Yine, Yeni ,Yeniden

Hz. Âdem bu dünyaya indiği ilk gün, akşam olduğunda neler hissetmişti? Güneş yeniden etrafı aydınlattığında ya da ilk çocuğu doğduğunda, ilk ölüm gerçekleştiğinde neler hissetmişti? İlk ay tutulması, ilk güneş tutulması... Çok heyecanlandığından kuşku yok. O yalnızca ilk peygamber, ilk insan değil; ilkleri tecrübe eden, eylemlerinde heyecanı zirvede hisseden bir varlıktı. Bu haleti ruhiyeye sahip olan kişinin nefsinin mutmain, aklının da mead konumunda olduğu gün gibi aşikârdır. Nitekim bizler de yaşadığımız her ilkte heyecan duyarız. Çünkü uyarıcıyı şiddetle algılarız. Kâinatın uyarıcıları her an aynı şiddete sahiptir ama biz zamanla alışıyor ve duyarsızlaşıyoruz. İnsan monotonluğa yakalanan ve bunun sonucunda duyguları körleşen bir varlık. Bu nedenle her iş ve eyleminin başlangıcında, organizmayı dinç ve ayık tutan amfetamin gibi, ruh ve inanç dünyasını da uyanık tutacak uyarıcılara ihtiyacı var… Uyarıcı-heyecan-eylem-alışkanlık-monotonluk… Uyarıcı bizi teyakkuza geçirir ve heyecan duymamızı sağlar. Heyecan bizi harekete geçirir; Hemen kollarımızı sıvar, yapmamız gereken şeyi yaparız. Fakat aynı uyarıcı tekrar edip durdukça alışkanlık ve monotonluk oluşur; o da yerini usanç ve bıkkınlığa terk eder. Bıkkınlık; yaptığımız işin anlam ve esprisini yitirmesi demektir. Böylece eylem durur ve yaptığımız işi terk ederiz. Neden aynı heyecanla devam edemeyiz, bunun nedeni ne olabilir? Zaman zaman ibadetlerde dahi kendini gösteren bu usanç ve monotonluk neyin nesidir? Hayatın her karesi, her safhası mucizelerle dolu iken aklı sakim yani hasta konumuna düşüren bu patolojik hal nedir?

UYARICI - HEYECAN - EYLEM - MONOTONLUK 

Şu kâinat kitabına bir göz atalım: Her gün doğup batan güneş. Yağan yağmur, esen rüzgâr… Hayvanlar âlemi… Her gün uyuyup uyanan biz insanlar... Yediğimiz yiyecekleri bizim haberimiz olmadan ayrıştırıp sindiren midemiz... Yumurtanın içinde oluşan hayat, hiçbir canlının haberi olmaksızın rahimlerde şekillenip, dışarı çıkan kusursuz dizayn edilmiş canlılar... Uzayda trilyonlarca, ne yaptığından haberi olmayan ama mükemmel bir program izleyen, canı ve aklı olmayan yıldızlar... Evet, daha bunlar gibi nice sabit uyarıcılar var ki varlık dünyasında sürekli hizmet verirler. Şehirler rüzgârla süpürülür, yağmurla sulanır, güneşle kurutulur. Dalgalar, deniz dibindeki canlılara oksijen pompalar. Hiçbir şey anlamsız değil. Bu sistemin her bir üyesi bıkıp usanmadan, her gün akılları durduracak işler yapıyor. Mükemmel bir sistem, sonsuz güzellikte ve kusursuz çalışıyor. Eee! Peki bütün bunlar bizi neden etkilemiyor? Etkilese bile bu tesir niçin sürekli değil? Sebep-sonuç ilişkilerindeki dördüncü nedenden dolayı: Alışkanlık; tekdüzelik duygusu! Monotonluk! Neden tekdüzelik moduna giriyoruz peki? Çünkü ortada rutin ve aksamayan bir döngü var. Bugünden sonra güneş dese ki: “Artık ben doğup batmayacağım, yeryüzüne ısı, ışık ve elektromanyetik dalgalar göndermiyorum!” Tavuk dese ki: “Artık yumurtlamıyorum!” Arı: “Bal yapmıyorum!” İnek şöyle söylese: “Artık süt vermiyorum.”  “Ağaçlar da: “Dalımı uzatırım, yaprağımı yeşertirim ama artık meyve vermiyorum. Sanki ürettiğim meyveleri ben mi yiyorum!” Yıldızlar dese ki: “Bundan sonra artık dikkatli bir şekilde dönmeyeceğiz, birbirimize çarpıp duracağız. Biz zaten cansız varlıklarız ölecek değiliz ya!” Böyle bir grevle karşı karşıya kalsak ne olur o zaman? Kendimizi güvende hissedemeyiz; yaşayamayız ki! Eğer biraz yaşayacak kadar zamanımız olursa secdeye kapanır, tövbe eder, yalvarır yakarırız... Bir helak olma heyecanı, bir yok olma korkusu sarar tüm benliğimizi; çünkü o rutin ve bir türlü aksamayan denge bozulmuştur. İşte anlaşılıyor ki, kâinatta tüm varlıklar kendilerine yüklenen görevi yerine getiriyorlar. Bu görev de insan endekslidir, yani insanî ilke üzerine kuruludur. Batılılar buna “Antropik Prensip” diyorlar. Allah (cc) varlık dünyasını biz insanlara hizmet etsinler diye yaratmış, emrimize musahhar kılmış. 

