Ahlak Müslüman'ın Neyi Olur?

Ahlak… Varoluşun temel kaygısı. Varlığı anlamlandıran neş’e, insan hamurundaki öz, kendini bilmenin temel çabası… iyilik ve güzelliğin anayasası… kanunsuz, nizamsız, ilkesiz, ölçüsüz yaşanamayacağının bilgisi… Kendi içinde bir düzen arayanların insan ruhunun doğal muhabbetiyle kendini bulması.. Fıtrattan sapma karşısında muhabbet, adalet ve iffet arayışı… Din’in gönül dünyamızdaki en keskin izleri… 

Felsefede şuur, tasavvufta idrak denilen konu, İslam ahlakı açısından ahlakî yetkinlikle baş başa giden bir iç derinliğin akla ve kalbe yansıması anlamına geliyor. Akl-ı selim ve akl-ı sakim, akl-ı mead ve akl-ı meaş olmak… Çünkü ilimden irfana, bilgiden bilince giden yolun üzerinde güzel ahlakı elde etmenin çileleri var. Çile çekmeden elde edilen bir çaba değil, irfanın çileli yolları… 

Sadece günümüzdeki “hayasızlığa” “iffetsizliğe” “ölçüsüzlüğe” tepki olarak değil, aynı zamanda onsuz olunamayacağı, hayatın akışı onsuz bir güvenlik ve güzellik kurgusunu kaldıramayacağı için, bu konuda arayışı olanlar bugün artık “İslam’da ahlakın şartı kaç?” sorusunu sormanın kaçınılmaz olduğu düşüncesindedirler.1  İnanmış ruhlar açısından hayatın içindeki ahlaka aykırı duruş ve boşluklar çok ızdırap vericidir. Ve aynı zamanda aksi halde “İman ve ibadet açısından yeterli gözüken bir dindar/Müslüman, neden ahlaken kusurlu davranışlarda bulunabiliyor ya da ahlaken kendisinden beklenen daha mükemmel düzeyde olmayabiliyor?” sorusunun çok gerekli olan sorgulaması yapılmamış olacaktır.2   Üstelik bu soru, realitesi inkâr edilemeyecek bir soru ve aynı zamanda çok önemli bir güncel sorundur.3  Ama ne yazık ki “İslam’ın iman ve ibadet esasları her Müslüman’ın hiçbir zaman hatırından çıkmayacak sadelik, netlik ve belirginlik içinde iken; İslam’ın ahlak esasları, kolayca bellenebilecek ve her zaman hatırda tutulup her tikel olay karşısında vicdanî yargıda kriter oluşturabilecek ve hatta kişiye o yönde sarsılmaz alışkanlıklar kazandırabilecek sadelik, netlik ve belirginlik içinde değildir.” Eğer bu konu bireysel ve akabinde toplumsal düzeyde hakkıyla halledilebilirse sevgisiz, saygısız, düşüncesiz ve duygusuz duruşlar, yerini samimiyet, iffet, kardeşlik ve sağduyuya bırakacak “hakkaniyet”, “iyilikseverlik” ve “ölçülü bir toplum” yeryüzünde hüküm sürecektir. Prof. Dr. Cafer Sadık Yaran  bu durumun yani bireysel erdemler konusunda bir sadeleştirmeye gidilmemesinin İslam’ın bir kusuru değil, sonraki ulemanın bu tür bir sadeleştirme ve sistematikleştirmeye şu veya bu nedenle pek gerek duymamasının bir sonucu olduğunu söylemektedir. “Ahlakın şartı kaç?” sorusuna sade ve sistematik bir ortak cevap vermek Müslüman’ın pratik hayatında arzu edilen ahlakî arınma ve yetkinleşmenin daha kolay ve daha yaygın bir biçimde gerçekleşmesine büyük katkı sağlayacaktır.4 Üstelik İslam dini sadelik ve kolaylık dinidir. Önemli olan, İslam’daki bu “erdem etiğinin” yaşamda kolayca ve kalıcı bir biçimde eyleme dönüştürülmesidir. Artık “İslam’da ahlakın şartı kaç?” sorusu, “İslam’da temel erdemler nelerdir?” şeklinde de anlaşılabilecek ve cevabı aranabilecek bir sorudur.5  “İslam’da ahlakın şartı kaç?” sorusuna en kesin, en sade, en kolay verilecek cevap, hemen hemen bütün İslam filozoflarına göre ahlakın dört temel erdemi olan “hikmet, şecaat/cesaret, iffet ve adalettir.”6  İbni Miskeveyh’in tasnifine göre “Hikmet kapsamına giren faziletler: Zekâ, hatırlama, akletme, çabuk anlama, anlama gücü, zihin açıklığı ve kolay öğrenmedir.” “İffetin kapsamına giren faziletler: Utanma, sükûnet, sabır, cömertlik, hür olmak, kanaat, yumuşak huyluluk, düzenlilik, iyi hal, barışseverlik, ağırbaşlılık ve kötülüklerden sakınmadır.” “Yiğitliğin kapsamına giren faziletler: Gözüpeklik, büyük himmet sahibi olmak, sebat, sabır, yumuşaklık, sükûnet, yüreklilik ve sıkıntıya katlanmadır.” “Adalet kapsamına giren faziletler: Dostluk, ülfet, yakınlarla ilişkiyi sürdürmek, ödüllendirme, iyi muamele, bir şeyi güzelce yerine getirmek, sevgi, dindarlık, kin gütmemek, kötülüğe iyilikle karşılık vermek, lütufkâr olmak, insanlıktan ayrılmamak, düşmanlıkları terk etmek, kötü söz nakletmemek, doğruların davranışlarından söz etmek, zararlı sözleri terk etmek, aç gözlülük etmemek, Allah’a yönelmek şeklindeki erdemlerdir.”7  

