefede eşyanın aslı kabul edilen şey, Arapçada da zihinde tasarlanmış varlık... Olumsuz tercihler arasında tercihte bulunmaya zorlanmak; dilemma… Zıtlarla sarılı bir evrende zıtlıkların her biri; dualizm… Tercihte bulunmak için ortaya konabilecek ya da hayatı tanımlayan zıt tercih ya da nesnelerin her biri de bir dualizmi yansıtıyor… Evet, bunların hepsi de insana dair, insanla ilgili aynı zamanda. “Aynadaki Öteki” derken, bu kavramların hepsinin kavramsal nesnesi olarak “insanı” kastettik yani. 

Aynadaki Öteki, yolculuğun sonunda hakikatle yüzleşen bir “Simurg” metaforuna da uyuyor. Simurg zaten arayışı olan insanın hikâyesi… Yunus’un “Bir ben var bende, benden içeru”su, “aynadaki öteki”nin kemal bulmuş hali… Aynadaki öteki daha nakıs, daha sade… Henüz eğitilmemiş, kemal bulmamış, sade insan; özellikleri var ama farkında değil, henüz kendi “ben”iyle tanışmamış, tanıştırılmamış, değişime aday ve ilerdeki benden habersiz… “Ormanda kaybolan şehzade” misali… Çocukken kaybolan Şehzade, yıllarca ormanda yaşar ve vahşi hayattan nasiplenerek, yırtıcı, sert, eğitimsiz ama hayvanlarla beraber, doğal yaşamın mağduriyetleriyle büyür. Aradan yıllar geçmiştir. Bir gün av için adamlarıyla gezinen Vezir, Şehzadeyi ormanda bulur ve onun kayıp şehzade olduğunu fark eder. Vezir Şehzadeyi bulur ama, Şehzadenin kendini bulması biraz vakit alacaktır… “Aynadaki Öteki” bu anlamda da üzerinde durulmaya değer bir konu… Ayna, bizde olanı gösteren… Asıl olan “sen”den yansıyanlar… Gösterdiği kadarıyla bir karşılığı var ama henüz Simurg metaforundaki kadar kıymetli de değil… Mevlana’nın “Hamdım, piştim, yandım” yolculuğunda sadece “ham” olan kısmı ifade ediyor. Ama bu haliyle dahi, “yaratılmış” olması, ona bir kıymet, değer atfetmeye çoktan yeter de artar bile… Çünkü o var ve bir geleceğin muhatabı… “Aynadaki öteki” en yalın haliyle insanın ta kendisi… “Ego-benlik” ve “self-kendilik” arasındaki paralellik veya fark gibi düşünebiliriz bunu… Egosu var, kendiliği oluşmamış…

Tüm bunlar, ontolojik boyut… Varoluşa dair… Varlığı ortaya çıkarmak için… Yani varoluşun amacını kavramak için… Hakikatin bizdeki karşılığını bulmak için. Tıpkı, iyi ile kötüyü biz belirlemiyoruz ama bizde karşılığı var oluşu gibi. Hakikat ise hem yol azığı hem yolun kendisi hem yol yorgunluğu hem işin başı hem de sonu… İmam-ı Rabbani, “mebde ve mead” diyor buna… Varoluş nedeniyle kemal buluyor insan… Yoksa “Ahh insan…” Bütün acıların, ızdırapların, hüzünlerin, neşelerin kaynağı… “İnsan”, insana gelene kadar… “İnsan”, insan olana kadar… İnsan, eğer insansa, insan kalana kadar… Hikâyesi öyle derin, öyle içli ki… Bunu düşünmek dahi, insanı ciddiyete davet ediyor. Yani yine insana… Çünkü insanın hikâyesi yeterince ciddi… İnsana insanı ancak insanla anlatabiliyorsunuz… Aksi halde insan lâyüsel, pervasız, hırçın, asi… İşte o nedenle Yusuf’un, Yakub’un, İsmail’in, İbrahim’in hikâyesini bilmeden olmaz… Çünkü onlar bir şeyi temsil ediyor ve insanda ciddi karşılığı var. Onların hikâyesi, insan denen varlığı daha müteal, daha aşkın bir yere davet ediyor. İlahi olana, sonsuz olana, mutlak var olana… İnsan fark ediyor ki, kendi dışında da bizzat insanı tanımlayan bir dünya var… İnsan ise özlü bir numune… Ve o anlamla ancak, insanın kendi varlığı kâmil manada doğrulanabiliyor, açıklanabiliyor… Onsuz olmuyor… Hayatı, geçmişi, tecrübeleri okuyorsunuz oralarda… Bir de ben “bilgi” istiyorum dediğinizde, “ilim sarayına gir” diyorlar… İlim, yani öğrencilik, insana hakikatin direkt olarak açıkça söylendiği yer… 

