Tasavvufi Mantık ve Kişilik / Prof.Dr. Şakir Gözütok

Tasavvufta seyr-i sülûk’un bitmesi söz konusu mudur? Ya da bunun manevi karşılığı “nefs-i mutmainne” olmak mıdır? Bunun, Hz. Peygamber’in “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” sözündeki güzel ahlaka dair karşılığı nedir? 

İslam dininin bütün emir ve yasakları insanları eğitmeye yöneliktir, buna cezalar da dahildir. İslam’da cezalar sakındırma, yani insanları yanlış davranış ve anlayışlardan uzaklaştırmaya yöneliktir. Bu bakımdan insanlar arası ilişkileri ele alan -ki buna cezalar da dahildir- fıkıh ilmi, ifade ettiğimiz gibi insanları eğitmeyi gaye ediniyorsa, tıpkı bunun gibi tasavvuf ilmi de tamamen bir eğitim sistemidir. Ama yalnızca insanların davranış, tutum ve tavırlarını eğitmeye yönelik değil, zihin ve fikirlerini de eğitmek istemektedir. Bu yönüyle tasavvuf, günümüzdeki “bilişsel psikoloji”nin ortaya koyduğu anlayışı çok önceden uygulamıştır. Genellikle bu eğitim sürecine mutasavvıflar “seyr-i sülûk” adını vermişlerdir. Nasıl ki modern eğitimde, eğitimini tamamlayan öğrencinin öğretmene artık ihtiyacı kalmıyorsa, tasavvufî eğitimde de mürid ile Matlub (Allah) arasında tam bir münasebet hasıl olduktan sonra, şeyh aradan çekilir ve vasıtaya ihtiyaç kalmaz. Bunu bize İmam Rabbani, Mektubat’ında  (169. mektup) söyler. Böylece kişi seyr-i sülûkunu tamamlamıştır ve bu kez kendisi irşada yetkili bir zât olur. Tasavvufî eğitimin çeşitli mertebelerini sayan mutasavvıflar, en üst makamlarından biri olarak nefs-i mutmainne’yi ifade ederler. 

Bunun da ötesinde makamlar vardır ama her insanın bu makamlara ulaşması mümkün olmayabilir. Dolayısıyla seyr-i sülûkunu tamamlayan kişilerin nefs-i mutmainne’ye ulaştıklarını söylemek mümkündür. Tasavvuf; fıkıh gibi yalnızca zamana ve mekâna taalluk eden farzları değil, yirmi dört saat insanların yerine getirmesi gereken farzları öğretmeyi hedeflemektedir. Yalan konuşmamak, hırsızlık yapmamak, dürüst olmak, samimi olmak, adaletli davranmak... gibi. Dikkat edilirse bunlar tamamen ahlakî değerleri yüklenmeye matuf unsurlardır ki dinin aslî gayelerinden biri de budur. Bu da soruda da ifade ettiğiniz gibi Hz. Peygamber’in (sav) “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” hadisindeki gayeyi gerçekleştirmek demektir.

 

Tasavvufla elde edilen kemal, irfan ya da marifet nasıl bir durumdur? Güzel ahlak nasıl elde edilir? Aklın tatmini ile nefsin tatmini arasında bir fark vardır? Akletmek, ahlakı güzelleştirme çabalarımızda niçin yetersiz kalmaktadır?

Tasavvufta elde edilen kemâl, irfan ya da marifeti anlamak için âcizane kanaatime göre Kur’ân-ı Kerim’e dikkatlice bakmak gerekir. Bunun işaretlerini orada görürüz. Kur’ân’da Cenab-ı Hakk, bize üç ayrı ayetin varlığına işaret etmektedir: Bunlardan ilk akla geleni ve her zaman karşılaştığımız ayetler, Kur’ân’ın bizzat yazılı ayetleridir ki bunlara “satırlardaki ayetler” diyoruz. Diğer iki ayete ise Allahu Teâlâ, Fussilet suresi 53. ayette işaret etmektedir. Ayet şöyledir: “Biz, ayetlerimizi afakta (ufuklarda, dış dünyada) ve kendi nefslerinde insanlara göstereceğiz...” Allah, ayetlerini afakta ve kendi nefslerinde gösterdik demiyor, göstereceğiz buyurmaktadır. Burada “göstereceğiz” ifadesi, bu ayetleri idrak etmenin belli bir cehd ve gayretin neticesinde olacağına işarettir. Afaktaki ayetler, bütün kâinata serpiştirilmiş muhteşem varlıklardır. Âcizane bunlara da “satıhlardaki ayetler” diyoruz. Esas bizi ilgilendiren ve üzerinde konuşmak istediğim ise Allah’ın “kendi nefslerinde” göstereceğini ifade buyurduğu ayetlerdir ki buna da “sadırlardaki ayetler” diyoruz. Kur’ân’da pek çok ayette mesela Zümer suresi 22. ayette: “Allah, kimin gönlünü kalbini İslam’a açmışsa o Rabbi katında bir nur üzere olmaz mı?” buyurmakla, imanın bir nur olduğunu ortaya koymuştur. Nurun kalbe girmesiyle kişi iman etmiş olmaktadır. Kişinin yaptığı ameller, iyi ve güzel ameller ise bu nur kalpte çoğalır; kötü ameller ise tam tersi kalbin kararmasına sebep olur. Nitekim İmam Müslim ve Tirmizi’nin Huzeyfe’den rivayet ettiği bir hadiste Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Fitne kalplere, hasıra (su verilir) gibi sunulur. Bunu içen kalplerde siyah nokta, reddeden kalplerde ise beyaz nokta meydana gelir.” Bu hadisteki ifadeye göre “beyaz nokta” iyi amellerin neticesinde, “siyah nokta” ise kötü amellerin sonucunda meydana gelmektedir. Başka hadislerde yalan sözlerin, yapılan hataların ve günahların kalpte siyah noktalar meydana getirdiğini ve zamanla çoğalan bu siyah noktalarla kalbin tamamen kararan bir hal aldığı bildirilmektedir. Kalbin tamamen kararmasının, Kur’ân’da geçen: “Hayır, bilakis onların kazanmakta olduğu (kötülüklerden dolayı) kalplerini pas kaplamıştır.” Mutaffifin suresi 14. ayetinin kast ettiğinin “pas” olduğu aynı hadislerde belirtilmiştir.