“İslam’da ahlakın şartı kaç?” sorusuna samimi cevap arayan ve bu konuda yayınlar yapan Prof. Dr. Cafer Sadık Yaran’a göre “Bu ve benzeri bir soruya verilebilecek hem (iman ve İslam konularında olduğu gibi) sade (sistematik, pedagojik, kolayca bellenebilir)hem (sufi veya felsefeci olsun veya olmasın bütün Müslümanların ortak olarak benimseyebileceği derecede) kapsayıcı, hem de (sadece ayrıntının izahında değil temelleri veya omurgası itibarıyla İslam’ın ana kaynaklarından çıkmış olmak anlamında) İslami olan bir cevap da verilmemiştir.” Ve “O halde sade ve kapsayıcı olan bir İslam ahlakının belirlenmesi ve daha sonra da örgün veya yaygın her tür eğitim-öğretim ortamında belletilmesi pek çok yarar sağlayabilecek gibi gözükmektedir.” demektedir.8

İSLAM ERDEM ETİĞİNİN YENİDEN YAPILANDIRILMASININ YARARLARI

“Günümüzde bütün dünyada olduğu gibi, İslam dünyasında da görmezden gelinemeyecek pek çok ahlakî sorun vardır. Başka bir deyişle İslam dünyası dünyanın genelinin yüzleşmek ve baş etmek zorunda olduğu ahlakî sorunlardan ârî değildir. Küresel ahlakî sorunların temelinde kültürel ahlakî sorunlar, onların temelinde de kişisel, bireysel ahlakî sorunlar vardır. İnsanlık ve toplum, son tahlilde bireylerden oluşmaktadır. Bu yüzden de bireysel ahlakî erdemler konusu, ahlak felsefesi ve eğitiminin temelindeki hak ettiği yeri almalıdır.”9 Tüm dünyanın bir nebze nefes alma ihtiyacı duyduğu en önemli konu bugün, imandan sonra ahlak konusudur. Bu konu üzerine hassasiyetle gidilirse İslam erdem etiğinin yeniden yapılandırılmasının yararları gözardı edilemeyecek kadar çoktur. Çünkü her şeyden önce “Çocukluğundan itibaren vicdan hafızasına kazınmış, sade ve net ahlakî kriterleri olmayan kişilerin, inanılmaz hızla değişen yeni koşulların ortaya çıkardığı beklenmedik olaylar karşısında süratle doğru karar verebilmesi hiç de kolay olmayacaktır. İkincisi ahlak konusu, farklı dindarlık anlayış ve yaşayış biçimleri olan mezhep, grup, cemaat, tarikatlar yani Müslüman gruplar arasında diyalog ve işbirliğinin gelişmesine katkı sağlayacaktır. Üçüncüsü farklı derecede dindarlık düzeyine sahip tüm Müslümanların kimlik, arınma ve olgunlaşma ihtiyaçlarının karşılanmasında büyük yarar sağlayacaktır. Dördüncüsü, kişilerin din seçiminde daha bilinçli, bilgili ve özgür oldukları bu ortamda İslam dininin yüceliklerinin tüm açıklığı ve sadeliği ile görülebilmesi açısından büyük yararlar sağlayacaktır.”10  Çünkü küresel ahlak arayışları bireysel ahlakı önceler biçimde her geçen gün artmaktadır. Tüm bu ihtiyaçlar çerçevesinde yazar; insanlığın ahlakî kemal, huzur ve mutluluk yolunda evrilme hızını artıracağı düşüncesiyle, gündelik hayatın hızlı değişim ve karmaşası içinde ahlakî bir ikilemle karşılaştıklarında, ahlakî eğitim açısından kolaylık sağlaması ve çözüm yoluna gitmeleri için kısaca şu dört ilkeyi önermektedir:

1) Hak İlkesi: “Her hak sahibine hakkını verin, hiç kimseye haksızlık etmeyin.”

2) İyilik İlkesi: “(Her zaman, zerre kadar da olsa) iyilik yapın, (hiçbir zaman, zerre kadar da olsa) kötülük yapmayın!”

3) Sevgi İlkesi: “Birbirinizi sevin, bozgunculuk etmeyin!”

4) Ölçülülük İlkesi: “Ölçülü olun, aşırıya gitmeyin!”11   

Sonuç olarak Prof. Dr. Cafer Sadık Yaran, şu sözlerle önerilerini noktalamaktadır: “Hiç kuşku yok ki ilkeyi bilmek eyleme geçmenin garantisi değildir. Bunun sağlanabilmesi için, doğru ilkenin doğru inançla ve gerekleriyle de desteklenmesi gerekir.”12  

İSLAM DÜŞÜNCESİNDE AHLAK PROBLEMİ 

Prof. Dr. Mehmet Evkuran, -İslam Kelamında Ahlak Problemi- Ahlak Hakikat ve Kimlik adlı eserinde “İslam düşüncesinde ahlak neden hak ettiği yeri bulamadı? En azından diğer ilimler kadar ilgi göremedi? Ya da böyle bir fikir neden oluştu? Bu soru daha çok modern dönem İslam düşünürlerinin ve araştırmacılarının zihnini meşgul etmektedir.” diyerek ahlak üzerine yapılacak tartışmaların kapısını aralamakta.13  Bu soruya gerçekçi bir cevap arayan Prof. Dr. Mehmet Evkuran, doğru ve anlaşılabilir bir ahlakî yapının kurulabilmesi için; “hükümler ile değerler, davranışlar ile ilkeler arasındaki gerilimli ilişkiyi göz ardı etmeyen ve sorgulayıcı bakışı koruyan bir disipline”14  ihtiyaç duyulduğunu; tarihsel, kelamî ve siyasî nedenlerle İslam geleneğinde bu düzlemin varlığını sürdüremediğini düşünmektedir. “Sorunun doğasında bilgi mi irade mi?” sorgulamasını yaparken, günümüzde “Ahlak ve din ile ilgili sorunların kökeninde bilişsel ve entelektüel unsurların bulunduğunu ve bunların da zihniyet, anlama, algılama sorunları olarak karşımıza çıktığını düşünmektedir. Ayrıca zihniyet sorunlarını karşılamak, bunları tanımlamak için zihinsel ve düşünsel özgüvene sahip olmak zorunludur. Zihniyet sorunlarının yaşandığı bir dünyada duyguları ve hamaseti tahrik eden yaklaşımlarla çözüm sağlanamaz. Aksine bu, benlikteki yarılmayı daha da derinleştirir. Sıkıntı çeken benlik, gözünü kapayıp kendi içine katlandıkça bunalımı daha da artar, yabancılaşma yaygınlaşır.”15  demektedir. Yazar, ahlakî dinamizmi yitirmek ve olgu-değer bağlantısını kaybetmek üzerinde durmakta, “Ahlakî yaşantı yoğun ve canlı bir ahlakî özden kaynaklanmayınca, insanların eylemlerine başka sıradan faktörler yön vermeye başlar. Bu durumda ahlakî bir tutarlılıktan söz edilemez. Eylemler ve ahlakî yaşantı tesadüflere bağlı olarak ortaya çıkar.” Burada “Olgu-değer ilişkisinin yitirilmesi iki boyutludur. İlk olarak olgunun yani