“Gerçek; onunla baş başa kaldığınızda ne yaptığınızla alakalı…” Bu söz, Perulu Müslüman Rosa Hanım’ın, yaşadıklarını anlatırken kullandığı bir cümle… Müslüman olana kadar neler çektiğini anlatıyor. Yolların çilesi, çilenin yolları… Herkesin bir hidayet öyküsü var…

İnsanın hakikatle yüzleşen kendine dair benlik algısına “Ben Feraseti” diyebiliriz. Benlik konusu, insanın varoluş gerçeğiyle derin bağlantıları olan bir olgu. Olgu ve algı arasındaki ilişkiden yola çıkıldığında, olguları da algıları da insanoğlu genellikle kendi dışındaki gerçeklere uyarlamayı tercih ediyor. Yani kendi dışında arıyor… Ama olgunun da algının da nesnesi insan olunca zorun da zoru bir hakikatle yüzleşmenin ilk adımlarını, ilk fakat en zor adımını atmış oluyor. Çünkü bu, insanoğlunun herhangi bir te’vile fırsat tanımaksızın yüzleştiği en büyük hakikat olarak karşısında duruyor. Yani bizzat kendisi ile ilgili “hakikatle…”

Bu anlamda fıtratın insanı meylettirdiği hakikate “kendiliğindenlik” diyebiliriz. Şenel İlhan Beyefendi’nin deyimiyle “Kendiliğindenlik”, zamanla aklın olgunlaşması… Evet, bu bir yüzleşme. İnsanın kendisiyle yüzleşmesi… Hakikat ise hem insanın içinde hem de dışında yani her yerde aranabilir. Önemli olan insanın tüm bunlarda ne kadar hissedar olduğu, kendisine neyi nasıl taşıdığı ve hakikat denen irfan meyvesinden ne denli nasiplendiğidir.

Şeyh Galip Divanı’nda “Kendine bir hoşça bak; sen âlemin özüsün, varlıkların gözbebeği olan insansın.” anlamına gelen

“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen

 Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen.” 

Dizelerinin söylediği gerçekle, Hz. Ali (k.v.)’den nakledilen: “Sen kendini küçük bir cisim sanırsın. Ama en büyük âlem sende gizlidir.” sözleri birbirini destekleyen ve hakikatin ortak tonlarını haykıran benzer anlamları ifade etmektedir.