Kalbin nurlanması, insanın melekût âlemiyle temasının esasını oluşturmaktadır. Nitekim bir hadis-i şerifte: “Şayet şeytanlar, insanoğlunun kalbine musallat olmasaydılar, insanlar göğün melekûtunu görürlerdi.” buyrulmaktadır.  Ahmed b. Hanbel’in “Müsned”indeki rivayette “göğün melekûtundaki acayiplikleri görürlerdi.” şeklindedir. O halde iman eden insanlar, kendilerini şeytanın tuzaklarından koruyabildikleri, güzel ameller işleyebildikleri takdirde kalplerinin nurlanacağı ve bu suretle melekût âlemini görebilecekleri açıkça ortaya çıkmaktadır.

İmam Gazalî, “İhya-u Ulumi’d Din” adlı meşhur eserinde, kalbin tamamen nurlanması durumunda, kişinin kendisi ile melekût âlemi arasındaki perdenin kalkacağı ve oradaki bilgilerin kalbine yansıyacağını ifade etmektedir. Yine İmam Gazalî’nin ifadesiyle tıpkı bir aynaya görüntülerin düşmesi gibi, melekût âlemindeki bilgiler de nurla kaplanmış kalbe düşmektedir. Melekût âlemindeki bilgilerin kalbe yansıması demek, oradaki ayetlerin nurlanmış kalpler tarafından idrak edilmesi demektir. Nitekim Kur’ân’da Buruc suresinde şöyle buyrulmuştur: “Bilakis bu, levh-i mahfuzda bulunan şerefli bir Kur’ân’dır.” O halde nurla kaplanan kalplere, levh-i mahfuzda bulunan Kur’ân ayetleri yansımakta ve Allah böylece ayetlerini içimizde göstermektedir. Dolayısıyla “Biz, ayetlerimizi ufuklarda ve kendi nefslerinde insanlara göstereceğiz.” ifadesinin anlamı böylece ortaya çıkmış olmaktadır. Bu da irfan ya da marifetin kendisi demektir. Marifeti elde eden insanın aynı zamanda kâmil ahlaka sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Aklın tatmini ile nefsin tatmini arasında nasıl bir fark vardır, sorunuza gelince; aklın tatmini, zihnimizin mantıklı önermelerle tatmini demektir. Nefsin tatmini ise duygularımızın, his ve heyecanlarımızın tatmini anlamına gelir ki buna genellikle “kalbin tatmin olması” diyoruz; bunun ne anlama geldiğini az önce ifade edebildiğimi düşünüyorum. Kişinin zihnindeki problemleri aklî argümanlarla tatmin etmesi, aynı zamanda kişinin ahlaklı olduğu anlamına gelmez. Zira akıl bir düşünme biçimi ve doğru bilgiyi delillendirme durumudur. Oysa ahlak bir değer ifade eder ki bunun da vicdan ve kalple alakası vardır. Bu yüzden sadece akletmekle ahlakî güzelleştirmeyi başarmış olduğumuz anlamı çıkmaz.