realitenin tanınamayışıdır. Diğeri ise değerlerin dinamik doğasının fark edilememesi ve dogmatik bir kavrayışla onları yaşatmaya çalışmaktır. Realitenin yapısına ve özelliklerine aldırmamak, değerlerin uygulanması sorununu bir krize dönüştürür. Benlik, değer ile olgu arasında bölünür. Çözülmesi çok zor bir kıskaç içine girer. Değerlere uyduğunda realiteden kopacaktır, realiteyle özdeşlik kursa değerlerine ihanet etme suçunu duyacaktır. Bir yandan kimliğinin bir parçası olarak gördüğü değerlerden uzaklaşmanın diğer yandan da içinde yaşadığı dünyadan kopmamanın kaygısını yaşamaktadır. Esasen ahlak adını verdiğimiz canlı olgu, realitenin değerlendirilmesini ve bu değerlendirme doğrultusunda eylemde bulunmayı içerir. Değerler realiteyi anlamaya yardımcı olamıyorsa ve sorun yanlış olarak realiteye yükleniyorsa, çözüm yanlış yerde aranacaktır.”16  Evkuran’a göre, “Bu sorun, popüler düzeyde din-hayat ilişkisi olarak karşımıza çıkacaktır. Dinin amacının ne olduğu hususu insanların Peygambere duyduğu ihtiyaç temelinde ele alınmıştır. Peygamber göndermenin anlamı aynı zamanda dinin amacını da ortaya koyar. Bu da Allah’ın peygamber göndermesinin anlamı ve insanların dine / Peygambere duyduğu ihtiyaçtır.”17  Yazara göre ahlakın doğru anlaşılması ve yaşanması hususunda bir süreç olarak “düşüncenin toplumsal ve tarihsel gerçekle yüzleşmesi kaçınılmazdır ve bu yüzleşme sonucunda gerçekliğin belli ölçüde düşünceye yansıması da doğaldır.” Çünkü “düşünce belli bir toplumsal yapıya temas etmek ve onun sorunlarını çözmek durumundadır. Bunun için de ele aldığı gerçekliğin izlerini taşır.”  Gerçeklik ve düşünce arasındaki kırılma gerçek bir sorundur ve buradaki sorun, düşüncenin tümüyle gerçekliğe boyun eğmesinde yatmaktadır.” Nitekim “Düşünce her zaman, yaşanan gerçekliği aşan bir ilkenin temsilcisi gibi çalışmalıdır. Bir toplumsal gerçekliğe temas ettiğinde, dayandığı ilke ile bağıntısını kesmeden hükümler ve değerlendirmeler üretir. Ve gerçek anlamda düşünmek de ilke ile gerçeklik arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğunu, bu mekanizmanın nasıl çalıştığını fark etmektir. Bir tikel durum için çözümler üretirken bile bu durumu aşan bir referansın yüklediği sorumluluğu omuzlarında hissetmektir. Bu ilişki kaybolduğunda düşünme eylemi anlamını yitirir. İlkeye ya da hakikate değil tikel bir tecrübeye hizmet eder. Esasen dogma denen şey de düşüncenin ilkesel köklerden koparak tarihin bir kesitinde donması sonucu ortaya çıkar.” şeklinde düşüncelerini ifade etmektedir.18 