Gelenek, tarih ve kültür; bu anlamda, kalbî ve zihnî hayatımıza anlam haritası, amel hayatımıza yol haritası, ölçü dünyamıza mihenk taşı olabilecek “hikmet ve sözlerle” doludur ki hepsi de farklı farklı cephelerden hakikatin yansımaları ve bizzat insanda karşılığı olan durumlardır. Günümüzde de insan ve medeniyete dair arayışların hepsini anlamlı kılacak şey, bazı sorulara verilecek doğru cevaplarda gizlidir. Günümüzde, insanın dış dünyadaki çeldiricileri ve bunlara kıyasla kendisiyle yüzleşme alanları çok çeşitlilik arz etmektedir. Modernizm, teknoloji, insan alışkanlıkları ve eğilimleri, beklentiler, dünyevileşme modu çok çok farklıdır. Hakikat planında insanın ne olduğu gayet açık ve bellidir ama günümüzde insanın bu varoluşsal hakikate ulaşmasının önündeki en büyük engel yine kendisidir. O nedenle insanın kendine dair “benlik algısı” ya da “ben feraseti” her zaman olduğu gibi bugün de çok büyük önem taşımaktadır. Bir bilge: “İnsan kendinden ve Allah’tan saklayamaz, saklanamaz.” demişti. Kendine yalan söyleyecek kadar basitleşmemişse insan, kendini kandıramaz. Ama insan tabir caizse “çok katlıdır.” Üstelik tek boyutlu da değildir. Kendine karşı samimi olsa dahi kendini tedavi edemeyeceği pek çok bireysel sıkıntısı, irfanî boyutta dertleri, yetişme bozuklukları, davranış sorunları, nefs hastalıkları vardır. Tüm bu müşküllerini, sıkıntılarını aşması için özellikle bu zamanda ve zeminde aklını, kalbini, ruhunu, yani hepsi de insanın başlı başına kalitesini, Allah vergisi müstesna yerini ifade eden bu değerlerini yerli yerinde ve yaratılış amacına uygun kullanırsa ancak, kendine ve hayata dair doğruları, hem kendinde hem de çevresine yansıtabileceği imtiyazlı, üstün bir meleke elde etmenin doğru yolunu yakalamış ve tüm bu güzellikleri doğru yolda seferber etmiş demektir. Çünkü kendinden ve Allah’tan saklayamadığı kendini, özünü, nefsini, ruhunu; bütün acziyet ve zaaflarına rağmen, Allah’ın tüm bunları ve daha fazlasını, derûnunu ve potansiyelini bildiğini bilerek, tercihleriyle baş başa kalmakla hemhal olduğu imtihanından yüzakıyla çıkabilmek amacıyla, tercih kotasındaki pozitif ve negatif tüm değerlerinde doğru seçim ve iradeyi ortaya koymasıyla ancak, gerçek kendisiyle buluşmuş ve Allah’a âşık ruhuyla tanışmış olacaktır. İnsanı gerçek manada insan yapan bu gayretin adına talep, böyle bir güzelliğe soyunmaya da niyet deniyor. Ama gerçekten soyunmaya, yani “temenni etmeye” değil… Bu o kadar önemlidir ki, iyi insan olmanın önemli sacayaklarından biridir. Kendini tanımak adına doğru yolda olmanın şartlarından çok önemli bir diğeri de sevmek… Günümüz insanının çok hasta olduğu ama hasta olduğunu fark etmediği, eksikliğiyle pek malûl olduğu “sevgi…” Sevgi bugün zannedildiği gibi popüler riyakâr ilişkilerin kolay tüketilen nesnesi ya da mezesi değildir. Çünkü sevgi, insanda mutlak karşılığı olan çok güçlü bir duygudur. Sevgi sayesinde insan empati yapar, merhamet eder, tevazu gösterir, sertlikten uzak durur, cömert olur. Yani kısacası insanı insan yapan sevgidir. Mesela insan annesini, babasını, kardeşlerini doğal olarak sever. Hatta gayet normal bir biçimde bitkileri, hayvanları sever. Kâinatın mayasında, hamurunda sevgi vardır. Bu anlamda bakıldığında insanı yoğuran da sevgidir. Peki, insan kendini ya da başkalarını gerçekten sever mi, sevebilir mi? Normalde tabi ki sever. Ama nasıl ki alexitimik (duygusuz) insanların varlığı mevcutsa sevgisiz insanlar da yeryüzünde mevcuttur, hem de alabildiğine tüm sevgisizlikleriyle aramızda dolaşırlar. Aynen sevgi gibi, duygu gibi insanı insan yapan özelliklerinin kalın bir perde ile üzerlerinin örtülü olması, insanlarda bu güzelliklerin var olmadığını göstermez. Sevgisizlik ve duygusuzluğun, davranışlara yansıması çoğu zaman bu patolojik durumları görünür hale getirir. İnsaf ve merhamet zaviyesinden bakan bilge insanlar o nedenle; “İnsan başka, davranışları başkadır.” demeyi, insanlara haksızlık yapmaya tercih ederler. Çünkü aynı zamanda, insanın değişebileceği gerçeği en büyük realite olarak karşımızda durmaktadır. Mizaç, huy, karakter kavramları bu konuda insanın değişim çizgisinde temel kavramlar ve tedricilik mantığında geçiş alanlarıdır. Evet, insan değişir, hem de çok değişir. Ama ne var ki değişim konusunda ortaya koyduğu niyetin yanı sıra en çok ihtiyaç duyduğu şey, “ümit”tir. Çünkü insan ümitsiz yaşayamaz.