UYARICI-HEYECAN-EYLEM

Uyarıcının ortamdan uzaklaşması ile sönme meydana gelir ki bu uyarıcı etken karşısında davranışın tamamen terk edilmesi demektir. Alışma daha çok duyu organlarında meydana gelen biyolojik tepkilerin azalmasıdır; boya kokusuna veya gürültüye uyum sağlamak gibi. Duyarsızlaşma ise korku, heyecan, sevinç gibi psikolojik tepkilerin ortadan kalkmasıdır. Davranış biliminde sönme, alışma ve duyarsızlaşma kavramları genelde olumlu bir reaksiyon gibi sunulur. Ancak varoluşsal-yaratılışsal gerçekler göz önüne alındığında bunun tam tersi doğru sonucu verir. Uyarıcı karşısında uyarılmak, heyecan durumunda da heyecanlanmak gerekir. Eylem gerektiğinde de harekete geçmelidir. Kimse cennetten dünyaya indirilmiş Hz. Âdem’den dünyaya alışmasını ve günün birinde hasretini çekip durduğu cennete karşı duyarsızlaşacağını bekleyemez. Aklın üstünün örtülmemesi, varlık dünyasındaki hayret ve hayranlık duygusunun zinde tutulması için değişken ve sabit uyarıcılar kullanmak gerekiyor. Heyecanı yakalamak için bu elzem. Bunun arkasından da eylem gelecek. Yani muhabbet dolu ibadetler, feyzler, coşkular, gözyaşları, kalp inceliği, gönül huzuru ve tüm salih ameller... Fakat eylemden sonra monotonluğun, tekdüzeliğin, rutin duygusunun oluşmasına fırsat vermeden yeni uyaranlara yönelmek gerekiyor. Sözün kısası etkin formül şöyle: Uyarıcı-Heyecan-Eylem… ve tekrar ve tekrar!

DEĞİŞKEN UYARICILAR

Çevre yani mekân değişikliğinden tutun da arkadaş gruplarının gözden geçirilmesine kadar irademizle değiştireceğimiz her şey bu gruba girebilir. Gönül ehli zatların sohbetini dinlemek, Allah dostlarını ziyaret etmek, ilahi dinlemek, sanat, zanaat öğrenmek heyecanımızı artıracak ve bizi eylemde tutacak olan uyarıcı etmenlerdir. Değişken uyarıcı bazen güzel bir söz, bir davranış, tatlı bir melodi bile olabilir. Yeter ki hayret ve heyecanın kapısını bizlere aralayabilsin. 

SABİT UYARICILAR

Kur’an okumak, Hz. Peygamber’i tanımak, Kâinat Kitabını okumak. Bunların ilk ikisinde kişi, başlangıçta altyapı ve İslami genel kültür eksikliği nedeniyle bazı sıkıntılar yaşayacaktır. Bu aslında mazereti olmayan bir kusurdur ancak sonuncusu; insan olan herkesin içerisinde yaşadığı şu dünyada, göz önündeki sonsuz sayıdaki uyarıcılara kayıtsız kalmama sorumluluğudur. İlk insan Hz. Âdem hep ilklerle karşılaştı ve ilk uyarıcılara karşı ilk heyecanları yaşadı demiştik. Buna “Mübtedi Hali” denir. Başlangıçtaki hali ve heyecanı bir ömür devam ettirmek için mübtedi halini muhafaza etmek gerekiyor. Bir yönü çamur, diğer yönü nur olan hazreti insanda gel-gitler kaçınılmaz oluyor. Onun dünyaya inişi Allah’a doğru başlayacak olan yolculuğu içindir. Dünyaya alışmak dünyayı benimsemekle eş anlamlıdır. Hz. Âdem yaşadığı ilklerle ne dünyaya alıştı ne de onu benimsedi. O mübtedi haliyle cennetten düşüşü Allah’a yükselişe çevirdi! Hz. Âdem’in çocukları da babalarına ihanet etmemeli o haleti ruhiyeye bürünmelidir. 