Evet, bugün ahlakî sorunların köklü ve can alıcı cevaplarını gerçek manada Şenel İlhan Bey’in yakın çevresinde yaptığı sohbetlerde bulduğumu büyük bir gönül rahatlığı ve akıl duruluğu içinde söyleyebilirim. Çünkü Evkuran’ın tespitlerinden yola çıkarak; “gerçeklik ve düşünce arasındaki kırılma sorunlarını tahlil etmeyi, ilke ile gerçeklik arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğunu ve bu mekanizmanın nasıl çalıştığını”, tüm bu problemlerin İslam’ın temel ilkeleriyle bağlantısını derinlemesine kurarak çözüm hususunda insanda gerçek manada karşılığı olan en isabetli değerlendirmeleri ortaya koymayı ve “bu durumun gerektirdiği sorumluluğu derinden hissetmeyi ve taşımayı” ancak Şenel İlhan Beyefendi'nin ilim, irfan, ahlak ve hikmet dünyasında bulabildiğimi ve bu konuda kendisinin tüm insanların da istifadesine açık bir duruş ve cömertlik içinde olduğunu, kendisini içtenlik, muhabbet, sağduyu ve akılla dinleyenlerle birlikte bizzat ben de her geçen gün büyük bir hayranlık içinde gözlemliyorum. Dr. Mehmet Öztürk, Şenel İlhan Bey’i kendisini tanıyan biri olarak şöyle tanımlamaktadır: “Şenel İlhan Beyefendi, çağın tüm gerekleriyle donatılmış, Allah’ın özel terbiyesinden geçmiş özel bir kişiliktir. O geleceğin insanıdır. Çağımızın kurak ikliminde bunalmış insanlara, çatlamış toprak gibi kurumuş gönüllere bahar esintisi getirecek, yaralara merhem olacak müstesna bir şahsiyettir. Ümidimiz odur ki yağmurun toprakla buluşmasına çok az zaman kalmıştır. O günleri hasretle bekliyoruz.”

Şenel İlhan Bey’in bazı sohbetlerinden bazı bölümleri aslına gölge düşürmemiş olmak ümidiyle “tırnak içinde” vermeye çalışacağım. Her biri başka başka konularda ve her açıdan, Şenel İlhan Beyefendi tarafından dallı budaklı her yöne açılıp incelenebilen bu sohbetlerden gerçekten çok sınırlı düzeyde yani bağlamından koparmama gayretiyle siz kıymetli okurlar için bir nebze de olsa aktarmak istiyorum: 

Şenel İlhan Beyefendi'nin öncelikle amaçlar açısından insanı tanımlayan bazı cümlelerini aktarmak istiyorum:

“Sadece Allah’ı sevmek ve O’nu tanımak için yaratılmış olan insan kalbini, yaratıldığı üzere görevine davet etmek ve onu, günah ve ahlaksızlık zulmetlerinden temizleyip yolunu açmak, her mü’minin hem vazifesi hem de şifası ve kurtuluşudur. Öyleyse bu anlamda, kalbi, marazlardan ve pisliklerden temizleyip yakîni güçlü, derin düşünce sahibi ve ferasetli bir mümin olmak, yegâne hedef ve amaç seçilmelidir.”

“Evet, sadece bilmek yetmiyor, bildiğini biliyor olmaktan asıl maksat ne ise onu hakkıyla kavramak ve ona göre de yaşamak, ancak gerçek âlimin ve evliyanın, hatta herhangi bir avamın bile kişiliğinin derecesinin, en net ölçüsü oluyor.”

“Ruhun derinleşme ihtiyacını tatmin etmek için yaşayan veya yol arayanlar özel insanlardır ve bu şahsiyetler, yaratıldıkları gibi yaşamaya adeta mecbur ve mahkûmdurlar. Tabi bu mecburiyet ve mahkûmiyet iradesizlikten değil, tam tersi, mayalarındaki, özlerindeki aşktan ve hakikatı arzulama iştiyakından başka bir şey değildir...”

Ahlakî erdemler açısından baktığımızda neyi nasıl başarmak hususunda gayet anlaşılır bir dille günümüz insanına çok net çözümler sunmakta. Örnek olması bakımından “kibir” üzerine bir sohbetini aktarmak istiyorum:

“Büyüklük kibir değil, büyüklenmek kibirdir. Mücadele de büyüklükle değil büyüklenmeye karşı yapılmalıdır. “Kibirle mücadele eden insan kendini her şeyden, herkesten daha aşağıda görecek.” diyorlar. Bu söz hem yanlış hem de aynı zamanda tehlikelidir de. Burada insan kendini en aşağı bilecek deniyor. Bu söz “kendini değil nefsini en aşağı bilecek” denirse tevil götürür. Böyle denilmesi bile bence doğru değil. Ben bu konuda Efendimiz’i (s.a.v) örnek aldım. O’nun tevazusunu inceledim. Şöyle ki, O (s.a.v) kendini methetmiştir. “Ben insanların en hayırlısıyım, ama bunu övünmek için söylemiyorum. En güzel ahlâklısıyım ama bunu övünmek için söylemiyorum.” demiştir. Yani buradan çıkan netice, insan kendini en aşağı bilmeden de tevazu olabilir. Yani insan kendisini birilerinden daha akıllı, daha âlim, daha ahlâklı bilerek de tevazu olabilir. Bu mantığı iyi anlamak lazım. En doğru tevazu anlayışı böyle olur.”