Ümit, insan hayatında ne denli müthiş önemi olan bir konu ki dua etmek ve af dilemek kula düştüğü ve affetmek yetkisi Allah’ta olduğu halde ve vaad Allah’ın vaadi olduğu halde, ellerini gökyüzüne açma ve yüreğini Rabbi’ne yöneltme eylemi dediğimiz “tövbe” ibadeti, ancak kulun ümit içinde olmasıyla amel boyutu taşıyan bir eyleme dönüşmenin ilk ve mutlak şartı oluyor. Aksi halde insan tövbe dahi edemiyor. “Ben kulumun zannı üzereyim.” buyuran Allah (c.c.), kulun kendini kandırmadan ümitvar olmasını her şeyden daha önemli buluyor. Demek ki ümit, günümüzde de insan olma yönünde atılan en önemli adım mahiyetinde… Ümitsiz olmuyor, ümitsiz “ol”unmuyor, aynı zamanda ümitsiz de “öl”ünmüyor. Dolayısıyla dünyadayken ruhen dirilmenin şartı da ümit oluyor. Nitekim Hz. Peygamber, ölüm yatağında bir genci ziyaretinde “Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sorduğunda genç şöyle cevap verir: “Günahım çok, amelim azdır. Ama içimde öylesine güçlü bir duygu var ki Allah (c.c.) beni affedecek.” diyor. Hz. Peygamber (s.a.v.) ona: “Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?” buyurduğunda gencin: “Evet, ya Resulallah.” demesi üzerine, Hz. Peygamber (s.a.v.): “Öyleyse korktuğundan emin, umduğuna nail olacaksın.” buyuruyor. Ümitle başlayan “kalp yolculuğu” hüsn-i hatimenin yani “iyi son”un da yolunu açıyor. İşte bugün insanın Allah’la (c.c.) ilişkisini düzenleyen ve sonuçta bu gayreti bir ahlaka ve erdeme dönüştüren hikmetin önündeki engellerle, Allah yolunda insanın kendini bir yolcu gibi hissetmesinin ve yolda olmasının engelleri aynı. Yani ümit eksikliği… İnsanın bu denli ümitsiz olmasının temelinde ise kendini affedilemeyecek kadar kötü hissetmesine yol açan “işte bunlar affedilmez!” düşüncesinin izleri var. Demek ki problem dönüp dolaşıyor ve insanın “kendini tanımasına”, onun da ötesinde en güncel boyutuyla “kendini algılama biçimine” geliyor. Yani kendi “ben”ine, kendine dair “benlik algısına…” Burası aslında konunun en konuşulmaya değer bölümü…

İnsanın kendine dair benlik algısında, çok ilginçtir ki, insan bu konuda daha çok dışından değil “içinden şekillenen” bir canlıdır. Bir bakıma kendi kendine yaptığı konuşmalar gibi diyebiliriz. İnsan bu yolla yani içinden geçen olumsuz seslerle özdeşlik kurarsa, gereksiz bir empati yaparsa, ne yazık ki ihya ya da inşa olmaz; tam aksine yıkıma uğrar. Oysa bu sesler insanın kendine değil, nefsine, şeytanına, vehmine, hayaline aittir. Tüm bunların etkileyici ortak parantezine “vesvese” diyebilirsiniz. İnsan eğer, içinden geçen bu sesler hakkında kendini yeren, kendini döven, kendini hırpalayan bir yerde duruyor ya da bilmeden kendine haksızlık yapıyorsa bu haksızlığın önüne geçmenin, engel olmanın en pratik yolu bu vesveselere hakikat adına doğru bir not verebilmek için, vesvese ile şüphe arasındaki farkı akademik, ilmi, irfani boyutta ayırt etmektir. Aslında çok geniş olan bu konuda Şenel İlhan Bey’in “Vesvese” isimli makalesi dertlere deva, gönüllere şifa, akıllara genişlik, ruhlara inşirah verecek kadar güzel ve çok güçlü, çok faydalı bir yazıdır. (www.feyzdergisi.com/Kategoriler bölümü “Vesvese” makalesi) Bu makalenin en önemli amacı insanlara faydalı olmaksa mutlaka Şenel İlhan Bey’in “Vesvese” isimli makalesi tekrar tekrar okunmalı ve hakkıyla amel edilmelidir. İnsan eğer, kendi kendine düşman değilse bu iyiliği kendine yapmalı ve kendi içinde bir irfan yolculuğuna çıkmaya hazırlanmalıdır.

İnsanoğlu, içinden geçen bu seslere, nefs kaynaklı bir vesvese ise bunlar “ben başkayım, nefsim başka” diyerek kendi zihninde yeni bir irfan penceresi açabilir. Hele bir de bunu davranışlarıyla taçlandırırsa yavaş yavaş, tadından yenmez bir hale gelir ve kendini hakikaten sevmeye başlar. Eğer bu vesveseler şeytandan ise, “ben şeytana uymam” diyebilme iradesi sadece uygulanmayı bekleyen oldukça hayat kurtarıcı, can simidi bir formül olarak kendi benliğimize dair irfan ajandasında başköşedeki yerini alacaktır. Demek ki kendini tanımak, içindeki seslere hiç rahatsız olmamak üzere doğru bir anlam vermek isteyenlerin birinci sloganı “Ben başkayım, nefsim başka” demek olmalıdır.

