El-Ğafir, El-Ğaffar, El-Ğafur

İmam-ı Gazali: “Allah, insanın, gören gözlere çirkin gelecek yerlerini içeride, hoş gelecek yerlerini dışarıda yaratmıştır. İnsanoğlunun temizlik-habislik, güzellik- çirkinlik hususunda içi ile dışı arasında nice nice farklar vardır.” der ve ekler: “Bak gör; Allah, insan vücudunun nerelerini örtmüş nerelerini açıkta bırakmış.”

Hakikaten insan vücudunun biyolojik yapısına baktığımızda kan, kemik, sinir, yağ, kas dokusundan oluştuğunu görürüz. Öyleki sinir sistemi ile kan içinde dolaştığı damar sistemi adeta ağ biçimde bütün vücudu sarmıştır. Sadece vücudumuzdaki damar ağı dünyayı dört kez dolaşacak kadar uzundur. İnternete bir tıkla, bu ve benzeri bilgilere ulaşmak oldukça kolay artık. Ve ulaşılan bilgiler insanı hayrete düşürecek, aklı zorlayacak muhteviyattadır. 

Ama aklın sınırlarını aşan bilgiler için internete de ihtiyaç yok. Herkes kendi eline koluna bir baksın. İlk gördüğünüz nedir? İnce bir örtü şeklinde dizayn edilmiş derimizi görürüz değil mi? Ve derimizin altındaki damarların ufak bir bölümünü de görürüz. Hele teniniz açık renk tonlarındaysa. 

Ve şimdi vücudunuzda derinin olmadığını da bir düşünün. Manzarayı hayal edin. Et, kemik, damar, sinir sisteminiz açıkta. Böyle yaşamak mümkün olmazdı ama hadi mümkün oldu diyelim; bırakın başkalarına, kendimize bile tahammülümüz olmazdı herhalde. Böyle düşününce deri ne muhteşem bir örtü değil mi? 

Dahası Allah, insanı kendi merhametinin nişanelerinden olan deri ile örtmemiştir sadece. Derimizi elbise ile de örterek bireysel ve toplumsal hayatı kolaylaştırmış, günahtan korunmada en önemli itici güçlerden biri olan hayâ duygusunu sağlamlaştırmıştır.

Allah’ın insanlar için olan örtülerinin en manidarlarından biri de kötü fikir ve hayallerin kalpte örtülü kalmasıdır. “Bu öyle bir örtüştür ki hiçbir kimse oradaki düşüncelere vakıf olmaz.” der İmam-ı Gazali. Evet, her insanın aklına kendini kendinden bile utandıran, ona “Kötü bir insan mıyım ben?” kaygısını yaşatan hayal ve fikirlerin adeta hücum ettiği zamanlar olmuştur. Bırakın uç hayal ve fikirleri özellikle öfke, haset, kibir gibi nefsani hastalıklarımız sonucunda düşündüklerimizi ifade eden ‘iç sesimiz’ kalbimizde örtülü kalmasa idi neler olurdu? İnsanlar arası ilişkiler ne hale gelirdi? İnsanlar birbirlerine güvenebilirler miydi? Öyle ya herkesin ‘diğerleri’ hakkında düşündükleri meydanda olsa idi, kim kime selam verir, kim kimi severdi? Tam bir kaos ortamı oluşur, herkes birbirinin boğazına sarılırdı. Bu durumda da toplum hayatından bahsetmemiz mümkün olmazdı. Toplum hayatı diye bir kavram lügatte bile bulunmazdı. Bu Allah’ın “El-Ğafir” isminin hükmü gereğidir. Allah El-Ğafir ismiyle kötü, yüz kızartıcı söz ve işleri örter. İnsanların bir arada yaşamaları böylece mümkün olur.

Allah’ın insanlar için olan örtülerinden bir diğeri de günahlarımızın gizlenmiş olmasıdır. Hatta tövbe ile günahların sevaba çevrileceği müjdesi dahi verilmiştir.

Melekler kulun günahını yazarlar ve daha sonra semaya yükselirler. Semaya yükseldiklerinde kulun amel defterinde bu günahın yazılı olmadığını, buna mukabil sevapların yazılı olduğunu görünce Allahu Teâlâ’ya:

“Ey Rabbimiz! Biz buna zulmetmedik ancak onun işlediğini yazdık.”

Buna karşılık Allahu Teâlâ:

“Evet, doğru söylediniz. Kulum o günahları işlemiş ve defterdeki sevapları işlememişti. Lakin kulum günahına tövbe etti ve gözyaşlarıyla benden af diledi. Ben de onun günahlarını mağfiret ettim ve ona karşı cömertçe muamele ederek günahlarını sevaba çevirdim. Ben ikram edenlerin en çok ikram edeniyim.” buyurdu.