 

Tasavvuf yolu hep “nefyetmek” üzerine bina edilmiş gibi. Oysaki kişilik, kimlik ve duruş, “varlığı”, “müspet manada var olmayı” önceliyor. Hz. Peygamber’in aksiyoner ve çok yönlü hayatı da göz önünde bulundurulursa, aksiyoner ve ahlaklı bir biçimde, müspet manada varlığımızı ortaya koymak nasıl başarılabilir? Kişilik, kimlik ve duruş bu bağlamda nasıl ortaya çıkar? İnsan manevî varlığını ortaya koyarken hilm de var, vakar da var, Allah için sevmek de var, Allah için buğzetmek de var; hem de en kıymetli ameller bunlar. Amelî açıdan mudara etmek de var, müdaheneye düşmemek de… Bu kadar kaliteli davranmak, ilim, ölçü, hikmet gerektirmiyor mu? Yoksa insanlar tasavvufu yanlış mı anlıyor? Tasavvufta aradığını bulamayacağını düşünen insanların çeldiricilerinden biri de bu konu olabilir mi? 

Tasavvufta çoğu kez “nefyetmenin” öne çıkmasının sebebi, kanaatime göre tasavvufun muhatap kitlesinin genellikle yetişkinlerden oluşmasındandır. Zira yetişkin insan, tasavvufun arzu etmediği pek çok davranış ve tutumunu daha önceden kazanmış olabilmektedir. Bu olumsuz davranış, tutum ve tavırların ortadan kaldırılması, nefyetmenin neticesinde gerçekleşir. Olumsuz davranışlar yok edildikten sonra bu kez kişi var olmanın ve kemâle ermenin mücadelesini verir. Bu da aynı zamanda kişinin aksiyoner bir şahsiyete bürünmesi demektir. Bu aksiyonun çerçevesini ise İslam’ın temel kuralları belirler. Bu yüzden kişi bir davranış veya tutum ortaya koyarken ilim, hikmet ve ölçüyle hareket etmek zorundadır. İmam Malik Hazretleri bu hakikate şu sözleriyle işaret eder: “Fıkıh okumadan tasavvufa yönelen zındık olur, tasavvufu bilmeden fıkha dalan fasık olur. İkisinin birleştirilmesinden hakikat doğar.” İmam Rabbani Hazretleri de Mektubât adlı eserinde (29. Mektupta) sufîlerin tasavvuf sohbetlerinde tasavvufa dair bir kitap okudukları esnada mutlaka fıkha ait bir eseri de okumalarını şart koşmakta ve “Her ne zaman bir meclis-i şerifte tasavvufa dair bir kitap müzakeresi olursa, orada fıkha ait kitapların da bulunması gerekir.” demektedir.

 

İnsan psikolojisi diye bir şey de var… Tasavvufî öğretiler, insanın kendisiyle ilgili benlik algısını nasıl şekillendiriyor? İnsanın kendisine bakışını nasıl etkiliyor? Tasavvuftaki muhasebe kültürünün, insanın kendine bakışında yanlış anlamalara yol açmaması için, doğru ölçülenmek adına açıklanmaya muhtaç tarafları var mıdır? İnsan kendini nasıl değerlendirmeli? Kendine haksızlık yapmadan kendini iyi hissetmek ve istikamet üzere devam etmek nasıl başarılabilir?

Bizim bugün psikoloji adı altında ele aldığımız konular, mutasavvıflar ve İslam âlimleri tarafından nefs adı altında ele alınıp incelenmiştir. Tasavvufî öğretilerin insan benliğini nasıl şekillendirdiği konusuna gelince bu bir hayli açıklama ve detayı gerektiren bir konudur. Âcizane bu meseleyi Sûfî Pedagojisi adlı kitabımda detaylı olarak inceledim, merak edenlerin söz konusu kitabımda ayrıntıları görebilirler. İnsanda bulunan ve başka hiçbir canlıda olmayan özelliklerin en önemlisi, insanın kendisini dışarıdan bir gözle gözlemleyebilmesi ve murakabe edebilmesidir. Tasavvuf, kişiye bu yeteneğini keşfettirir ve sürekli yani yirmi dört saat kullanmasını öğretir. Kişi hem kendisini gözlemleme yetisini kazanır, hem de daima başka bir zatın yani Yüce Allah’ın kendisini gözlemlediğini düşünür. Bu sebeple sufi, her anını değerlendiren bir kişilik kazanır ki, mutasavvıflar buna “ibnu’l-vakt” yani “vaktin, zamanın çocuğu” tabirini kullanırlar. Kişi, düne takılıp kalmaz, çünkü o geçmiştir; geleceğe dair planlar da yapmaz zira onun henüz gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belli değildir; ama içinde yaşadığı anın her nefesini doğru ve istikamet üzere değerlendirmeye çalışır.

Dipnotlar:

1) Müslim, İman, 65 (Hadis No: 231); Tirmizî, Tefsir, 83 (Hadis No: 3334); İbn Mace, Zühd, 29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 386; Malik, Muvatta, Kelam, 18; Hakim en-Neysaburî, Müstedrek, İman, 1, Hadis No: 6, c. 1, s. 43.