Velev ki tüm bunların sonunda nefse ya da şeytana uyup bir hataya düşse dahi insan, doğru düşünmeyi becerebilirse eğer, sadece aslında bizzat kendi gözüyle “hata yapabilen” bir canlı olduğunu görmüş olur. Yazının başında verdiğimiz Mevlana’ya ait “tertemiz olmak” örneği burada imdadımıza yetişmeli. Hem bazen öyle günahlar vardır ki tövbesi adama manen köşeyi döndürür. Biz de bu arada yanlış fiillerimizin öncesi ve sonrasında ayne’l-yakîn olarak nefsimizle tanışmış oluruz. Tarihte irfan sahiplerinin manevi pratikleri bunun örnekleriyle doludur. Burada önemli olan asla ama asla ümitsizliğe düşmemek olmalı. Yoksa nefse ya da şeytana gerek yok, tüm bu bilgileri bile bile kendimize büyük bir kazık atmış oluruz. Demek ki bu bilgilerle amel etmek çok hayati bir önem taşıyor.

İnsanın dokusu, nefsi itibariyle temelde hep aynıdır. İnsan bu yönüyle her türlü rezaleti işleyebilir, türlü türlü sefaletlere düşebilir. Mademki tüm bunlarla iç içe bir hayatın içinde yaşıyoruz ve insan her türlü kötülüğe hissedar olmaya ve bizzat işlemeye müsait, öyleyse işin başında insan, nefsine ya da şeytana uymakla her türlü kötülüğü işleme potansiyelinde olduğunu kabul etmeli… Ne ilginçtir ki bu yapımızı kavramak aynı zamanda insanın iyiliğe ve güzelliğe müsait, güzelliklere bakan yüzünün de garantörü durumunda. Çünkü insan tüm bu hatalarla malul olduğu için “ben hiç hata yapmam, hiç günah işlemem” diyemez ve dememeli de… Nitekim bu düşüncenin gerçeklerle bağdaşan bir tarafı yok. Çünkü insan “melek değil…” Öyleyse nefsinin var ve diri olması, üstelik de her türlü pisliği yapabilecek potansiyelde olması, bu realiteyi aynen kabul eden ve hakkıyla hissedenler için, bir o kadar da nefse ve onun tezahürlerine karşı tedbir almayı kaçınılmaz, gerekli ve mecbur kılıyor. İşte tam da burada nasıl ki Cern deneyinin Big-bang’in anlaşılmasında ve Kuantum Mekaniği’nde özel bir yeri varsa, bu sohbetin doğru anlaşılması da insanda “irfan patlamaları” yapacak bir önem taşıyor. Yani her zaman dezavantaj gibi gördüğümüz nefsin aslında irfan yolculuğunun en önemli zemini ve sermayesi olduğunu fark etmek… Ne güzel örnektir ki: Abdulhakim el Hüseyni (k.s.), “Benim nefsim Firavun’un nefsinden 70 kat daha kâfirdi.” derken, bu gerçeğe işaret ediyor ve aslında velayetini ilan ediyor. Benim yolumu izlerseniz siz de benim gibi olursunuz, demiş oluyor. Boşa dememiş büyükler: “Hilali göremiyorsan, hilali görenlere git ki bayramı göresin.” Tabi bugün bu yönlendirmeler, doğru adrese teslim edilmeyi bekliyor… Nefsin bu potansiyelini bilenler, düşmana karşı gardını alarak doğru bir iç duruş sergilemişlerdir. Aslında takva da hiç günah işlememek değil, her türlü pisliği yapabilecek bir nefse karşı tedbir almaktır. Kimin irfan penceresi genişse nefsini o denli fark eder, görür; kimin irfan penceresi genişse o nefsiyle mücadele eder, nefsini adam eder ve manen terakki eder. İşte insanın kendine dair benlik algısında işin sırrı budur… Aslında çok geniş, insanın içinde her yöne doğru açılan ve açıklanabilen bu konular, fikrî, ilmî ve ahlakî boyutta engin bir kültüre ve müthiş bir irfanî birikime sahip olan Şenel İlhan Bey’in özel sohbetlerinde ancak bir başlangıç dersi hükmünde olup, inşallah okurlarımız yakında bir eser olarak yayınlanacak olan gayet entelektüel, irfan ve ahlak yüklü bu sohbetlerin bir kısmıyla gıyaben de olsa fikirleriyle tanışacak, bu vesileyle de aslında okurlar insan olma noktasında kendi varlık ve benliklerine dair sağlam ipuçları ve doyurucu bilgiler almış ve öğrenmiş olacaklardır.

Şenel İlhan Bey’in harikulade fikirlerinden zihinsel özetler yaparak kendimce sadeleştirdiğim bu yazıdan istifade etmeniz dileğiyle…