Bu hadis Allah’ın mağfiretini, affediciliğini, nefsimizin emrine amade olduğumuz zamanlardaki çirkinliklerimizi nasıl gizlediğini açıkça ortaya koyuyor. Amel defterinize bir bakıyorsunuz o çirkinliklerin yerinde sevaplar var. Bu aynı zamanda Allah’ın ahirette samimi kullarını rezil etmeyeceği, hayâsızlıklarını yüzüne vurmayacağı manasına geliyor.

Zaten El-Ğaffar isminin manası da budur: “Çok mağfiret, merhamet eden, suçları en çok affeden, çirkinlikleri örten ve ayıpları gizleyen.”

Hatta Allah bizden “Ğaffar” ismine ayna olmamızı da ister. “Her kim, bir müminin ayıbını dünyada örterse, Allah da onun ayıbını hem dünyada hem ahirette örter.” Ne kadar güzel bir müjde. Bu dünyada iman bağı ile bağlandığımız kardeşimiz hakkında dilimize, fiillerimize sahip olabilirsek Allah daha fazlasını bize vaad ediyor. Hem dünyada hem de ahirette bizi rezil etmeyeceğini söylüyor. Bu da demek oluyor ki mümin kardeşimiz hakkında kibrimizin, hasedimizin, patavatsızlığımızın düşüncesizliklerimizin esiri olarak, onların ayıplarını ortaya döktüğümüzde her ne kadar rezil olan onlarmış gibi gözükse de asıl kaybeden kendimiz oluyoruz. Ayıpları en güzel örtenin örtüsünden mahrum kalıyoruz. 

Bir de “El-Ğafur” ismi şerifi vardır. El-Ğafur ismi şerifi El-Ğaffar isminden daha geniş manayı kapsar. Ğafur olan Allah, kulunun günahının büyüklüğüne, çokluğuna bakmaz affeder. 

Aslında Ğafur ismini daha iyi anlamak için âlemi, madde âlemi ve mana âlemi diye ikiye ayırmak gerekiyor. Mana âlemi bizim kafa gözümüzle göremediğimiz bir âlem. Ve bu âlemde hepimizin bildiği gibi farklı yaratılışlara sahip varlıklar hayat sürmekte. Melek, şeytan, cin gibi. Ve hepsinin farklı vasıfları var. Şeytan bizim ayağımızı kaydırmaya uğraşır, cinler bizler gibi kul olmakla vazifelidirler, melekler ise hayatımızın her alanında bizimledirler. İtikadımız odur ki gözümüzü, kulağımızı, elimizi, ayağımızı korumakta vazifeli melekler olduğu gibi, günahımızı, sevabımızı omuzlarımızdaki melekler yazar. Canımızı bir melek alacak, kabirde sorgu sual yine melekler vasıtasıyla olacak. Yani biz her ne kadar onları görmesek de melekût âlemiyle, ölüm sonrasını da hesaba kattığımızda oldukça haşir neşiriz. Hem de nasut, yani maddî cisim taşıyan insanlık ve dünya âleminden daha fazla.

İşte bu haşir neşirliğimiz onların (meleklerin) her halimize şahit olmaları demek aynı zamanda. Yani günahımızı sevabımızı görme imkânına sahipler. Diğer insanların görmedikleri sevap ve günahlarımızı. Allah bizim günahlarımızın, hatalarımızın, kusurlarımızın çoğunu insanlara ifşa etmediği için bizim yaşadığımız toplumda saygın bir yerimiz var ve seviliyoruz.

Demiştik ya “El-Ğafir” isminin hükmü gereği kalbimizin içindekiler örtülmese idi kimse kimseyi sevmezdi, sevemezdi. Ve aynen bunun gibi ölümle ahiret âlemine geçildiğinde, madde âleminde saygınlığımızı koruyan Yaradan, melekût âlemde saygınlığımızın korunması için, Ğafur ismiyle meleklere karşı da kusurlarımızı, hatalarımızı örtecek inşallah.

Evet, El-Ğafir, Ğaffar, Ğafur. Allah’ın bu üç ismi şerifi bize sadece O’nun affediciliğinin çokluğunu göstermiyor, kuluna affediciliği hususunda ne büyük iltimaslar gösterebileceğini de ortaya koyuyor. Bizim kalbimizdekilere kimsenin vakıf olamaması bu iltimasın maddi delillerinden biri. Demek ki ‘tövbe’ hususunda ümitsizliğe düşmek şeytanın bize karşı alçakça oynadığı bir oyun. Şayet tövbe aklımıza bile gelmeyecek kadar kalbimiz kararmamış ve katılaşmamışsa ümitsizliğe düşmenin manasızlığı da ortaya çıkıyor böylece. 

Allah, hepimizi tövbesinde samimi olanlardan ve tövbesi kabul olanlardan eylesin.