Ehl-i Sünnet çizgisinde kalmanın en emin yolu; hak mezheplerden birisine tâbi olmak ve o müçtehid imamın izinden, çizdiği yoldan gitmektir. Bu suretle bid’atlere ve sapık yollara dalma tehlikesinden emin olunur. Müslümanların mutlaka bir mezhebi yani gittiği, takip ettiği bir yolu olur. Ya kendi yoluna tâbidir ya da birilerinin takipçisi ve taklitçisidir. Üçüncü bir şık yoktur. Kendine tâbi olanın kendi mezhebi var demektir. Kendi mezhebi olan ise ancak Müçtehid seviyesinde âlim olan kişilerdir. Müçtehidlik vasfına sahip, kendinde o ilmi ve yetkiyi gören kişiye düşen kendi görüşüne tâbi olmaktır. Onu vicdanıyla baş başa bırakırız. Ama bu çapta ilmi olmayan insan sayısı her zaman çoğunluktadır. Halkın geneli avam olup bir müçtehide tâbi olmak zorundadır.
Bu anlamda Müslüman Türk dünyası genel itibariyle Ebu Hanife’nin yolunu beğenmiş ve ona tâbi olmuştur. Şafi, Maliki, Hanbeli mezhepleri hak mezheplerdir. Dileyen bunlardan birine tâbi olur, sorun yok. Demek ki işine geldiğine göre bir mesele hakkında her güne ayrı bir tavır, ayrı bir iş yapamazsın. Çünkü buna ne İslam ne de insan vicdanı müsaade etmez.
Çok fazla olmasa da hâlâ “Hazreti Peygamber (aleyhisselam) zamanında mezhep var mıydı?” diye soran kardeşlerimiz çıkıyor. Açıkçası bu duruma çok şahit oluyoruz ki; halkımızın geneli, Ehl-i Sünnet çizgisindeki mezheplerin Müslümanlar için büyük bir kolaylık olduğunun bilincinde. Bu soruyu bu meseleyi anlamak için soranlar olduğu gibi, konuyu farklı bir yere götürmek için soranlar da oluyor. Bu sorunun cevabı onların da duymak istedikleri gibi “Evet, yok idi.”
“O zaman bu mezhepler bölücülük değil mi kardeşim, niye direkt Peygamber’in yolunu takip etmiyoruz? O’nun mezhebine tâbi olmuyoruz?” diye ikinci can alıcı soru geliyor arkasından. Bu sorular cahil insanları kandırabilecek, doğru gibi görünen eğri sorulardır. Hazreti Peygamber’in (aleyhisselam) gittiği yol ile mezhep imamlarının gittiği yol farklı mıdır ki bu soru soruluyor? Mezhep imamlarının bütün gayesi ve tüm gayreti, Hazreti Peygamber’in gittiği yolu araştırmak ve en doğrusuna tâbi olmaktır. Onların bir ömür tüm gayretleri ve amaçları bu uğurda olmuştur. Efendimiz’in (aleyhisselam) gittiği yolu araştırmışlar ve onu bulduklarına kani olunca da o yolda devam kararı almışlardır. Dolayısıyla bir mezhep imamı kendi görüşünü değil, Hazreti Peygamber’in ve sahabenin görüş ve uygulamasını ortaya koyduğuna inanır. Her hak mezhep imamı böyle düşünür. Onların kendi içtihad ve reyleri varsa bile bu reyler, Hazreti Peygamber’in zamanında ortaya çıkmamış ve o konuda bir görüşünü bulamadıkları tali meseleler için geçerlidir. Müçtehidlerin yine de böyle durumlardaki tavırları, “Hazreti Peygamber olsaydı, sahabeler olsaydı, şu bilinmedik mesele hakkında her halde böyle yaparlardı.” yaklaşımıdır. Bu kadarcık bir ayrılık mezhep imamları arasında olmuştur. Bu duruma hadislerle de işaret edilmiş ve hatta bu kadarcık ihtilaf ve farklılıkların sonuç itibariyle hayırlara vesile olacağı beyan edilmiştir. Nitekim müçtehidler arasındaki bu teferruata müteallik ayrılıklar, uygulamada kolaylıklara vb. gibi birçok hayırlara vesile olmaktadır.
Mezhepleri kişilerin görüşleri gibi gösterenler ve Müslümanlara mezheplerden bağımsız olarak “Al eline Kur’ân’ı veya hadis kitaplarını meseleni kendin çöz, başkasına ne ihtiyacın var!” yaklaşımıyla akıl verenler, avamı kandırıp “Siz de bir müçtehidsiniz.” demiş olurlar. Bunu yapan ve tavsiye edenlerin İslam adına aklı başında ve iyi niyetli kişiler olduklarını düşünmek mümkün değildir. Bir Fatiha suresini doğru okuyamayan, en kısa surenin anlamından habersiz olan, o kadar çok Müslüman var ki, bu kişileri müçtehid sınıfına koyarak “Kendi problemini Kur’ân’la kendin çöz, hadislere bakarak kendin hallet.” demenin daha iyi Müslüman olmakla veya Müslümanların işini kolaylaştırmakla alakası olabilir mi?
Müçtehidler; Kur’ân, hadis ve sahabe uygulamalarına bakarak Hazreti Peygamber’in yaşadığı İslam’ı öğrenmek ve bunu hayatlarında tatbik etmek için çok ciddi emek ve gayret sarf eden, ilmi donanımı çok yüksek, aklı çok fazla, ahlakî seviyesi ve maneviyatı çok yüksek İslam âlimleridir. Herkesin değil her büyük İslam âliminin bile müçtehid olması mümkün değildir. Öyle birilerinin dolduruşuna gelmeyelim, din oyuncak değildir.
Ehl-i Sünnet’ten ayrı düşünen bazı çevrelerde garip uygulamalar görüyoruz. “Bir tek Kur’ân yeter, hadislere de sahabenin görüşlerine de mezhep imamlarına tâbi olmaya da gerek yok.” diyorlar... Sadece Kur’ân yeter, hadise ne gerek var diyenlere verilecek en kolay ve etkili cevap:
İnsanların insaf ve akıllarına bırakırsan herkes kendi görüşüne göre bir doğruyu bulup çıkarıyor. Peki, Allah (c.c.) kitabını insanların insaf ve görüşüne terk eder mi? Etmez elbette. Bu sebeple bir peygamber aracılığıyla Kur’ân’ı hayatın içine taşımış ve yaşatmış, teoriyi pratikle birleştirmiş ki kimse farklı yaklaşımlar ve yorumlarla dini bozmasın!
İşte bu sebeple tek başına Kur’ân ele alınarak Hazreti Peygamber’in ve sahabelerin yaşantı ve uygulamaları ortadan kaldırılırsa aynı sonuçları yaşamak kaçınılmaz olacaktır. Nitekim bu tutumlara şahit de oluyoruz. Sadece Kur’ân yeter diyenler “Kur’ân’da başörtüsü yok. Omuzları örtün diye ayet var. Başlarınızı örtün emrini nereden çıkarıyorsunuz?” diyorlar.
Peygamber hanımlarına, kızlarına ve sahabe eşlerinin uygulamalarına bakınca görüyoruz ki sahabede başı açık hür bir kadın yok. İşte size en güzel cevap…
O sebeple biz Müslümanlara düşen görev Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat çizgisinden ayrılmamaktır. Ayrıca, sadece Kur’ân diyenlere de sen de bir müçtehidsin kimseyi taklit etmene gerek yok diyenlere de gülerek bakacak kadar bu konuda bilgili ve şuurlu olmaktır.
Allah’a emanet olun.