“Hasan-ı Basri’ye “Nefsin konusunda ne kadar büyüksün!” demişler. O da; “Büyük değil izzet sahibiyim.” demiştir. İzzet-i nefs kötülenmiş değildir. Bununla birlikte onda şekil yönünden kibre benzerlik vardır. Ayette de şöyle buyrulur: “...Hâlbuki izzet, Allah’ın, Resulü’nün ve mü’minlerindir...” (Münâfikûn, 63/8)

Demek ki izzet-i nefs, nefsin şerefliliği, üstünlüğü demektir. Zıttı zillettir. Mü’min izzet sahibidir ve bunun farkında olmalıdır. İzzet-i nefs duygusunun içi iyi doldurulmalıdır ki kişide kendiliğinden bir vakar oluşsun ve birçok günahı kendine yakıştıramasın… Mesela madden zengin olan ve bunun farkında olan bir kimse kendine dilenciliği yakıştırabilir mi? Yine toplum içinde belli bir saygınlığı olan ve bunun farkında olan bir kişi bu saygınlığına halel getirecek işleri alenen çok rahat işleyebilir mi?

İşte izzet-i nefs; kişinin kendinde olan maddî ve manevî zenginliğin farkında olmasıyla kendiliğinden oluşan bir “müspet benlik” duygusudur. Bu duyguyu, bir bakıma “müspet bencillik” diye de ifade edebiliriz. Bu durumda biz “benlik“ duygusunu ikiye ayırmak zorundayız. Yalnız kendini düşünen, kendi çıkarlarını herkesinkinden üstün tutan, egoist anlamındaki “menfi benlik”; ve insanlarda olması gereken izzet-i nefs olarak tanımladığımız “müspet benlik”. Maalesef bunun ayrımı yapılmadan -yaygın bir kanaat olarak- benlik duygusu sadece kötülüğü barındıran bir duygu gibi bilinip anlatılmakta. Ben duygusunun müspet tarafına “müspet benlik” adını veriyorum. İşte bu “müspet benlik” duygusu insanın olmazsa olmazıdır. Bu duygu kazanılamaz ise nefsle mücadele de yapılamaz. Zira nefsle mücadelede temel ölçüt veya referans, izzet-i nefs üzerinden olur.

Örnek verecek olursak, izzet-i nefs sahibi olmayan kişi tevazu olamaz. Zira tevazu, mevkiini bilen birinin (yani ilim, akıl, ahlâk vs. gibi kendinde olan müspet değerlerin farkında olan birinin) kendini, bildiği bu yerden, bilerek, isteyerek daha aşağıda göstermesidir. (Açıklama: Tevazu emir değil tavsiyedir. Kişinin kendini olduğu yerde göstermesi de mümkündür. Bu noktada kibre sıçrama tehlikesi bulunduğundan büyükler kendilerini daha aşağıda göstermeyi tedbir olarak tercih ederler. Mesela kişinin kendindeki değerlere 100 derece dersek, kendini 70-80 derece gibi göstermesi tevazudur.)