Hz. Peygamber’i ilk kez tanıyoruz. Ashabını ilk kez duymuşuz. İşte ilk kez zikrullaha oturuyoruz. Güneşe ilk kez, çocuklarımıza ilk kez bakıyoruz. Her şeyin ne kadar yeni, taze ve uyarıcı, ayartıcı, şaşırtıcı olduğunu tekrar keşfediyoruz. Her şey aslında nefasetini koruyormuş da zaman içerisinde eskiyen, kokuşan, bozulan ve dejenere olan her şey bizim içimizde olmuş. Ne olmuşsa bize olmuş. Demek ki derunumuzda böyle bir olumsuz mekanizma var. 

Farmakolojide iki tip ilaçtan bahsedilir; Amfetaminler ve Barbitüratlar. Yani uyarıcılar ve gevşeticiler. İşte bizler sürekli zinde ve ayık olmak için uyarıcılara yönelirken, içimizdeki bir kötülük kaynağı da sürekli uyarıcılarımızın içine gevşetici karıştırıyor. Mesela uyanık kalmak için kendinize kahve hazırlıyorsunuz fakat sizin görmediğiniz bir anda meçhul bir el, sizin kahvenize krema karıştırıyor! (Biri Amfetamin diğeri Barbitürat içerir). Hep uyanık kalmayı planlamışken horul horul uyumaya başlıyorsunuz! 

MÜBTEDİ MODUNA GİRMEK İÇİN BİR ÖRNEK

Wilson Bentley yoğun kar yağan bir günde elinde mikroskobuyla dışarıya çıktı. Uçuşan kar tanelerinden biri mikroskobunun camına konuverdi. Mikroskoptan şöyle bir baktığında akılını yitirecek gibi oldu. O güne kadar hiç kimsenin görmediği muhteşem bir tablo vardı karşısında. Kar kristalleri altıgen ve olağanüstü bir güzellikteydi. Heyecandan yüreği ağzından çıkmak üzereydi. Hemen eve koştu ve siyah kadife bir parça kumaşla geri döndü. Kumaşa düşen her bir kar tanesi çok daha net bir şekilde görülebiliyordu. İzledikçe hayreti katlanarak artıyordu. Çünkü mühendislik harikası bu muhteşem sanat eserlerinin hiçbiri diğerine benzemiyordu. Bentley artık ömrünü adayacağı büyük bir uğraşın içine girdiğini hissediyordu. Sonraki yıllarda Bentley, kar tanelerini izlemeye devam etti. Tespit ettiği kar tanelerinin resmini yapmak istiyordu fakat resim kabiliyeti hiç yoktu. Bir fotoğraf makinası satın aldı. Makine eskiyinceye kadar altı bin fotoğraf çekti. Bu fotoğrafları satarak hem para hem de şöhret sahibi oldu. Altmış yaşına geldiğinde “kar kristalleri” adlı kitabını yazdı. Öleceği günlerde o yaşlı ve titrek elleriyle hâlâ kar kristallerinin resmini çekmeye devam ediyordu. O şöyle diyordu: Elimize düşen kar taneleri, anında eriyip su olur. Toplu halde aşağı inerken bir pamuk görünümüne sahiptirler. Mikroskobun altında kar tanelerinin mucizevi güzellikte olduğunu keşfettim. Bu güzelliğin başkaları tarafından görülmesini ve üzerinde derin derin düşünülmesini arzu ettim. Dehşete kapılmamak mümkün değil! Her kristal bir tasarım harikası ve hiçbir dizayn bir daha tekrarlanmıyor. Bütün kar kristalleri altıgendir. Kenarları düz değil köşelidir. Bir kar tanesi iki yüzden fazla buz kristalinden oluşur. Ve her biri diğerinden farklı bir sanat eseridir. “Evet! Bentley’den sonraki dönemlerde Rus ve Alman bilim adamları da kar kristalleri üzerinde yoğun çalışmalar yapmaya ve veriler toplamaya devam ettiler. Çekilen fotoğrafların sayısı on milyonu aştı fakat hala birbirinin aynısı olan iki kar tanesine tesadüf edilemedi. “Her bir kar tanesinden bir meleğin sorumlu olduğuna dair” o kelamı kibarı duymayan var mıdır? Niçin kelamı kibar dedik ki sanki! Gerçeklerden bahsedelim; Yüce Allah sonsuz güç sahibi olandır ve her güzelliği örneksiz yaratandır. Hazreti Mikail komutasındaki sayısız melek, Hak’tan gelen ilhamla kar tanelerini nakış nakış işlerler, her bir kar tanesini gökten bir melek indirir ve inen her melek bir daha gelmemek üzere geri döner.

Pamuk yumağı gibi gökyüzünden süzülerek inen kar kristalleri işte böyle bir şeymiş. Şimdi bir mübtedi haliyle internette gezintiye çıkalım! İlk kez görüyormuş gibi şu kar kristallerini yakından seyredelim. Bakalım bizleri heyecan ve hayrete sürükleyecek mi? Yine-Yeni-Yeniden!... Evet! Vallahi ben çok etkilendim!