Kibir ise kendi sınırlarını bilmekten aciz bir adamın büyüklük taslamasıdır. Burada çok önemli bir noktayı da hatırlatmakta fayda var. “BÜYÜKLÜK” ile “BÜYÜKLENMEK” arasındaki farkın ayrımı… Büyüklük kibir değil, büyüklenmek kibirdir. Maalesef toplumumuzda bu meselede tam bir facia yaşanıyor. Sıradan, avam Müslümanlar değil, âlim bilinenlerin büyük bir kısmı dahi bu ayrımı fark edemiyorlar. Mesela görüyorum, tarikatların hemen birçoğunda müridler, büyüklenme hastalığı ile mücadele edeceğim diye büyüklüğü ile mücadele ediyor. Yani izzet-i nefsiyle mücadele ediyor ve kibir mücadelesi yapıyorum sanıyor. Hâlbuki büyüklüğünün farkında olmak kibir değil, büyüklenmek kibirdir. Büyüklük, izzet-i nefs duygusunun içini dolduran her türlü güzel değerlerimizin bize kattığı müspet ruh halidir. O sebeple “izzet-i nefs” insanın kendi konumunu ”X“ yani “belirsiz“ olmaktan kurtarıp kendine müspet bir mevki vermesidir. Bu mevki, hayali bir mevki değil zaten kişinin kendinde var olan olumlu güzel değerlerinden oluşan bir mevkidir. Ancak, insanlar bu çok önemli konuyu, bilgisizlik veya önemini kavrayamadıklarından “es” geçerler. Bu haldeki insanlar şeytanın oyuncağı olmaktan kurtulamazlar. Kendi gözünde konumu “X” yani “belirsiz” olan kişilere şeytan istediği sıfatları rahatlıkla yükler ve ona mesela “Sen inançsızsın.” der inandırır, “Sen alçaksın.” der inandırır, “Sen sapıksın.” der inandırır. İşte şeytan hep bu tür tuzaklarla insanları barlara, meyhanelere, hatta tımarhanelere doldurur. Dolayısıyla izzet-i nefsini kaybederek zillete düşen insanlar her türlü günahı işlemeyi, her türlü adiliği yapmayı kendilerine yakıştırabilecek bir ruh haline de düşmüş olurlar. Mesela dilenciliği ahlâk haline getiren ve bundan yüzleri kızarmayan kişiler, izzet duygusunu yitirmişliğe çarpıcı bir örnektir. Daha birçok zilletli iş ve günahlar bu duygunun yitirilmesinin ardından insanlara kolayca bulaşır. Evet, o yüzden önce izzet-i nefs sahibi olmaktan işe başlamak gerekir.”

“Ucubla mücadelede klasik anlayış şudur: “İnsan amelini kendi mi yapıyor ki ucublansın!..” Bu anlayış iradeyi yok sayarak ucub mücadelesidir ki yetersizdir. Çünkü insanın iradesi vardır. Peki, doğru olan ne o zaman? İnsan, iradesinin yanına Allah’ın yardımını da almadan asla hayırlı iş yapamaz. Yani hiçbir insan -ki bu peygamber de olsun fark etmez- Allah’ın yardımı olmadan yalnız kendi çabasıyla nefsini yenemez. Böyle olunca insanlar güzel amelleri, sadece kendi irade ve gayretleriyle değil, Allah’ın yardımıyla yapabilirler. İşte ucubun ilacı buradadır. Ancak Allah’ın yardımıyla yapılan amellerde, insan kendini büyük bilmez, kendi ameline icazet vermez. Ucub, aslında insanın kendine icazet vermesidir. Asıl tehlikeli olan da budur. İnsan böyle yapmakla kendine sanal bir manevi makam biçmiştir ve bunun da karşılığını Allah’tan isteyerek, Allah’ı mihnet altında bırakmaya kalkar. Oysa Allah mutlak güç, kuvvet ve kudret sahibidir ve bunlardan da münezzehtir.”

Şenel İlhan Beyefendi; “Ruhun Savunma Sistemi Varlık Duygusu” başlığıyla yayınlanan bir sohbetinde ise “Günahlara karşı insanı koruyan bu sistemin adı hayâ duygusudur. Hayâ duygusu ise izzet-i nefs sahibi kişilerde olur. Hayâ duygusu insanı iffetli yapar. İffetin korunması ise kişiyi müspet manada bir benlik sahibi yapar. Hayâsını yitiren iffetini yitirir. İffetini yitiren müspet benliğini yitirir. Neticede o kişi her türlü günah mikrobuna açık hale gelir.” demektedir. 

Şenel İlhan Beyefendi; “İşte ben sizlerde bu müspet benlik duygusunu geliştirmek istiyorum. Çünkü bu duygunun varlığı ve güçlü olması çok önemlidir. Bir insan ancak bu duygusu güçlü ise nefsiyle mücadele edebilir. Yani nefsiyle savaşmaya başlaması için kişinin önce bu düzeye gelmesi gerekir. Bu düzeye gelemeyen kişi nefsiyle mücadele yapamaz. Mesela tevazu olamaz. Çünkü tevazu, kendini olduğundan aşağı göstermektir. Bulunduğu yer kendi gözünde “X” yani belirsiz olan biri kendini nasıl aşağı gösterecek? Kendi gözünde “X” olmak tehlikelidir. Müspet varlık duygusu; kibirden ve büyüklenmekten farklı olan ve kişinin kendinde var olan güzel değerleri bulması, tanıması, sevmesi ve onlarla yerine göre iftihar etmesi anlamını taşır. Kişideki bu varlık duygusu çok önemlidir. Bunu yani bu müspet varlık duygumuzu yok etmemiz bizden istenmez. Bunu hangi adla yaparlarsa yapsınlar, yani Allah’ta yok olmak, fenafillâh veya mürşidde yok olmak, fenafişşeyh adı altında bile… Bunların çok iyi izahı yapılmadan insanlara bu sohbetler yapılmamalıdır. Eğer bu ifadelerle kastedilen, insanların müspet varlık duygularını yok saymaksa ki ister istemez bu sakıncalar meydana geliyor. Bunlara çok şahit oluyorum, kim çıkarsa çıksın karşıma bunun aksini savunurum. İnsanların müspet anlamda bir varlık duyguları olmazsa onların ibadetlerinin Allah katında bir anlamı ve değeri olmaz. Şöyle bir örnek verelim: Bir insan düşünün ki hayattan bıkmış, ölmeye yer arıyor. Şimdi o sırada cihad ilan edilse ve bu kişi de gidip “bari şehit olayım” dese o Allah için canını vermiş olmaz, o sebeple şehit de olmaz. Yani canını sevecek, canına kıymet vereceksin ki Allah için ölünce bir kıymeti olsun. Aynen bunun gibi müspet anlamda benlik duygusu olmayan, her gördüğü insana karşı yamulan, kişiliksiz şahsiyetsiz bir adamın Allah’ın huzurunda eğilmesi bir anlam ifade etmez. Allah’tan başka kimseye eğilmeyen şahsiyet sahibi kişilerin secdesi, ibadeti, kulluğu kıymetlidir. 

“Herkese kul, bir de Allah’a kul!..” Böyle kulluk olmaz. Aynı şey zekât ve sadaka için de geçerlidir. Paraya kıymet vermeyen adamın sadakası da kıymetsizdir. Paraya, mala, dünyaya değer vermemek bu anlamda yanlış bir düşüncedir. Bunlar değerli şeylerdir. Değerleri de bilinmelidir. Ama Allah’tan daha değerli olmamalıdır. Dikkat edilmesi gereken konu budur.”

O zaman müminler ve Müslümanlar olarak Allah’a kulluğa, önce bu duygunun varlığını tespit etmek ve sonra da onu güçlendirmekle başlamalıyız. Kişinin müspet benliğini bulması ve onu bir yere oturtması o sebeple çok önemli. Müspet benliğin oluşumu ise kişinin kendinde var olan değerleri tespit etmesiyle mümkün…”

Artık fazla söze gerek yok… İnsanın kendini tanıması, neyi nasıl yapacağını bilmesi, hedefleri açısından doğru bir yerde durması ancak doğru ölçülerle donanmasıyla mümkündür. Ölçü ise insanda davranış değişikliği yapan yaşanılabilir bilgi türüdür. Şenel İlhan büyüğümüzün ölçü dünyasında, avama, âlime, evliyaya hitap eden gayet açık ve anlaşılabilir irfanî bilgiler mevcuttur. Hiç şüphesiz makalenin başında ahlak adına ele alınan problematiğin anlaşılabilir sadelikte gayet açık cevaplarını okurlar burada bulabileceklerdir. Allah için kendini tanımak, ahlaken terakki etmek, en önemlisi kendisiyle barışık yaşamak isteyenlerin mutlaka okuması gereken müstesna bir kaynaktır Şenel İlhan Beyefendi… Daha fazlası ancak şifahi değil vicahi yani yüz yüze tanımak ve tanışmakla mümkün olabilir. Bu da sadece anlatan değil aynı zamanda yaşayan birinin görülmesi anlamına gelir ki aslında bu, her şeyden daha mühimdir…